"Ataç'a Saygı"
Orhan Koçak

Bir “dil yazısı” pratiği var bu ülkede, galiba geçen asrın 40’lı yıllarının sonuna doğru gazetelerde beliren. Galiba başladığı andan itibaren de iki ayrı hat üzerinde ilerlemiş. Biri, daha önce başlayanı, ama Atatürk’ün ölümünden sonra, dilin “yozlaşmasına” odaklanır; öteki, bir deneme türü olarak asıl atılımını 60’lı yıllarda gerçekleştireni, esas itibariyle sadece “yabancı” sözcüklere “Türkçe” karşılılıklar bulma ve “eskimiş” sözcükleri kovma işini üstlenmiştir. Tahmin edilebileceği gibi, bu iki faaliyetten birincisinin yatağı “muhafazakâr” çevrelerdir; ikincisindeyse eski Türk Dil Kurumu’na farklı ideolojik kapılardan giren biraz daha çeşitlenmiş bir toplulukla karşılaşırız – derneğin üyesi ve çalışanı olan bir Cemal Süreya mesela “saylav” sözcüğüyle dalga geçerken “yaşantı” veya “deneyim”i kahramanca savunabilmekte, buna karşılık bir başkası (Memet Fuat?) “komünist” yerine “ortaklaşmacı” derken sadece bir korunma çabası içinde olmadığına kendi kendini de inandırabilmektedir.

“Devrimler ve tepkileri”, Mahmut Goloğlu’nun kitabının başlığıyla. Bu çatışmanın tarihine burada girmeyelim, çok sıkıcıdır, “Güneş Dil Teorisiyle” başlayan ama orada kalmayan topyekûn ve çift taraflı bir zihinsizlik serüveni. Daha ilginci, bu dil yazısı pratiğinin bugüne kadar devam etmiş olması. Üstelik tıpkı eski konumlanışlarla. Bugün belki bir Ahmet Kabaklı yok (bir Tercüman gazetesi yok), ama 90’lı yıllarda uzunca bir süre Hakkı Devrim’in dilin doğru kullanımının korunmasıyla ilgili yazılarından yararlandık, eski Radikal gazetesinde. Yanılmıyorsam şimdilerde de Habertürk’te Murat Bardakçı ara sıra benzer bir çaba içine giriyor (ama can arkadaşı İlber Ortaylı’nın Hürriyet’teki köşe yazılarının son derece derme çatma sözdizimi hakkında bir “ikazda” bulunma gereği duymaksızın). Bu koruma (kayyım) pratiğinin karşısında, yüz seksen derece karşısında, veya yüz on, temel meselesi (hatta tek meselesi) yabancı sözcüklere Türk karşılıklar bulmak olan bir dil topluluğunun direnmeye çalıştığını görüyoruz. Geçen günlerde Birgün gazetesinde Atilla Aşut’un dil köşesinde ilginç bir manzarayla karşılaştık: Nutuk’u özgün metninden şüphesiz okuyamayacak ve sözlüğe bakmaya da vakti veya mecali olmayan sayısız insan, yememiş içmemiş ve o “prompter” lakırdısına ne yapıp yapıp bir Türkçe denk icat etmeye girişmişti: çoğu “cam” sözcüğünü bir şekilde içeren deyimler, çoğu “parafraz”, “çevrimsöz”.

