“Paralel monolog”. Bu sözü Türkiye’de geçen sol-içi tartışmalara ilişkin olarak ilk kez 80’li yılların hemen başında işitmiştim, rahmetli Rober Herman’dan. Sizin yaptığınız bu, diyordu, kendisi bütün bu hararetin epeyce uzağında durduğunu düşünerek: Şu bizim meyhane masasındaki konuşmaları andıran paralel monologlar, diyordu, herkesin sözü öbürününkine değmeden yanından geçip gidiyor, hiç engellenmemiş olarak, hiç sürtünmemiş, hiç zorlanmamış, hiç etkilenmemiş olarak. Ve böyle bir durumun onu da sorumluluktan (“angajman” mecburiyetinden) peşinen kurtardığını sezmenin rahatlığı içinde, belki kadehinden bir yudum daha almadan, başını masaya düşürerek kendini her türden diyalog illüzyonuna kapatıyordu. Not edilmiyor ya da ciddiye alınmıyordu, çünkü o sırada mesela rahmetli Onat Kutlar ile çok genç bir insan arasında Fellini’nin Orkestra Provası filmi hakkında hararetsiz olmayan bir tartışma cereyan etmekteydi (1978, bir faşizm alegorisi, orkestra üyeleri birbirine düşüp boyuna hırlaşırken “dışardan” gelen tehlikeyi fark etmiyorlar – ta ki, hafriyat aracının devasa topuzu “dışardan” opera binasının duvarına vurup da tuğlaları ve toz toprağı biçare ikinci kemanın başına indirene kadar, sonrası telaş, zavallılık).
Rober haklı değildi. O yıllarda sol-içi (ve genel olarak “kültür-içi”) polemiklerin adresleri vardı. Ve gelen mektuplar da çok gecikmeksizin posta kutularından alınmaktaydı. Herkes kimin kendisine seslendiğini ve kendisinin de kime cevap vermekte olduğunu biliyordu. Ya da belki şöyle bir ayrım yapmalıyız: “Kültür cephesinde” durum genel olarak böyleydi, seslenişler hedefli, “adresliydi” (mesela Cemal Süreya hiç ad vermeden “genç irisi şiir”den şikâyet eden bir yazı çıkardığında, Edip Cansever bunun kendi “fazla” uzun, pleonasm’larla ağırlaşmış, “hantal” işleri hakkında olduğunu derhal anlıyor ve derhal oturup -bu kez isimli- bir cevap döşeniyordu). Aslında belki tam da böyle değildi: Pamuk’un Kara Kitap’ının en tatlı sahnelerinden biri olan o üç kaşarlanmış köşe yazarının ilişkilerinde olduğu gibi, bütün tartışma kinaye ile, ad konmadan, karşı tarafı fazla incitmeden yürütülüyor ve sonunda zaten her şey tatlıya bağlanıyordu. (Tanıl Bora ile Akif Kurtuluş’u da hatırlayarak). Ne olursa olsun, o üç kaşar birbirlerini ve kendi zaaflarını çok iyi bilmekteydiler – belki gereğinden de fazla.
Rober haklıydı: Türkiye’nin sol hareketlerinin kendi aralarındaki tartışmalar hakkında. Öyle bir zaman oldu ki, henüz geçmemiş ve belki daha da yoğunlaşmış bir zaman, herkes, her “siyaset” kendi bildiğini ilan ediyor ve ötesine de karışmıyordu. Sanki nice imkânsızlıkların içinden geçerek gelmiş ve o bildiğini de çok zorlukla öğrenmiş bir insan topluluğu, “benden bu kadar” demekteydi, kendi bildiğini bir kez daha beyan ederken: “karşı tarafın ne dediği burada söylenenleri hiç kımıldatmaz”. Kararlılık, diyebiliriz, hedefe mıhlanmışlık, belki “Leninizm” – ama biraz da sonuçlarıyla (demek bugünle) ölçülmek zorunda değil midir? Zavallılığın bize öğretmiş olması gereken dersler yok mudur?
Şu var ki, paralel monoloğun bir grup davranışı olmaktan çıkıp bireysel yazının da imkânlarını boğazladığı bir dönemde yaşıyoruz, belki son 30 yıldır. 1980-öncesinin sol metinlerini bugünün teknik imkânlarıyla tarayacak araştırmacılar, adressiz niyet bildirimleriyle hedefli polemikler arasındaki oran konusunda belki yüzde 80 ve yüzde 20 gibi bir istatistikle karşılaşacaklardır. Ama çok uzun süredir, karşı taraftan “isim” verildiği ve o ismin cümlelerinin tartışıldığı (en azından okunduğunu belli edecek kadar) bir polemik yazısıyla karşılaşmak zorlaşmış durumda. Buradan kavrayış çıkmaz. Ne çıkar? Bir pelte, bir zihinsel keşkül.
