Geceyarısı Çocukları
Barış Özkul

Salman Rushdie’nin İslâm dünyasında paradoksal denebilecek bir konumu var: Bir yandan Şeytan Ayetleri’nden ötürü nefret ediliyor, öte yandan romanları Türkiye gibi ülkelerde peş peşe yeni baskılar yapıyor. Ben ilkin Floransa Büyücüsü’nü, sonra Doğu-Batı’yı okumuştum (bu ikisini Türkçeye Begüm Kovulmaz çevirmiş), yakın zamanda birçok eleştirmence başyapıtı sayılan Geceyarısı Çocukları’nı okudum – Aslı Biçen çevirisinden.   

Rushdie tarihe epey meraklı bir romancı; üniversitede, Cambridge’te tarih okumuş. Floransa Büyücüsü’nün sonunda romandaki tarihsel ayrıntılara ilişkin bir kaynakça yer alıyor – edebiyat yapıtlarında sık rastlanan bir durum değil. Bir şeyin tarihine inemediği yerlerde Rushdie’nin nefesi kolayca tükenebiliyor; iki insan arasındaki bireysel bir ilişkinin karmaşasını, deneyimin aktüel akışını aktarmakta pek başarılı değil. Ama “tarih” denen ummanda, diyelim Babür toplumunda, rahatça dolaşabiliyor.   

Geceyarısı Çocukları da sonuçta bir tarihçilik ürünü. Rushdie, Hindistan’ın bağımsızlık öncesi ve sonrasını kapsayan yakın tarihinin yanısıra Hint mitolojisinin uzak geçmişinin de bir taslağını çıkartıyor. 

“Çığır acıcı” gibi tabirler çok zaman abartı payı taşırlar ama Rushdie, yetmişlerin sonunda Geceyarısı Çocukları’nı yazdığında, İngiliz yazarlar Hindistan’la ilgilenmeyi epeydir bırakmışlardı. Dekolonizasyon sürecinde Hindistan’a Bir Seyahat’i yazacak yeni bir E.M. Forster veya Kim’i yazacak yeni bir Rudyard Kipling yetişmemişti. Belki bu yüzden Geceyarısı Çocukları’nın ilk baskısı 1979’da yalnızca binbeş yüz adet yapıldı, ama roman her nasılsa tuttu, birkaç yıl sonra Booker ödülünü aldı. Peşinden Rushdie’yi taklit eden bir kolonyal yazarlar camiası oluştu.

Rushdie, Hindistan’ın gerçekliğini, bağımsızlık hikâyesini şoven bir tavırla Hint milliyetçiliği yaparak anlatmak yerine hem geleneksel Hint mitolojisiyle hem de dünya edebiyatıyla diyalog halinde, büyülü gerçekçilik akımının bütün imkânlarını kullanarak anlatma yolunu seçmişti. Bu evrensel yazarlık ufku içinde Hint tanrısı Ganeş ile Tristram Shandy calendric olmayan bir zaman diliminde yan yana gelebilmişti. 

***

Geceyarısı Çocukları’nın Hindistan’ın bağımsızlık gecesinde doğan kahramanı Salim Sinai öncelikle bir hikâye anlatıcısıdır; bu haliyle Binbir Gece Masalları’nın Şehrazat’ına benzediği gibi romanın geri dönüşler ve kesintilerle ilerleyen zaman düzleminde Tristram Shandy’yi de akla getirir. Daha çocukken, bağımsız Hindistan’ı bekleyen tehlikeleri, Pakistan savaşlarını, Indira Gandhi zamanında yapılacak işkenceleri, ilan edilecek Sıkıyönetim’i müjdeleyen olumsuz sinyaller verdiğine göre, bu çağrışımlar zincirine Teneke Trampet’in Oskar’ını da ekleyebiliriz. Soyismi de gayet semboliktir: Sina Dağı’nda Musa’ya sağlığında ulaşamayacağı topraklar vaat edilmişti; Salim Sinai de bağımsız Hindistan’ın kuruluşta, Gandi ve Nehru zamanında vaat edilmiş özgürlüğe kavuştuğunu bir türlü göremeyecektir.

