10 Ekim, Kayıplarımız: Yas ile Melankoli arasında
Erdoğan Özmen

Çırpınıp durmak bizimkisi, çaresizce. Üzüntümüzü çığlık yapmak, tüm dünyaya, insanlara, herkese duyurmaya çalışmak. Daha çok daha çok seslenmek, ses vermek. Ses olmak, yalnızca bir ses olarak kalıncaya değin. Böyle bir dönem bu da, yeryüzünün dört bir yanındaki iyi insanların ölümün anlamını daraltmak, aşındırmak, belki de derinleştirmek için didinip durduğu ebedi bir keder zamanı. İnsanlık böyle bölündü artık bir de, uzunca süredir; kalbinde ve vicdanında ısrar edenler ile kavranması handiyse imkânsız bir kalpsizliğin ve vicdansızlığın failleri olarak.

“Yas her zaman sevilen bir insanın ya da ülke, özgürlük, ideal, vb. gibi insanın yerini almış olan soyut bir kavramın kaybına tepkidir” dedikten sonra zalimce -ve bencilce- bir saptama yapar Freud:

“Libidonun kayıp nesneye bağlılığını gösteren her bir anı ve beklenti durumu, gerçekliğin nesnenin artık var olmadığı hükmüyle karşılaşır. Ve, deyim yerindeyse kendisinin de aynı yazgıyı paylaşıp paylaşmayacağı sorusuyla karşı karşıya kalan ego, hayatta kalmaktan aldığı narsisistik doyumlar toplamı tarafından yok olan nesneyle bağını koparmaya ikna edilir.”

Demek yas tutarak, binbir zahmetle gerçekleştirilen yas çalışması sonunda sağlıklı bir birey olarak hayatımıza devam etmemizin koşulu, “yok olan nesneyle bağını koparmaya ikna olmak”, kaybedilen nesnenin izleri ve gölgesinden kurtulmak, gerçekliğin hükmüne/çağrısına rıza göstermek, teslim olmaktır. Nihayet yası sonlandırır, nihai ayrılığı gerçekleştirir ve hayata döneriz.

“Yasın işleyişi tamamlandığında ego tekrar özgür ve ket vurulmamış hale gelir”, demek böylece, bizi kaybedilen nesneye bağlayan anı ve bağlardan koparak, kaybettiğimiz kişiyi/nesneyi serbest bırakarak, ondan uzaklaşarak, kendimizi unutuşun rahat kucağına bırakarak, biricik bağlılığımızın kendimize olduğunu idrak ederek yeni nesnelere yönelmemiz, serbest kalan libidoyu başka nesnelere/kişilere aktarmamız, kaybettiklerimizin yerine yenilerini ikame etmemiz mümkün hale geliyor.

***

Melankolik özne ise, kaybettiği kişiye/nesneye duyduğu derin sadakatini sürdürmekte ısrar eder. “… egoya nesnenin gölgesi düşer ve bundan böyle ego sanki bir nesne, terk edilmiş nesneymiş gibi özel bir ajan tarafından değerlendirilebilir olur.” Kayıp nesne kederli melankoliğin bir parçası olarak var olmaya devam eder. Melankolik özne kaybını içselleştirerek, kaybedilen kişiyi/nesneyi kendi içine yerleştirerek, kayıp nesne ile özdeşleşerek, demek kendi egosunu kaybın kendisine dönüştürmeyi göze alarak var olabilir ancak. Kaybettiğim kişiyi ebediyyen içimde muhafaza etmek için, içimi kaybın yeri haline getirmek pahasına, kaybı içimde eriterek, özümseyerek, kendi özüm yaparak egomu yoksul ve bomboş hale getirmeye cesaret ederim. İmkânsız bir şeye cüret eder, “ümitsizce” kaybı ve ölümü içimde iptal etmeye koyulurum.

Ama yas tutarken de, gerçeğin buyruklarını azar azar, büyük bir emek ve enerji harcayarak yerine getirir, geçmiş bağlarımdan ve hatıralarımdan koparken yani, biricik kaybımı “dünya yoksul ve bomboş” görününceye kadar, demek her şeyi içine alacak denli genişletir, dünyanın yüzüne kazırım. Yaslı özne de, ne olursa olsun sadakatini ve sorumluluğunu sürdürmenin derdinde değil midir aslında?

***

İşte örneğin, 10 Ekim’de Ankara’da kahredici biçimde kaybettiklerimizin ardından, koca dünyada bulabildiğimiz her aralıkta onların hatıralarını, onlardan geriye kalan her bir izi, bizi onlara bağlayan bütün bağları korumak ve temsil etmek, demek onları yeniden var etmek, ölümsüz kılmak için, içimiz parçalana parçalana… Yasla melankoli arasında şu halde. Aynı anda hem yas tutarak hem de melankoliye düşe düşe.

Belki de, melankoli çürüyen bir dünya karşısında, bu dünyanın sefil ruhuna karşı esaslı bir meydan okumadır zaten. En dar ve karanlık zamanlarda, ilk bakışta yeterince seçilemiyor da olsa başka bir etiğin ilk belirtileri, başka bir hayat tecrübesinin öncü nüveleri, başka bir insanlık durumu çoktan belirmeye başlamıştır bile. Ne bildik yas ve melankoli ne de geleneksel ve dinî söylemlere sığmayan bir kayıp, acı ve ayrılık ahlakı usul usul boy atıyordur. Evet, ölümün bildik anlamlarını aşındırarak, aşarak, “ölümlü varlık”ı reddederek, bedenlerimizi bir kere daha, hep Sisifos olarak kalma makamına yükselterek, onları ebediyyen içimizde tutacağımız ahdini bir an bile bozmayarak, birbirimize bambaşka bir insanlık bağıyla bağlanarak… Onca kötülük ve vahşet karşısında diğer insan kardeşlerimizin iyiliği, vicdanı ve cesaretiyle çoğala çoğala.