İdris Küçükömer
Murat Belge

Birikim’de son yazımda Emre Kongar’ın Asyaî Üretim Tarzı üstüne yazılarından yola çıkarak bu konudaki düşüncelerimi bir kere daha yazdım (Osmanlı’da Kurumlar ve Kültür adlı kitabıma “Ek”’te yazmıştım.) Emre Kongar’ın bu gibi konulara el atmasının nedeni, anlaşılıyor ki, Tayyip Erdoğan’a karşı kurulan cepheyi homojen bir “Kemalist cephe” olarak tutma politikasının teorisyenliğini üstlenmesine bağlanıyor. Çünkü Asyaî Üretim Tarzı kavramından başlayarak İdris Küçükömer’in Düzenin Yabancılaşması kitabına varıyor ve oradaki “Türkiye’de Sol ve Sağ” analizinin yanlış olduğunu söylüyor. Bu da, AKP hakkında ama özellikle iktidarının ilk yıllarındaki AKP’ye destek vermiş benim gibi yazarlar hakkında olumsuz düşüncelerini dile getirmesine imkân hazırlıyor. Böylece Emre Kongar İdris Küçükömer’den “Yetmez ama Evet” sloganına uzanan bir çizgi buluyor. 

Bir süreden beri, örneğin Şerif Mardin hakkında yazdıklarıyla, Türkiye’de demokrasi sorununu demokrat bir zihniyetle ele almış herkesin ne kadar yanıldığını yazan ve bu arada Türkiye halkının 1950’de serbest seçimde oy kullanacak siyasî olgunluğa erişmemiş olduğunu da söyleyen bir “düşünür”, Emre Kongar. AKP ve Erdoğan üst üste bir yığın seçim kazandığına göre, bu ülke halkının hâlâ oy verme “ehliyeti”ne sahip olmadığı da bu argümanlarından belli. Neyse, Emre Kongar’ın kendisi hakkında başkaca bir şey söylemeyi düşünmüyorum. Ancak burada çok kısaca özetlediğim bu “görüşler” yalnız Emre Kongar’a ait değil. Böyle düşünen bir kesim var. Çoğu da iyi niyetli tartışmaya açık insanlar. Onun için ben de bu hikâyeyi bu konumdan bakınca nasıl gördüğümü anlatmak istiyorum. 

İdris Küçükömer’in önemli saptaması “Türkiye Solu” diye bilinen kesim hakkındaydı: “Bu ülkede “sol”, aslında sağdır,” diyordu. Bu sonuca nereden varmıştı? İdris’i görece de olsa yakından tanıyanlar onun 27 Mayıs’ı izleyen günlerde Talât Aydemir ve grubuyla yakınlaştığını bilirler. İdris bir komünist olarak, ülkede komünizme yol açacak bir hareket yapabileceğini düşündüğü için Aydemir’le bu yakınlığı kurmuştu. Ancak, bu cuntacı subaylarla konuştukça onların siyasî fikirlerini daha yakından tanımaya başladı ve dehşete düştü. Komünizme gidecek yolu açmasını beklediği adamlar –kendileri de pek farkında olmadan– koyu faşisttiler! Bunu anlamak İdris’in bütün hayatını sarsarak değiştirdi; her şeyi yeniden düşünmeye başladı. Düzenin Yabancılaşması bu toptan değişimin sonucunda yazıldı.   

Mustafa Kemal hareketi, bu toplumda bütün “Batılılaşmacı” girişimler gibi, “yukarıdan aşağıya” işleyen bir hareketti. Kurtuluş Savaşı, en ciddi yanı Yunanistan’la savaşı içeren, son analizde Dünya Harbi’ni kazanan güçlerle girişilmiş bir mücadeleydi. Ama hep olduğu gibi, aynı zamanda içeride ne olacağını da belirleyen bir mücadeleydi. Mustafa Kemal Kuvâ-yi Seyyâre gibi yöntemleri (ya da Mustafa Suphi’nin gelişini) dışlayıp düzenli ordu kurmakla bu mücadelenin sınıf karakterini de belirlemiştir (örneğin Yorgun Savaşçı’nın anlattığı gibi).

Bu normal. “Batılılaşma” gibi bir hareketin “yukarıdan aşağıya” işlemesi, seçkinlerin tavrını yansıtması da normal. Bu sorunları bilenler, bunları düşünenler zorunlu olarak seçkinlerdi. Bu seçkinler, ayrıca, “solcu” falan da değillerdi. Olmak zorunda da değillerdi (“Solcu” olanlar bir avuçtu da, onların nasıl “solcu” olduğu ayrı bir konu). Cumhuriyet kurulduktan sonra “Halkevleri” gibi politikalar uygulamak da hareketi “halklaştırmak” bakımından yetersiz kalmaya mahkûmdu.

Sonuç olarak bunlar hepsi normal – belirli ölçülerde hattâ iyi. Yirmilerde “sosyalizm yapacağız” diye Sovyetler Birliği’nin peşine takılmış bir “Türkiye Halk Cumhuriyeti”nin otuzlarda ve sonrasında ne olacağını düşündüğümde gözümün önünde sevimli sahneler canlanmıyor. 

