Apaçık karşıtlıkların mekanıdır insan varlığı. Uzlaşmaz zıtlıkların bir arada, iç içe geçtiği bir hayatın öznesi. Yıkıcılığın ve yaratıcılığın, ölümün ve hayatın, eros ve thanatos’un, geçmiş ve geleceğin, anlamla boşluğun eş zamanlı olarak sahnelendiği, birlikte varolduğu bir hayat yaşadığımız içindir ki -hep bir sınırda ikamet etmenin, bir sınırı aşındırıp durmanın ürettiği acayip bir enerji yüzünden-, her seferinde ümitsizce bitap düşmekle coşku ve sevinçle canlanmak arasında gider geliriz. Cansızlık ve içe çekilmekle kendinden geçercesine yükselmek arasında, biteviye.
Zamanı ileriye ve geriye doğru aynı anda kat etmek, bu benzersiz bileşim sadece insana özgüdür. Demek insan ikili bir zamansallığa sahiptir. Beklemek/umut etmek/gelecek zaman bir yanda geçmişe dönük olmak, geçmişin hayaletleri, yükleri ve gölgesi diğer yanda. Kendini şimdiden gelecekte var etme, gelecekte konumlanma arzusu ile geçmişte gömülü kalma, geçmişin bağları arasında gerilmiş ve sıkışmış, bir arada/aralıkta tutunmaya çalışan bir varoluşa tabidir insan. İnsanı hep ısrar eden bir açmazda mıhlayan, tam ortadan bölen bir bileşimdir bu. Parçalanmaya, dağılmaya, eksilmeye yönelik tutkulu arzu ve bunu kayıt altına alma çabasıyla birleşmeye, bütünleşmeye, tamamlanmaya yönelik itki ve eğilimler de aynı zaman çatlağından neşet eder.İnsanın hem dil olarak Öteki hem de diğer somut ötekilerle ilişki içinde var olmasının, ilişkisel bir varlık olmasının, kendini ilişkisel bir matris içinde, o matristen yola çıkarak var etmesinin en temel anlamı da bu değil midir? Ötekilere kendim hakkında konuşarak ve böylece kendimi de yeni bir biçimde duyarak, ileriye doğru ilerleyen bu hareket sayesinde, bu kendimi dinleme edimi içinde geçmişte olduğum kişi hakkında yeni anlamlar yaratır, yeni anlamlara ulaşırım. Böylece kendime ilişkin edindiğim yeni anlamlarla şimdi olduğum kişiyi değiştirmeye başlarım. En sahih hakikat üretme sürecidir bu. En arı haliyle bir devrim süreci , bir psikoterapi seansı ve bir aşk karşılaşmasının öznesinde cisimleşen şeyden söz ediyorum.
***
Freud “Narsisizm Üzerine: Bir Tanıtım” makalesinde (1914), sevgi/aşk konusunu büyük ölçüde narsisizm perspektifinden ele alır. Sevgiyi/aşkı, libidonun öznenin kendi benliğinden bir başkasına aktarılması olarak görür. Bir ilgi ya da yatırımın (interest, cathexis) bu aktarımı ihtiyaç duyulduğu zamanlarda geri alınabilir niteliktedir. Böylece nesne seçimi (öteki, sevgili; ilginin/yatırımın yöneldiği başka birisi) narsisizmle bağlılaşık bir statü, yani narsisizmin dışına çıkış anlamı edinmiş olur. Libidinal ekonomiye bu açıdan bakıldığında, zaten narsisizmin dışına çıkılmasından ve narsisizme geri dönülmesinden başka bir şey yoktur artık: Her öznenin sahip olduğu, elinin altında bulundurduğu belli miktarda bir libido vardır ve bunun bir kısmı bir nesneye aktarıldığında (böylece nesne-libidosu halini aldığında/meydana geldiğinde), özne için kalan miktar azalmış olur. Yani, nesne-libidosundaki bir artış ego-libidosunda bir azalışa yol açar ya da tersi.
Aynı biçimde, ideallerin de narsisizmin yer-değiştirmesi araçılığıyla ortaya çıktığı fikrini ileri sürer Freud:
“Çocuklukta aktüel ego tarafından zevki sürülen benlik-sevgisinin hedefi şimdi artık bu ideal egodur. Öznenin narsisizmi tıpkı çocuksu ego gibi kendisini, değerli olan her mükemmelliğin maliki olarak gören bu yeni ideal egoda yer-değiştirmiş olarak görünür kılar. Libido söz konusu olduğunda daima olduğu gibi insan burada da yine, kendisini bir zamanlar zevk aldığı bir doyumu terk edemez halde sergilemiştir. Çocukluğunun narsisistik kusursuzluğundan vaz geçmek istememektedir; büyüdükçe başkalarının tembihleri/kulak çekmeleri ve kendi eleştirel yargısının uyanması tarafından, artık bu mükemmelliği/kusursuzluğu daha fazla muhafaza edemeyeceği hususunda rahatsız edildiğinde onu yeni bir ego ideali formunda geri kazanmaya çalışır. Önüne kendi ideali olarak yansıttığı şey, (kendisinin kendi ideali olduğu) çocukluğunun kayıp narsisizminin ikamesidir.”[1]
Yeni bir bölünme düzlemidir bu; ego ile -Freud’a göre- bize dışarıdan yamanan/nakil olan ego-ideali arasında. Belki de asla ulaşamayacağımız, ancak kavuşamaz biçimde (asimptotik olarak) ve daima yaklaşmaya çalışacağımız bir ideal.
Narsisizmden başlayarak ödipal yapıya doğru gelişen yolculuğumuz da bir yönüyle ego imgesinin baştaki bütünlüğünün parçalanması, bu parçalanmanın kayıt altına alınması hamlesidir.
Freud, SE, s. 94.