Birikim’in Ekim sayısında Serdar Tekin’in Ernst Frankel’in İkili Devlet’i üzerine bir yazısı yayımlandı. Sosyalist ve Yahudi bir hukukçu olan Frankel, Almanya’dan kaçmadan önce 1933-38 arasında Nazi Almanyası’nda hukukun nasıl işlediğini içeriden gözlemleme imkânına sahip olmuş. Serdar Tekin, Frankel’in kitabının temel tezini şöyle özetliyor: “1933’den itibaren Almanya’da devletin ikili bir görünüm arz ettiği, kendini hiçbir biçimde hukukla bağlı saymayan bir “tedbir devleti” (Maßnahmenstaat) ile en azından mevcut kanunlar uyarınca işleri yürütmeye çalışan bir “norm devleti”nin (Normenstaat) çetrefil bir biçimde yan yana ve giderek iç içe var olduğu…” bir durum sözkonusuydu.
Bu ikili manzara içinde tedbir devleti, “siyasi durum”un gereklerine göre hareket eden (kâh OHAL ilan eden kâh yasada olmayan suçlar icat ederek “suçun ve cezanın yasallığı” ilkesini çiğneyen) bir kurumsal davranış tarzını ifade ederken, “norm devleti” yürürlükteki kanunlar ve mahkemelerin tesis ettiği hükümler uyarınca faaliyet gösteren, sözde-hukukî bir kurumsal yapının varlığını topluma hissettiriyor.
Daha somut bir örnekle, Almanya’da 1935’te bir Yüksek Mahkeme, Gestapo’nun trafik düzenlemelerine karışma yetkisi olmadığı yönünde karar verebiliyor! Ama aynı yükseklikte bir başka mahkeme Yahudilerin karıştığı “yüksek ihanet vakaları”nda yasanın tedbiren çiğnenebileceğini beyan edebiliyor: Siyasi tedbirin esas, hukuksal normun tali olduğu; öte yandan hukuk düzeninin belli alanlarda “normallik görüntüsü” vermeye devam edebildiği bir ikili devlet yapısı.
Serdar Tekin, Ernst Frankel’in özellikle 2015 sonrası konjonktürde Türkiyeli muhalif çevrelerce hatırlandığına dikkat çekiyor.
Nazi Almanyası ile bir başka çağdaş rejimi hukuk ya da siyaset dairesinde karşılaştırmak Almanya’daki korkunç neticenin bilgisine önceden sahip olmanın avantajından dolayı sakıncalı olabilir (ve böyle kısa yazılarla yapılacak iş değildir) ama Türkiye’de iktidarın özellikle 16 Nisan referandumundan sonra vermeye çalıştığı normallik görüntüsü üzerinde durmak ikili (sınırsız Makyavelizm'in gereği olarak kimi zaman dörtlü-beşli) bir devlet ve siyaset yapısının ve buna uygun bir davranış tarzının giderek yerleştirildiğinin anlaşılması açısından ilginç olabilir.
Gündemdeki başlıkları, genel seçim ve af (ceza indirimi?) tasarısını alalım. 16 Nisan referandumuyla tesis edilen yeni sistemin lideri, 1839’dan bugüne bu topraklarda devlet başkanlığı yapmış hiçbir liderin sahip olmadığı yetkilere ve bu yetkileri istediği şekilde kullanma hakkına sahip. Örneğin bir Millet Meclisi hâlâ var ama Meclis’in, Meclis’teki partilerin kabine kurma yetkisi yok. Bir yüksek yargı var ama üyelerinin çoğunluğu başkan tarafından seçiliyor, bir anaakım medya var ama eleştirel işlevini tamamen yitirmiş şekilde devlet bülteni olarak faaliyet gösteriyor vs.