En sevdiğiniz yazarın, en sevdiğiniz “düşünce insanının” yıl 365, ay 30 ve hafta 7 hep aynı şeyi tekrarlamasını ve bunu da etrafa hiç bakmadan yapıyor olmasını mı tercih edersiniz siz, yoksa düşüncesini (artık neyse) karşı tarafın açık ya da örtük eleştirisinin içinden geçirip karşınıza yeni ve mümkünse güçlendirilmiş olarak, havalandırılmış, tazelenmiş olarak çıkarmasını mı istersiniz? Şahıs bazı zor düşünsel ve ahlaki işlemleri sizin yerinize yapmış olmamalı mıdır, onu bunun için takip ediyor değil misiniz? Siz uyurken o nöbette?[1] En azından şu, en azından: kendisine gelen eleştiriler karşısında çok da aldırışsız olmadığını, bu salvoların onu (jöleyi) kımıldattığını ve belki böylece yeni bir düşünme çevrimine bile girebileceğini hissetmek istemez miydiniz?
Bir düşünceyi, bir önermeyi olabildiğince “karşı tarafın” önermesinin, eleştirisinin içinden geçirerek geri almak, orada sınamadan bir daha el sürmemek: sanıyorum bu “fikri” bu sütunda artık bıktırıcı olacak kadar tekrarladım. Kendim böyle yapabiliyor muyum, yapabildim mi hiç, o başka. Ben de şimdi burayı bir “sosyal medya” bölgesine çevirmemek ve bazı yazı edep-erkanını gözeterek ilerlemek zorundayım. Sadece şunu söyleyeceğim, fazlasıyla kişisel olmasından da utanarak: hedefsiz, adressiz yazmamaya çalıştım, posta kutumu da ara sıra yoklayarak: yanlış adreslere, yanlış alınganlıklara seslenmiş olduğumu da böylece fark ettim. Yine de çok üzülemiyorum: bu “iletişim kazasından” arkadaşım Süha Oğuzertem’in bana cevap olarak güzel ve önemli bir yazısı ortaya çıktı. Karşılıksız bırakmamaya çalışacağım, kapasitemi biraz aşsa da.
Şu var ki her şey Pamuk’un o yıllanmış üç köşe yazarının sohbetindeki gibi tatlıya bağlanmıyor, daha doğrusu çatışma kendi “tatlısını”, kendi ortasını öyle kolayca bulamıyor. Düşüncelerin merkezkaç yönelişlerine bir parça saygı duymak zorundayız: oralara gitmeksizin, kendi karşıtlarını kışkırtmaksızın gelip varacakları “orta”, adı üzerinde, tam öyle oluyor çoğu zaman: orta.
Vereceğim örnek, sanırım burada yakındığım durumu da (“öbür tarafın ne dediğinden bihaber olmak”) özetliyor. Burada değil de başka bir yerde (K24) çıkan bir polemiğin sonunda mingayrihaddin demiştim ki, “hayatımda çok Tanpınar yazısı okudum, Nurdan Gürbilek’inki kadar dişe dokunur, şu halde huzursuz edici bir başkasına rastlamadım.” Şunu söylüyor değildim: Çok Ahmet Hamdi yazısı okudum, Gürbilek’inkinden daha iyisini, daha kavrayışlısını görmedim. Hayır, sadece söylediğimi kasdetmekteydim: belki Tanpınar’ın kendisi için bile rahatsız edici olacak bölgelere Gürbilek sokuldu. Ama bu Hamdi’yi başka yerlerinden belki daha iyi anlamış insanların çabalarını değersizleştirmek midir, bu kadar alıngan olmaya gerek var mı? Belki Gürbilek de Oğuzertem’in Tanpınar tahlillerinden çok şey öğrenmiştir (tıpkı benim gibi) – ama Oğuzertem yeni ve yenileştirici bir hamleyle Gürbilek’in Hamdi yorumlarından herhangi bir kımıldatıcı “girdi” almaya razı mıdır?
Biliyoruz ki bir süredir kendi çapında bir “Tanpınar endüstrisi” oluştu, ABD’deki Faulkner veya Almanya’daki Walter Benjamin endüstrilerini hatırlatan. Tek yanlışlığı geç kalınmış olmasıdır, keşke 60’lı yılların hemen başında başlasaydı, sol dünya Hamdi’yi sadece Fethi Naci ve Selahattin Hilav’ın yorumlarıyla tanımasaydı (ki onlar da iyiydi). Ama konferanslar oluyor, Rober’in paralel monolog seansları: Gürbilek’in “outré” yorumlarını bir yana bırakıyorum, Oğuzertem o toplantılarda kendi psikanalitik yönelişli tahlillerine herhangi bir karşılık bulabiliyor mu? Kendisi gitmemiş olabilir, hatta çağrılmamış bile olabilir: Orada onu anlayacak, ona cevap verecek kimse var mı?
Rober de sadece bunu söylemeye çalışıyordu.
[1] İşte 90’lı ve 2000’li yıllarda bunu benim için Necmi Zekâ’nın şiirleri yapmaktaydı.