Romanda böyle düpedüz sembolik olmayan, belli ölçüde Hint mitolojisi bilgisi gerektiren bağlantılar da var. Anlatının büyülü-irrasyonel gerçeklik düzlemi, Hint mitolojisinin tarihsel anlamlarını Salim’in ve modern Hindistan’ın hikâyesiyle birleştiren bu bağlantılar üzerinden kuruluyor. Yukarıda Ganeş’ten bahsetmiştim: Zamanla kazandığı öbür atıfların yanısıra Hint mitolojisinde Bilgi ve Bilgelik tanrısı olarak bilinen Ganeş, Hintlilerin iki büyük destanından biri olan Mahabharata’yı Veda Vyasa’nın isteğiyle yazıya aktarmıştır. Salim de, Ganeş’in çağdaş izdüşümü olarak, modern Hindistan’ın hikâyelerinin gelecek kuşaklara aktarılması için çalışmaktadır. Ama Salim’le Ganeş arasında romanın genel planı içerisinde bundan çok daha belirleyici görünen bir ortaklık daha vardır: “Nesebi belirsizlik”. Hikâyeye göre Ganeş’in ebeveynleri olan Shiva ile Parvati arasında Ganeş’in kimden peydahlandığı üzerine bir kavga çıkar. Karısının onu aldattığını düşünen Shiva, oğlu Ganeş’in kafasını kopartır, bir süre sonra bundan pişman olur, oğluna bulup buluşturup bir fil kafası takar. (Ganeş, aynı zamanda Hint mitolojisinde fil kafalı tanrı olarak da tasvir edilir.)

Salim de uzun süre yerli bir çift olan Ahmet ve Amine Sinai’nin çocukları olarak bilindikten sonra aslında Hint bir anne ile (Vanita) İngiliz bir babanın (Methwold) doğumdan sonra başka bir aileye verilmiş oğulları olduğu anlaşılır. Tıpkı Ganeş gibi Salim'in de nesebi şüphelidir.

Nesep karışıklığı Salman Rushdie’de daima iyiye işarettir. Hindistan’ın bağımsızlık hikâyesini yazan Salim’in Anglo-Hint bir ana-babanın evladı olması “Hindistan’da tam bağımsızlık” diye bir şeyin imkânsızlığını iki yönlü vurgular: Hindistan kendi içinde yüzlerce etnik ve dilsel topluluk, bir o kadar hikaye barındırmaktadır ve bunların arasında İngiliz etkisini bıçak gibi kesip atmak iyi bir şey değildir. 

Rushdie, İngiliz okullarında okumuş ve gerek İslâm dünyasına gerekse Batı’nın kolonyalist politikalarına eleştirel bakmayı Batı düşüncesi içinde edindiği formasyonla öğrenmişti. Şeytan Ayetleri’ni İran veya Pakistan’da yazamayacağını biliyordu. Bir bağımsızlık edebiyatına yaslanıp şoven bir Doğu-Batı karşıtlığından medet ummayacak kadar dünya bilgisi vardı. Geceyarısı Çocukları’nın barındırdığı irili ufaklı yüzlerce anlatı arasında İngiltere’nin Hindistan’a verdiği zararlar kadar iki toplum arasındaki kültürel etkileşimin olumlu sonuçları da vurgulanır – daha çok satır aralarına yerleştirilmiş ayrıntılarla. Örneğin turşu, tarihî ve edebi anlatıların lezzetini muhafaza etmenin bir simgesi olarak romanda ufak ama önemli bir yer kaplar: Salim’in müdürlük yaptığı turşu fabrikasının adı Braganza turşu fabrikasıdır ve fabrikanın ismi İngiltere-Hindistan -ve hatta Portekiz- arasındaki kültürel etkileşimin değerini vurgulayan bir köken anlatısını “muhafaza eder”: Portekiz kralı dördüncü John’un kızı olan Braganza’lı Catherine, II. Charles ile evlendiğinde çeyizinde Bombay vardı ve İngilizler Hindistan’a ilkin böyle ayak basmıştı.

Geceyarısı Çocukları tarihî anlatılara açılan böyle bir yığın ayrıntı içeriyor ve bunların arasından layıkıyla çıkabilmek, büyülü gerçekçiliğin sisini dağıtabilmek için belki birkaç yıllık bir araştırma gerekebilir.

Bitirirken romanın daha “genel” bir özelliğinden söz edeyim: Kitapta anlatılan bir bağımsızlık hikâyesi olsa da Geceyarısı Çocukları epik olmaktan çok ironik, hatta kendi zayıflıklarıyla alay eden bir anlatı. Salim’e belki anti-kahraman demek gerekir: Arkadaşları tarafından alay edilen; öğretmeni tarafından saçı başı yolunan; düşlerinden bahsettiği için babasından tokat yiyen; sevgilisinin yanında aşağılanan, parmağı kopan, işkence gören, yılların biriktirdiği umutsuzlukla her geçen gün fizikman ve moralman çürüyen bir “milli anti-kahraman”.  

Milli bağımsızlık hikâyeleri, epik anlatılar bütün o tantanaları ve şaşaalarından sıyrıldığında açığa çıkan, geriye kalan hep bu değil midir zaten?