Edebiyat tarihinde vardır öyle çok bahsedilen ama az okunan eserler. Frankenstein gibi. Yayınlanmasının üzerinden iki yüz yıl geçmiş. Bütün bu zaman boyunca, bilimsel etik, insan olmanın anlamı, yaratma arzusunun tehlikeleri… üzerine tartışmalara ilham vermiş. Ve tabii çok sayıda filme, romana, şiire, televizyon dizisine… Dünyanın onca hızlı döndüğü, aksiyonu bol bu iki yüz yıl boyunca Frankenstein eskimedi, eskimek bir yana, belki yazıldığı zamandan bile daha canlı, karşımızda duruyor.
Mary Shelley Victor Frankenstein ve adsız yaratığını hayal ettiğinde, 18 yaşındaymış. Hikâyeyi bilirsiniz, Cenevre Gölü yakınlarında kiraladıkları bir villada, Mary Goodwin (Shelley), Percy Shelley, Byron, doktoru Polidori, Mary’nin üvey kardeşi Jane Claire Clairmont, fırtınalı bir gece, birbirlerine korkunç hikâyeler anlatırlar. Polidori’ninki bir vampir hikâyesidir, sonradan Dracula’nın esin kaynağı olan hikâye. Mary ise ceset parçalarından bir canavar yaratan Victor Frankenstein’ı yaratır.
Mary Shelley’in simyacıların homunculus deneylerine aşina olup olmadığını bilmiyoruz ama Luigi Galvani’nin ölü bir mahkûmun bedenine elektrik vererek canlandırma deneyinden haberdar olduğunu biliyoruz. Frankenstein’ı bir “modern Prometheus” olarak düşünüyor. İnsanlara ait olmayan bilgiyi tanrılardan çalan ve bunun için cezalandırılan bir figür.
Roman, bilgi arzusunun peşindeki Walton’un kız kardeşine yazdığı mektuplarla başlar. Walton, kendisinden önce hiçbir insan ayağının basmadığı topraklara, “sonsuz ışık diyarına”, Kuzey Kutbu’na gitmeye çalışan bir kâşiftir. Walton’un keşif arzusu, yapacağı yolculukla ilgili hazırlıkları, kendisini anlayacak, “göz göze bakabileceği” bir yoldaşa duyduğu özlem… Bu mektuplar, Frankenstein’la karşılaşmadan önce, bizi daha “temiz”, daha aydınlık bir bilimsel merak türüyle tanıştırır. Walton, çocukluğundan beri hayalini kurduğu bu sefere çıkarken pek çok tehlikeyi göze almaktadır ama bunlar arasında “karanlık tarafa geçmek” yoktur. Sonra, dördüncü mektupta, önce yaratıkla, sonra da Victor’la karşılaştığını öğreniriz. Çok etkileyici bir sahnedir: Buz kütleleriyle sıkışmış bir gemi, kopkoyu bir sis, sisin yavaşça kalkmasıyla görünür hale gelen uçsuz bucaksız buz ovaları… Ve geminin biraz ötesinde, iki köpeğin çektiği bir kızaktaki dev yaratık. Walton, onu “insan biçiminde ama dev cüsseli olduğu anlaşılan bir yaratık” diye tanımlar. Arkasından, başka bir kızaktaki Victor’u bulurlar. “Bu adam, diğer yolcu gibi ıssız bir adanın vahşi yerlisi görünümünde değil”dir ve Walton’un göz göze bakabileceği bir yoldaş özlemine cevap gibidir.
Frankenstein’ın hikâyesini, ancak böyle uzun bir girişten sonra dinlemeye başlayabiliriz - Walton aracılığıyla. Romanın sonunda, yaratığı yine onun gözünden görürüz. “Babasını” öldürmüş evlat, onun cesedi başında yas tutmaktadır. “Yüreğim yaradılıştan sevgiye ve şefkate yatkındı ve bedbahtlığın onu tam tersine kötülük ve nefrete yöneltirken, bu aşırı değişime katlanmak senin hayal edemeyeceğin kadar eziyetliydi” der Walton’a.
