Yine sorunlu bir zemin, hissedilir ve yönetilemez bir kriz ve yaklaşmakta olan bir seçim var. Yıllardır görünümleri çeşitlense de temel mantığı değişmeden işleyen, sürekli aynı sonuçlarla biten döngü yeniden başlıyor, hatta başladı. Beklenen sürprizler, şaşırtıcı tekrarlar yine neredeyse aynı sırayla sahneye çıkıyor. "Fiilî durum" hukukileştirildiği için, belki bazı uygulamalar daha açık yapılabiliyor, belki söylenen sözlerin anlam ve kapsamı genişliyor ama siyasetin açık alanında epeyce uzun süredir görmeye alıştığımız tablo, kurulmak üzere olan -kurulmaya başlayan- denklem hemen hemen aynı. Bu haliyle de, sayıların üzerine çıkacak bir değişiklik ihtimali oluşmuyor (sayısal değişim kısmı da ayrıca tartışmalı).
Henüz işbirliği biçimi netleşmemiş olsa da, siyasette ve ekonomide yeri olmayan öneriler yapıldığı konuşulsa da, hem partiler seviyesinde, hem daha geniş zeminde iktidar bloğu en iyi bildiği -belki de tek bildiği- oyunu kuruyor. Erdoğan'ın CHP'nin gelmişine geçmişine saldırması, Bahçeli'nin "uyarılar" yapmaya başlaması ve pek tepki gelmeyeceğinden emin olunarak HDP'ye siyaset yaptırmama kararının ittifakla açıklanması çok tanıdık bir seri. İktidar ittifakının daha geniş cephesinde de, aynı gemide olanların karşılıklı garantileri ve mecburiyetleri şimdiki hali kurtaracak bir kabuk sağlıyor. Normalleşme isteyen ortaklar garanti verilerek, garanti isteyenler kontrol tehdidiyle ikna ediliyor.
Muhalefet cephesinde ise, şartların oluşturduğu rahatsızlığın iktidarı gerileteceğine ilişkin bitmeyen umut tekrar canlandırılmaya çalışılıyor. Bunun nasıl bir mekanizmayla işleyeceği, beliren işaretleri ve kullanılacak hızlandırıcılar üzerine pek bir laf etmeden iman tazelenmeye çalışılıyor. Mesela, CHP'de şimdiden "İstanbul'u alacağı" iddiasında birkaç aday var. HDP'nin de, seçmeninin inadından fazla bir imkâna sahip olması zor görünüyor. Muhalefet cephesinde son seçimlerde olduğu gibi "bir şey olmaz" kanadı da, aynı pozisyonu alma hazırlığında. Tamamen "yeni şeylerin" peşindeki eğilimler, eskiye sövme enerjisini yeniyi tarifte yakalayamıyor. Kendimi de içine katacağım "başka biçimde düşünme" gayreti de, yöntem tıkanıklığını aşamıyor.
Burada küçük bir parantez açıp, seçim usulsüzlükleri ve sonuçların güvenilmezliği meselesine de değinmek gerek. Son olarak Bilgisayar Mühendisleri Odası'nın raporu ve daha önceki çalışmalar sandık sonuçları üzerinde bazı "oynamalar" olduğunu kanıtlıyor. Ancak, çok değerli bu çalışmalardan hiçbiri yüzde 1'in üzerinde bir kayma iddiasında bulunmuyor. Sayısal etkisinden bağımsız olarak bütün iddiaların peşinin elbette sürülmesi gerekiyor. "Adam kazandı" diyerek bırakmak yapılacak en saçma hareket. Hatta mesele, tıpkı sandıklara sahip çıkmakta olduğu gibi partilere bırakılmayacak kadar önemli. Ancak, partilerin seçim denetimi performansını eleştirme sınırındaki "seçmen sorumluluğunun" bir yere varmadığı da açık.
Sahiden "bir şey olmaz" diye düşünmek veya aktif bir boykot eylemini savunmak son derece anlaşılır ve saygı duyulması gereken tavırlar. Ancak, bu tercih ve kanaatlerin siyasal partilerin performansına dair küskünlüklerle gerekçelendirilmesi bazı tutarlılık sorunlarıyla malul. Her şeyden önce, partileri gereğini yapmamakla suçlamak, olayın denetlenebilir, önlenebilir, müdahale edilebilir olduğu varsayımını zorunlu kılıyor. Eğer öyleyse eleştirilerin varacağı nokta vazgeçmek değil, müdahale etmek olmalı, yok eğer olay müdahale edilemez bir seviyede gerçekleşiyorsa o zaman partilere kızmanın faydası ne? Hülasa, usulsüzlük iddialarının ısrarlı takibi ve ifşası ile siyaset-seçim ilişkisini birbirine daha dikkatli karıştırmak lazım.