Yapısal dilbilimi bize daha 60’lı yıllarda tanıtan, kendisi de eski bir Türk Dil Kurumu çalışanı olan büyük romancı Tahsin Yücel’di. Orada dil iki kısma ayrılır: dil ile söz. Dilin (langue) kıstası doğruluk/yanlışlıktır: o dili o anda konuşan herkesin bildiği varsayılan kurallar, gramer ve bir potansiyel sözcük dağarı. Söz (parole) ise bu kurallar ve sözcükler bütününü varsayan ama onun üzerinde kişisel, anlık bir tasarruf uygulayan bir öznenin dilsel edimi. Necmiye Alpay, Dil Meseleleri: Uygulama Üzerine Yazılar II (2018) kitabında diyor ki, sözün etkinliğini sadece dilin kurallarıyla ölçmeye kalkarsak şapa otururuz, insanların konuştuğu lisanı önceden gözlemleyip kurallarını çıkaran Marslıların dünyaya ayak bastıklarında kendilerini kibarca ifade etmeye çalışmalarına benzer bu: ne biz onların kibarlığını, iyi niyetini seçebiliyoruzdur, ne de onlar bizim dehşetimizi, henüz söze (ve eyleme) dökülmemiş saldırganlığımızı. Söz için çok daha gururlu sözler edilebilir: çünkü iletişimin yanı sıra ve ötesinde duygudur, insaniliktir, ifadedir, Alpay’ın belirttiği gibi üsluptur ve şiirdir – bir jest halinde kabarmış dil. Burada dil (langue) iptal edilmesiyle ya da geçici olarak askıya alınmasıyla belli eder kendi kurallılığını. Söz de gücünü dilden azıcık sapmış olmasıyla. Alpay’ın referanslarından Ece Ayhan’ın bir cümlesiyle örneklemeye çalışalım: “Sürülecektir bozukluklar biçimi. Bir kızla bir müşteri ayının kucaklaşmasından” (Ortodoksluklar). O “-le” ne oluyor orada, geri kalanını az çok anlar gibi olmamıza rağmen? Dilin yanlışları-doğruları vardır, söz edimininse yeterlilik ve yetersizlikleri, başarı ve başarısızlıkları. Ece Ayhan’ınki bir dilsel yanlış ve bir sözel zaferdir, aynı anda birçok şeyi söylemiş gibi yaparak: bozukluk devam edecektir, ama bundan da fazlası bir bozukluğun tarlası mı sürülecektir, yeni bozukluklar üretmek üzere? Sözdizimi (sentaks) eğilip bükülür. Sözel edimin bir senkronik kurallar bütünü olarak dile karşı 1-0 galibiyeti mi? Şu var ki burada bir zafer veya yenilgi olduğunu Jüpiterli dostumuz tam anlayamayacaktı, tıpkı olanca gücüyle mesela “mendeburluk” sözcüğüne bir arı-Türkçe karşılık bulmaya uğraşan TDK çalışanı gibi. Ama biz kuralı zaten bildiğimiz ve aramızda çok önceden beri de söyleştiğimiz için biraz farklı bir yerdeyiz (“şiir okuru” konumundayız).   

İşte, bu fazlasıyla romantik ikili karşıtlığın (toplum-birey, kural-isyan, vb) ayaklarının arasına Roland Barthes bir üçüncü terim sürüverir: eski Danimarkalı dilbilimci Louis Hjelmslev’den aldığı bir kavram, kullanım. Belli bir tarihsel anda “belli bir toplumda geçerli olan bir adetler/alışkanlıklar takımı olarak dil” (diye tanımlıyor Göstergebilimin Öğeleri’nde). İlk ve ne yazık ki tek verdiği örnek, Fransızların “r” harfini telaffuzudur, gırtlaktan ama sonra yutar gibi (aynı ses Danimarkacada öğürmeyi ve aslında çıkarmayı andırır). Latin Amerikalıların İspanyolcasıyla İspanyalıların İspanyolcası arasındaki fark da belki buraya giriyordur: Amerika’da ünsüz sesler esas itibariyle iptal olmuşken İberik’te hâlâ kullanılmaktadır.[1] Ama sadece sesle, telaffuzla (ve dolayısıyla iklim koşullarıyla, suyla, çölle, okyanus mesafesiyle, yerli avlamayla vb) sınırlayamayız bu “kullanım” kavramının etkinliğini. Ben şunca yıl sonra bile telaffuzumdaki eski “kh” (veya “ng”) sesini bastıramıyor, gizleyemiyor olabilirim, siz de ayınları gayınları hâlâ gururla çatlatıyor olabilirsiniz, Bekir Bozdağ gibi: ama “şekerciğim” bu bizim bir konferansta birbirimizi ve İlber Ortaylı’yı mükemmelen anlamayacağımız anlamına gelmez: rrğ’lerin, kh’ların, ng’lerin üzerinden kayarak erişiriz birbirimize, bunları da bolca kullanmış olarak. 

Hayır, telaffuzun, aksanın, şivenin ötesinde (belki bunları da içeren) bir etkinliği var Barthes’ın “kullanım” dediği şeyin. Burada ölçüt doğruluk/yanlışlıktan düzgünlük/bozukluğa kayar. Çünkü “kullanım”, Barthes’ın kendisinin de en iyi bileceği gibi, bir konvansiyon sorunudur, bir toplumsal-kültürel uzlaşım. Bu konuları bugün burada bizim de böyle tartışmamızı sağlayan yazar, demek Ziya Gökalp, bütün o “hars ve medeniyet” bahislerine rağmen, dilde asıl ölçütün (sakil duruma düşmemeyi sağlayan ölçütün) doğruluk değil düzgünlük olduğunu çoktan fark etmişti (ister Renan’la, ister vb ile): Konuşacağımız dil, diyordu, yazıda kullanacağımız ve birbirimizi işiteceğimiz dil, “İstanbul hanımlarının lisanı” olmalıdır, bütün o hars-medeniyet şeyine rağmen. Böylece bizim “kh”lar, ayınlar gayınlar iptal oldu, ancak Develili veya Vakfıkebirli akrabaların kendi aralarında (o da “ironik” bir şekilde) konuşurken çıkaracakları seslere indirgendi. Şakalaşma sesi. Uzunca bir süre böyle gitti. Mesela Süleyman Demirel (hatırlanıyorsa eğer) seçmenlerine seslenirken “Denizlice” konuşurdu, aynı Özay Gönlüm, ama daha resmi ortamlarda İsmet Paşa’nın veya Menderes’in şivesini elden geldiğince (ya da gırtlaktan) izliyordu.[2] (Şüphesiz şimdi böyle değil: ortalık sadece “ng”lerle, “kh”larla değil, “a” ile “e” arasındaki o nefis, bence Güney Afrika dillerinden almış olduğumuz seslerle dolu, mesela Bekir Bozdağ’dan bildiğimiz æ).