Bunlar tamam, ama Mustafa Kemal’den ve hareketinden, bunun kadrolarından, iki adım daha atsa sosyalist olacak bir hareket çıkarsamak olacak şey değil. Sosyalist hareketin birinci özelliği düzene muhalif olmasıdır; Mustafa Kemal’in CHP’si ise düzeni kuran partiydi. Atatürk kendisi değil ama yakın çevresi, Yunus Nadi, Falih Rıfkı, Mahmut Esat, Recep Peker, Şükrü Kaya v.b. hepsi Mussolini hayranıydı.

Ama bu “intelligentsia”, henüz oluşamamış kapitalizmin, “burjuva demokratik” değil “burjuva anti-demokratik devrimi”ni yapan kadroları, toplumun “ilerici” (ve gereğinde “sol” –Nevzat Tandoğan’ın dediği şekilde) güçleri olarak tanıtmayı başardı. Bu yaygın ideolojiye ilk ciddi darbeyi vuran kişidir İdris Küçükömer.

Hindistan’da Congress Party’den komünist olmasını bekler miyiz? Sun Yat Sen ya da Cang Kai Şek komünist olabilir miydi? Kerenski kötü bir adam değildi ama Bolşevik olabilir miydi?

Her neyse, İdris böylece “Bu toplumda “sol” aslında sağdır” dedi. O halde, mantık, “sağ”ın da sol olmasını gerektiriyor. Aslında hiç de gerektirmiyor ama böyle bakılmasını da normal karşılamak gerek. Hem zaten İdris kendisi de öyle baktı, kitabında öyle yazdı da. 

Bunu, Marksizm’in öteki ölçütüne bakarak yaptı: Ekonomik ölçüte. Türkiye’de bu bürokratik kesim yolları tutmuştu. O dar çevrenin dışında kalan geleneksel-muhafazakâr kesim için tek ciddi hareket alanı ekonomik alandı. Böylece, bu kesim, Demokrat Parti iktidarıyla başlayarak, üretici güçleri geliştirdi. Bu anlamda bir “solculuk” yaptı.

Hikâyenin bu kısmını ben o yıllarda da kabul etmemiştim. Kapitalizm yapmakla yarım yamalak da olsa “sol” olunacağına aklım ermez. Ama bir toplumda gerçek anlamda bir “sol”un çıkışı önlenebilir. Türkiye’de olan da budur. Gene bir toplumda sağın çeşitli stratejileri, birden fazla çizgisi olabilir. Türkiye’de olan gene budur. Kenan Evren’le Tayyip Erdoğan’ın birbirlerine hiç benzemeyen bir yığın özellikleri var; bu, birinin “solcu” olmasını gerektirmiyor. 

Kaldı ki, Demokrat Parti’nin üretici güçleri geliştirecek hamleleri yapmasında “Tek-Parti dönemi”nde kapitalizm için yapılmış ilk birikimin önemli bir rolü olduğunu düşünürüm. Bu çerçevede geçmiş sağ çizgilerin ve bugün de Erdoğan’ın bu katkıya vefasızlık yaptıkları kanısındayım (Demokrat Parti durumunda Marshall olgusunu da hesaba katmak gerekiyor). 

Üretici güçlerden yola çıktı ama İdris, siyasî sorunu da aklından çıkarmadı. Özellikle de sözkonusu kitabını yayımladıktan sonra.

12 Eylül’ün solmaya başladığı dönemdi. Ben de Yeni Gündem’in editörüydüm. Hedeflerimden biri, İslâmcılar’la bir diyalog kurmaktı. İletişim elbette sol bir yayıneviydi ama demokrasinin asgari müştereklerinde bir araya gelebilen herkese de kapısını açık tutmalıydı. Böyle bir durum, daha uzun vadeli bir düşünce alışverişinin kapısını da açabilirdi. 

O tarihlerde İslâmcı kesimden bir dostum, İdris Küçükömer’le tanışmak istediğini söyledi. Kitabını okumuş, bunları yazan kişiyi merak etmiş. Tanıştırabilir miyim? Evet, tabii. İdris’le konuştuk, o yıllarda Sirkeci’de Şehir Lokantası vardı. Orada bir öğle yemeği masasında buluştuk. Biz İdris’le rakımızı içiyoruz. Çok uzatmadan İdris lafa girdi. Mealen, Komünist-İslâmcı yakınlaşmasının kolay bir şey olmadığını söyledi ve bu konuda çok temel bir sorunun çok eskilere dayandığına değinerek sözü Gazalî-İbn Rüşd tartışmasına getirdi. “Bugün İslâmcılar bu soruya ne cevap veriyor?” İslâmcı dostumuzdan alabildiğimiz cevap bunların ikisinin de çok muhterem kişiler olduğuydu.

Sanırım anlattığım bu anekdottan otuz yıl sonra, bugün, bu cevap fazlaca değişmiş değil. Ama bu soru, gerçek içeriğiyle, İdris Küçükömer gibi “eksantrik” sayabileceğimiz bir kişinin eksantrik merakından ibaret değil artık. Pek çok güncel soru’nun ve sorun’un bununla ilişiği var ve “o da muhterem, bu da muhterem” diye kazanıldığı sanılan zaman aslında çok şeyler kaybettiriyor.

Bugün de bu konularda çok fazla mesafe alamadım. Demek ki daha bir süre bu konularda gezineceğiz.