Biraz uzamış parantezi açmamın sebebi, siyasetin siyasi parti (aktör) performanslarıyla aşırı ilişkilendirilmesini tartışma arzusundan. Bu yaklaşımın en kaba hali, "adam işini (kazanmasını) biliyor" ile "bu aktörlerle sonuç değişmez" arasında gezinen kahve sohbetleri. Ancak, çok havalı alıntılarla bezenmiş analiz yazılarında da, işin dönüp dolaşıp geldiği yer bir fıtrat veya yetenek meselesi olabiliyor. Çok karmaşık gibi görünen komplo teorileri de, çok tutarlı gibi duran "sistem" tarifleri de, yaşananın karşısındaki -ve içindeki- her şeyi etkisiz kabul eden zorunlu süreçleri anlatabiliyor. Çok basit meseleler çok karmaşık, son derece girift hadiseler fazla basit bir zemine oturtulup anlamsızlaşabiliyor.
Oysa söz konusu olan ekonomik ve siyasi krizler olunca, aktör performanslarının atfedilen önemin çok altında bir etkisi olduğu ortada. Bunun en güçlü kanıtı; Hindistan'dan Brezilya'ya, Rusya'dan Avustralya'ya, Macaristan'dan Amerika'ya kadar birbirinden tamamen farklı koşullarda, tamamen alakasız aktörlerin çok benzer bir dalganın üzerinde neredeyse aynı sonuçları yaratıyor olması. Meseleye böyle bakınca, sosyal demokrat bir parti olamama suçlamasının gediklisi CHP ile, sosyal demokrat parti kavramının kurucusu Alman SPD'nin aynı çaresizliği paylaşması daha anlaşılır oluyor. Veya FED ile faiz gerilimi yaşayan Trump'ın, Merkez Bankası'yla atışan Erdoğan'ı taklit etmesi de öyle.
Siyaseti, aktör performanslarına sıkıştırarak anlamaya çalışmanın veya daha hafifinden "sonuç alabilirliğe" fazla önem atfetmenin yanıltıcılığı konusunda Türkiye deneyimi de bir şeyler söylüyor. Mesela, 15 Kasım 2015'ten önce 7 Haziran'da ve 24 Haziran 2018 öncesinde hiç de küçümsenemeyecek bir performans gösteren muhalefetin iktidar tarafından daha güçlü biçimde karşılanabilmesi böyle bir durum. Hatta her iki örnekte de, iktidarın -çok açık biçimde berbat kampanyasına rağmen- muhalefet performansını kendi oy konsolidasyonu için malzeme yapılabildiğini görüyoruz. "Beni indirmekten başka bir hedefleri yok" cümlesi, muhalefet güçlü de olsa, zayıf da olsa (güçlü olsa daha bile iyi) "sihirli" bir etki yaratabiliyor. Bu pencereden bakılınca, oluşan sonuçta aktör performanslarından başka dinamiklerin işlediği ve daha etkili olduğu anlaşılıyor.
Dünyanın ve Türkiye'nin içinden geçtiği siyasi krizin belirleyici taraflarından biri, aktörlerin yeterlilik, yetenek ve performanslarının önemsizleşmiş olması. Fikirlerin, ilkelerin ve sürecin değil, aktörlerin, projelerin ve sonucun önemli olduğu iddiası tek geçerli ölçü haline geldikçe, ironik olarak bu iddianın sırtında yükselen en vasat aktörler bile sonuç alabilir hale geldi. Onları durdurma (indirme) motivasyonu da, bu iddiayı besleyen bir karşı performans anaforu üretti; durduramadıkça, indiremedikçe kaybetmiş olmayı kabullenmeye mecbur bir muhalefet performansı girdabı. Durumu anlamak ve yaşadığı realiteye tepki vermek yerine, sürekli performans seçiminde taraf olmaya zorlanan kamuoyu veya seçmen de aynı kısırdöngünün içine çekildi. Yeniden içine girilen seçim atmosferi yine bu bildik denkleme doğru yürüyor. Muhalefetin seçmeni de özgür bırakacak biçimde performans baskısından kurtulması, eleştiri zemininden başlayacak bir dil değişimiyle olabilir.