***

Süregelen bir dil yazısı pratiği var, ama kendi hakkında düşünmeyen. Bir taraf hâlâ “derece”ye “ateşölçer” diyebilmiş olmanın güveniyle hareket ediyor, belki eczacı çırağını da zor durumda bırakmanın zevkiyle – öbür tarafsa hâlâ “doğru” kulllanımın peşinde, doğru ile düzgün arasındaki farkı çok anlayamamış olarak. Edebiyatı Cedide’nin ikinci kuşağından Süleyman Nazif (tıpkı Cemal Süreya veya Ahmed Arif gibi zamanın Türkçesini çaresizce çok iyi kullanan bir Kürt) Cumhuriyet’in kuruluşuna doğru kendini bir özdeyiş ustası olarak kanıtlamaktaydı – sonra bir anda okunmazlaştı. Şunu Barthes’ın orada belirtmemiş olması da benim için şaşırtıcıdır: “Kullanım” denilen dilsel alan (“İstanbul hanımefendileri”) her zaman hâkimiyetle, hiyerarşiyle, şu halde politikayla, düzenleme çabasıyla, demek tartışma ve çekişmeyle ilişkiliydi. Hegemonya da denebilir. 

İşte Necmiye Alpay’ın dil yazıları (belki dil müdahaleleri de diyebiliriz, zarif, saldırgan-olmayan, koruyucu/kurtarıcı operasyonlar) burada bir “fark yaratıyor”, bir jilet kenarı. Kitap, bir “Genel Bakış” denemesiyle, bu dilsel “yozlaşma” fikrini tartışmaya açarak başlıyor. Burada bir asil, doğru, eksiksiz bir şey vardı da şimdi mi onun bunun elinde dejenere ediliyor? Yukarda yapmaya çalıştığımız üçlü ayrım açısından bu dejenerasyon fikrinin herhangi bir geçerliliği yok. Dil yozlaşmıyor mudur, daha önemlisi aptallaşmıyor mudur? Hayır, var böyle bir düşünmesizleşme. Bunların çokça örneğini Alpay’ın 3., 4. ve 5. bölümlerinde bulacağız. Mingayrihaddin, bazı en iyi gazetecilerde (mesela….) bulabileceğimiz bir “lıklık” durumuna dikkat çekeyim: “Harem selamlık” yerine “haremlik selamlık” diyorlar, “güllük gülistan” yerine yine lıklık boca ederek “güllük gülistanlık”. “Malumu ilam” yerine “malumu ilan” demek de burada, sevdiğimiz sol dergilerde. (Tahsin Yücel olsa, doğrusunu yapıp “bilineni bildirmek” diyecekti.) 

Sonra bir de benim burada ancak “zihinsel yeterlilik” veya “kavramsal yeterlilik” olarak adlandırabileceğim bir çetin sorun var: farklı katmanları, dolambaçları, uzak göndergeleri olan bir tahsilli dili şu günün Türkçesine, sizin bizim konuştuğumuz/okuduğumuz lisana nasıl aktarmak? Geçen asrın 60’lı, 70’li yıllarında mesela sosyalist aydınlar arasında Karl Marx’ın felsefi metinlerinin çevirisine ilişkin verimsiz olmayan bir tartışma çıktıydı: Selahattin Hilav, Murat Belge ve Hilmi Yavuz, 1844 Elyazmaları’nın çevirisi hakkında tartışıyorlardı. O tartışmadan benim kuşağım çok şey öğrenmiş, ama şunu hiç anlamadan geçmiştir: Alman felsefesi ne çare ki Türkçeleştirilemiyor. Kant olmuyor, o olmadığı için Hegel, o da olmadığı için Marx olmuyor. Bugün bile yetersiz Kapital çevirileri var elimizde. – İşte Cumhuriyet gazetesinin okur mektupları köşesine yılmadan öz- veya arı-Türkçeci öneriler gönderen okur/yazarların tanımak istemedikleri, karşılaşmak istemedikleri sınır: “reflexif” kelimesini “düşünümsel” olarak karşıladığımızda işimizi yapmış olarak uykuya geçebiliyor muyuz?