Victor Frankenstein, cennetsi bir çocukluk geçirdiği Cenevre’den üniversite eğitimi için ayrılmıştır- bilgi meyvesinin peşine düşüp cennetten ayrıldığı tarih, 1789’dur!
“İnsan bedeni, daha doğrusu, bir can bahşedilmiş herhangi bir hayvanın yapısı” en çok ilgisini çeken konulardan biridir. Böylece yaşamın kaynağını araştırmaya başlar, bunun için önce ölüme yönelmesi gerektiğini fark eder. Canlı bir varlık yaratacaktır. Bir süre daha basit bir organizma üzerinde mi çalışsın yoksa “kendi gibi bir varlık” mı yaratsın kararsızlık yaşar ama sonra, bir insan yaratmaya karar verir. Kimseyle paylaşamadığı bu deneyi onu diğer insanlardan ve hayattan yalıtır, “uğraşısının iğrençliği”nin farkında olmasına rağmen cezbeye kapılmış gibidir. Sonunda ceset parçalarından çattığı o devasa beden, elektrik akımıyla canlanır, kocaman sarı gözlerini açar. Victor, yarattığı canlıdan korkar, “yüreği dehşet ve tiksintiyle” dolar, evden dışarı kaçar. Bu sahne, tuhaf bir doğum sahnesidir. Hem Zeus’un annesi Metis’i yuttuğu ve onu kendi kafasından dünyaya getirdiği Athena’yı düşündürür bize, hem Mary’nin kaybettiği bebeğini (üç yıl önce, iki aylık kız bebeğini kaybetmiş ve uzun bir depresyon yaşamıştır; oğlu William henüz birkaç aylıktır). Ama ne Zeus Athena’yı gördüğünde böyle irkilmiştir ne de Mary bebeğinin öldüğünü fark ettiğinde odadan kaçmıştır - Victor’un yaratık karşısındaki korku ve tiksintisi, onun bitmeyecek cezasının başlangıcıdır.
Bir isim vermediği yaratık, dünyaya kendi başına alışmak zorundadır - beslenmeyi, konuşmayı ve hatta okumayı öğrenir, insanların ondan korktuklarını ve tiksindiklerini fark eder, önce iyilik yaparak insan topluluğuna karışmayı dener ama reddedilir. Yaratıcısının bile sevmediği bir yaratıktır o.
Klonlamanın, genetik mühendisliğinin ve “frankenfood”un (canavar gıdalar- genetiğiyle oynanmış organizmalar) korku ve tiksinti saldığı bir zamanda Frankenstein’ı “yoldan çıkmış bilimin yol açtığı felâketler”e ilişkin bir hikâye olarak okumak mümkün. Bütün o korkunç bilim adamı hikâyeleri de böyle bir okumayı besliyor.
Bir yandan da Mary’nin büyük bir maharetle yaratığın bakış açısını bize göstermesi, işin rengini biraz değiştiriyor. “Sevmeyeceksen neden yarattın beni?” diye soran bu varlığı sadece çılgınca bir deneyin feci sonucu olarak göremiyoruz. İsmi olmayan bu canavarın canavarlıktan başka potansiyelleri de olabileceğini seziyoruz. Ne de olsa, genetik mühendisliği ve GDO’lu gıdalar kadar, androidler çağındayız da.
Tecrübeden öğrenen ve kendini yenileyen akıllı makinelerin yine de “makine” sayılıp sayılmayacağına dair o harika Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi? romanını hatırlıyoruz mesela. Philip Dick bu romanı 1968’de, başka bir devrim çağında yazmıştı.
Yirmisinde bile olmayan bu genç kadının iki yüz yıl önce hayal ettiği ve canlandırdığı bu yaratık, daha uzun zaman bizi kendisiyle uğraştıracak gibi görünüyor…