Bu sınırsız yetki temerküzüne rağmen topluma ve dünyaya demokrasi görüntüsü vermekte kararlı bir iktidar var. Öyle ki bütün kararların Reis tarafından verilmediğinin bir delili olarak erken seçim talebinin Devlet Bahçeli’den geldiğine inanmamız gerekiyor: Bahçeli birdenbire 2019’a kadar eski sistemle devam edilemeyeceğini fark ediyor; AKP cephesi onun bu hassasiyetine kayıtsız kalmayarak seçimi erkene almak üzere harekete geçiyor. Böylece, küçük-büyük ayrımı yapmadan, istişare ve müzakere ile normal işleyen bir demokrasimiz olduğunu anlıyoruz. Tümüyle Bahçeli’ye ait bir karar sonucunda yapılmış olan seçimden iki ay sonra bir iktisadi krizin başlamış olması bu normal işleyen demokrasinin öngörülememiş cilvesi oluyor.
Aynı Bahçeli yıllardır hapiste yatan ülkücü suç örgütü liderlerini hatırlıyor ve adli mahkûmların tahliyesiyle birlikte cezaevlerindeki durumun iyileştirilmesini öneriyor. İttifakın büyük ortağı birkaç ay önce “Devletin şahıslara karşı işlenmiş suçları affetme yetkisi yoktur” derken birkaç ay içinde Bahçeli’ye hak verecek noktaya gelip affın kapsamını tartışmak gerektiğini söyleyebiliyor. 24 Haziran öncesinde adli mahkûmların eş dost taallukatını (ki düz hesapla birkaç milyon oy eder) umutlandıran af vaadi Mart’taki yerel seçimlerin arifesinde yine tümüyle Bahçeli’nin inisiyatifiyle (!) bu kez Meclis’e taşınıyor. Tedbir devleti, sıradan normların ihlaline -ihlal politikleşmediği sürece- göz yumabileceğini topluma hatırlatırken istişare ve müzakereye her daim açık olduğunu da göstermiş oluyor.
Türkiye’nin yeni normali böyle bir demokratikleşme görüntüsü. Yetkilerin tek elde toplandığı bir tek adam rejimi var ama bu rejimin başındaki şahıs son derece babacan ve yüce gönüllü; ittifakın küçük ortağının önerilerine başta ayak direse de sonda hak veriyor, farklı görüşlere açık olduğunun bir göstergesi olarak seçim ve af gibi kritik meselelerde fikirlerini değiştirebiliyor. Bahçeli’yi dinlemekle sergilediği esnekliğe bakarak onun demokrasi kültürünü içselleştirmiş, olgun bir zihniyete sahip olduğunu anlıyoruz. Vaziyet böyleyken insanın aracı kurumlara, birtakım denge-denetleme mekanizmalarına ne gerek var diyesi geliyor! Türk tipi normalleşme süreci böyle sağlıklı işleyen bir şey!
***
Bir parantez: Af tasarısına kategorik olarak karşı çıkmak bana kalırsa yanlış bir tutum. Suç-ceza-kapatılma döngüsünü sahiplenmek, onun kurumsallaşmasını savunmak iflas etmiş bir toplum mühendisliği projesini savunmakla aynı anlama gelebilir. Modern yaşamda suç işlemiş birisini cezaevine kapatmak suça sebep olan fiili ortadan kaldırmadığı gibi suçun tekrarını önlemekte de sınırlı bir caydırıcılığa sahip. Caydırıcılık bir yana, cezaevi suçun yeniden üretimini teşvik edici bir ortam teşkil edebiliyor. Dolayısıyla sorun, X çetesinin liderini ömür boyu hapsetmekle çözülemeyecek kadar karmaşık. Kapitalizm özellikle modern-öncesi ilişkilerin egemen olduğu toplumlarda suçla güvenliği birlikte örgütlediği için “özel güvenlik”, “bodyguard”lık gibi mesleklerde istihdam edilenler arasında sık sık eski sabıkalılarla karşılaşıyoruz. Solun, bu suç ve güvenlik endüstrisi karşısında, şayet toplumsal sorunların çözümünde farklı bir perspektif sunmak gibi bir derdi varsa, meseleye “çürüsünler içeride namussuzlar” şeklinde bakması düşünülemez.