Bu geçişsizliği “karşı” tarafın da sorun etmemiş olduğunu görebiliriz: Ayrı dillerden yazıyorlardı, bir tarafta Kâtip Çelebi ve Evliya, usta nasirler, tahkiyeciler, öbür tarafta referansları (“göndergeleri’) bambaşka bir lisan, Şeyhülislam Yahya’nın, ama Ankaravî’nin de söylemi. Felsefe, mit veya “sahici” inanç. Birbirine çevrilmiyor. İşte Alpay bu zor, nankör konunun bir kısmıyla kitabının 5. bölümünde (“İngilizceden Gelenler”) ne var ki sadece “uygulama” olarak uğraşıyor. Bugüne kadar bu konularda yazmış olanlardan çok önemli farkı şu ki, yapısal dilbilimin bazı soğuk, ama koruyucu neşterleriyle yaklaşıyor meseleye: gösterge, gösteren, gösterilen. Kabul görmeyeceğinden emin olabiliriz, hiç kimseyi uyandırmayacağından. (Ama Atilla Aşut’un çabasını da yabana atmamak gerek, üstelik kendi yazdığı gazetenin [Birgün] çok genç çocuklarına karşı.)

Tek bir şey söyleyeceğim: Son dönemde bazı en iyi, en berrak yazarlarda ortaya çıkan bir “eski lisan” hevesi hakkında da bir müdahalede bulunmasını beklerdim ben Alpay’ın. Niçin oluyor bu? Mesela “başvurdu” yerine “müracaat etti” deyince cümleye ilave bir anlam eklemiş, “başvuru”dan daha farklısını, daha fazlasını bildirmiş oluyor muyuz? Olabilir tabii, konuştuğumuz dile hava aldırmak isteyebiliriz, sadece 1934-77 arasına sıkışmamış olduğunu “anımsatmak” isteyebiliriz. Ama Tanıl Bora’nın Adolf Loos’un “Süsleme ve Cürüm” yazısını da okumuş olduğunu varsayıyorum, “atmosfer”, “ambians” veya “üslup” gibi şeylere metelik vermeyeceğini. Valéry mi demişti, “üslubun” ya da “kişiliğin” derisini kaldırın, altında işleyen ya da aksayan makineyi göreceksiniz.  

Ama artık herhalde şunu bütün dilcilerle birlikte bizim de görmemiz gerekiyor: bu ülkede, bu dilde hâlâ bir gazete sütunu olarak “dil yazıları” yazılıyor, başka yerde yok! Rusya’da yok, Polonya veya Yunanistan’da yok, Hindistan’da zaten olamaz, ABD’de bile artık yok (son yirmi küsur yıldır)! Dilci şunu düşünmek zorunda değil midir: niçin oluyor bu? Cahil çocuklara dilbilgisi öğretmenin ötesinde, Necmiye Alpay gibi bir eleştirmenin, Atilla Aşut gibi bir şairin hâlâ süreğen bir çaba olarak “dil yazısı” yazıyor olmasının sebebi ya da koşulları nedir? 

Şıpınişi (ve epeyce maliyetsizce) icat edilmiş bir dille yazdığımızı, konuştuğumuzu ne zaman kavrayacağız? Özbek kardeşimiz suratımıza kahkahalarla gülünce mi? 



[1] Eskiden sosyalistken sonradan en hafif deyimiyle Üçüncü Dünyacı olan bir dostum, asıl çünkü eski çünkü “Batı”ya karışıp yozlaşmamış İspanyolcanın Latin Amerika’da konuşulduğunu söylüyordu. Ne denebilir? “Batı”nın 14.-17. Yüzyıllar arasında esas itibariyle “İspanya”dan oluştuğu mu? O dilin tam o tarihlerde Madrid veya Sevilla’nın dışına ayağını atmamış Gongora, Calderon ve Lope de Vega isimli kişiler tarafından sadece konuşulur değil, özenilir bir dil haline getirildiği mi?

[2] İnönü. Cemal Süreya, onu cepheden gönderdiği telgrafların “kara cümlesiyle” anar, bir tür “sıfır derece yazısı”, yine Barthes’ın deyimiyle. Fazlasız ama eksiksiz de. Süssüz, Cemal’e göre çıkarsız. Edebiyatı Cedide’nin Ahmet Hamdi’ye kadar sızmış (artarak gelmiş) süslemeciliğinden sonra, her şey o sıfır noktasından başlayıp gelişecektir. Mesela İrlanda viskisinin o toprağın lağım ve sanayi artığı sızmamış saf suyunun kendi kendine düşünüp taşınıp ve dolayısıyla dertlenip yavaşça “hayat suyu” haline gelmesi gibi. Buğdaya, arpaya, darıya ihtiyaç yok. Ah milliyetçilik. Ah mitomani.