Dün, 12 Eylül’ün 37. yıldönümünü geçtik. Çok uzun bir zaman bu; mesela şu meşhur tek parti döneminden de (23 sene), 12 Eylül darbesinin evveliyat ve sebebini teşkil eden 1961-1980 döneminden de (19 sene) daha uzun. Ama hâlâ miladî bir eşik olarak zikrediyoruz 12 Eylül’ü. Çünkü, gerçekten kıyametvârî bir dönüm noktasıdır. Çünkü işte o evveliyat ve sebebin kıyametidir:’80 öncesinin politik ve toplumsal müktesebatının mahvıdır.
‘80’ler, bütün dünyada en geniş tanımıyla solun hücuma uğradığı, kazanımlarını, kurumlarını, ‘eminliğini’ kaybettiği bir zamandı. 12 Eylül darbesi ve rejimi, Türkiye’de solun, -özellikle sosyalist solu kastediyorum-, bu zamane yıkımını bilhassa büyük bir gaddarlıkla yaşamasını sağladı.
12 Eylül, bir kuşak kırımıdır. 12 Mart 1971 darbesinde de sosyalist solun bir öncü kuşağının güzideleri katledilerek, kuşaklar arasında ‘doğal’ –yani coşku-tecrübe şirazesini tutan, yani birbirinden öğrenen- bir devamlılığın akışına sekte vurmuşlardı. 12 Eylül, bunu sembolik ve önder şahsiyetlerden öte, kitlesel mezalim ölçeğinde gerçekleştirdi.
Sadece travmanın ağırlığından, can derdinden değil, bu kopukluktan da ötürü; sosyalist sol, o zamandan beri, 12 Eylül’ün muhasebesini yapmanın eksikliğini duyuyor. Kastettiğim, benim de yukarıda yaptığım gibi yerinme makamından tespitlerin ötesinde, netice ve ders çıkartan ve artık bir nevi ‘konvansiyon’ haline gelecek bir muhasebe.
Bu muhasebe açığını telâfi edebilecek bir kaynak var: 12 Eylül öncesi canlı politik hareketin ve 12 Eylül sonrası zulme karşı direnişin tecrübesini yaşamış, bugün yaşı 60’ı geçen devrimciler, anılarını yazıyorlar. [1] Son on yılda artarda yayımlanan –yarıya yakını nehir söyleşi formunda– bu anılarda, ‘70’lerin baş döndürücü toplumsal hareketliliğini, özgürleşme mücadelesini, sahici bir ‘halksallaşma’ deneyimini, ondan öte sahici bir halktanlığı bulabilirsiniz. Keza 12 Eylül sonrasının, hamaset demekten hicap edeceğiniz, çünkü mezalimin hicap veren gerçekliğini can yakıcı bir somutlukla tasvir eden sahici kahramanlık tecrübelerini okuyabilirsiniz. Yanısıra, bu anıları yazanların kendi akılları fikirleriyle yaptıkları hesaplaşmaları da okuyabilirsiniz. ‘Merkezî’-resmî değil, kendiliğinden, öznel muhasebeler. Özeleştirel doz, elbette, kimisinde daha yüksek, kimisinde daha düşük.
Kimilerinde, hem konuşanların görmüş geçirmişliğiyle hem de hiç pişmanlıkla acılaşmamış oluşuyla kuvvetlenen, hayli cesur özeleştirilere rastlayabilirsiniz. “Profesyonel devrimcilik” mesleğinin gerek tatkibatı gerek kavramıyla ilgili… Sekterlikle ilgili. Bizzat ‘damardan’ halktan olanın sözünü sakınmadığı, “halkımız” romantizmiyle ilgili…[2] Yaklaştığı apaçık görülen darbeye ‘hazırlanmamakla’ ilgili…
Konuşmaya, daha doğrusu dinlenilmeye daha geç başlanmış kadınların söylediklerinde, başka bir genişlik ve içgörüyle, daha sakin (sözünü sakınmazken hırçınlaşmayan) bir özeleştiriyle karşılaştığımızı düşünüyorum. Misal; Devrimci Yolcu kadınların konuştuğu Ateşe Uçan Pervaneler (Hazırlayan Kader Çeşmecioğlu, Kalkedon, İstanbul 2015). Bir de eski jargonla “orta kadro” denilenlerin anılarında, hem devrimci-sosyalist politika emekçiliğinin ‘hakikati’, hem de yine cesur bir özeleştirel tutum, daha berraklaşıyor, izlenimime göre. Bunun da etkileyici örneği, Dipnot Yayınları’nın şimdiye kadar dört cilt çıkan Kurtuluş Kendini Anlatıyor dizisinin 3. ve 4. ciltleridir.
Bu anılardan süzülebilecek bilgiyi, bilgeliği, –tekrarlayayım- ‘konvansiyon’ haline gelecek, manevî otoritesiyle herkesi ‘bağlayacak’ bir muhasebeye akıtabilmek, ne kadar gecikilmiş de olsa, iyi olmaz mıydı? [3]
‘En önemli’ tartısına çıkaracak değilim de, çok önemli bulduğum bir muhasebe kalemiyle bitirmek isterim. Anı yazarlarının büyük çoğunluğunun takıntı halinde tekrarladığı bir mesele: Sol içi husumetin delice girdabı. ‘Öteki’ sollara kahrettikçe kendini arınıyor, yüceliyor zannetmek; en yanlış veya ‘en rakip’ bulduğu sol grupla cebelleşmeyi en acil –her halükârda en zevkli– politik uğraş addetmek. Temel esaslarda ve vahim tehditler karşısında asgarî müştereklerin stratejik aklından da, arkadaşlık hukukunun ahlâkından da uzak düşmek.
Süleyman Toklu’nun anlattıklarını okuyun, yeter… [4] Kendi hareketiyle ‘rakip’ hareket arasındaki husumetin silahlı çatışmaya varması karşısında canını tehlikeye atarak bu cinneti önlemeye çalışmasını… Kolunun sakat kalmasına yol açan silahlı saldırıdan sonra da, kendini bu gayretin “kazazedesi” saymasını – sol içinde asgari bir arkadaşlık hukukunu koruma çabasının kazazedesi… ‘Rakip’ gruptakiler hakkında, “hep konuştum, onlar selâm vermese bile hep selâmlaştım,” deyişini… Bu kavgaların “kastlaştırıcı” etkisine, “insanları soldan ve sosyalizmden soğutmasına” dikkat çekmesini…
Tam da, 12 Eylül’le ve dünyadaki faşizm tecrübeleriyle trajik mukayeseler yaparak ders çıkarma ihtarlarının yapıldığı şu zamanda, yine de pek kolay ihmal edilen temel ders, bu değil mi? Asgarî müştereği yine kendi kabilesi içinde aramaya kalkmamak, rıza çıtasını arşa dikmemek.
[1] Yanılmıyorsam, Halkın Kurtuluşu geleneğinden gelenler, hemen hiç yazmadılar.
[2] Bunun etkileyici örneklerinden biri: Ali Taşyapan: İbrahim Kaypakkaya ile Birlikte, Belge Yayınları, İstanbul 1997.
[3] Fırtınalı Bir Denizdir İçimiz ve Daha Dinmiş Değil Fırtına. Dipnot Yayınları, Ankara 2017.
[4] Daha Dinmiş Değil Fırtına, s. 369-372.