Oedipus Karmaşası (XXIII): Dürtü
Erdoğan Özmen

Freud’un, bir dürtüsel talebin “kendi başına değil, dışsal bir tehlikeye, kastrasyon tehlikesine neden olduğu ölçüde tehlikeli olduğu” varsayımından söz etmiştik. Bilindiği üzere, Freudçu dürtü kuramına göre dürtü öncelikle organizmayı bir amaca yönelten baskı/basıncın içerildiği dinamik bir süreç, bir enerji yüküdür. Dürtü bir bedensel uyarımda kendi kökenine/kaynağına sahiptir. Söz konusu dürtüsel kaynakta varlığını sürdüren/oluşan gerilim durumunu ortadan kaldırmaya yönelik bir amacı ve sayesinde amacına ulaşabileceği bir nesnesi vardır.

“Artık bir dürtü kavramıyla ilgili olarak kullanılan belli terimleri tartışacak konumdayız -örneğin, onun ‘baskısı’ (pressure), ‘amacı’, ‘nesnesi’ ve ‘kaynağı’.

Bir dürtünün baskısından (Drang) onun motor/devindirici etmenini, temsil ettiği çalışma talebinin ölçüsünü ya da güç miktarını anlarız. Baskı uygulama niteliği tüm dürtülerde ortaktır, aslında tam özleridir. Her dürtü bir etkinlik parçasıdır, eğer edilgen dürtülerden söz edersek yalnızca amaçları edilgen olan dürtüleri kast edebiliriz.

Bir dürtünün amacı (Ziel) her durumda, ancak dürtünün kaynağındaki uyarılma durumunu ortadan kaldırarak elde edilebilen doyumdur…

Bir dürtünün nesnesi (Objekt), dürtünün onun sayesinde ya da ona binaen amacına ulaşabildiği şeydir…

Bir dürtünün kaynağıyla (Quelle), bir organda ya da bedenin bir parçasında ortaya çıkan ve ilgili uyaranı zihinsel yaşamda bir dürtüyle temsil edilen bedensel süreç kast edilir. Bu sürecin değişmez biçimde kimyasal doğada mı olduğunu yoksa başka, örneğin mekanik güçlerin serbestleşmesine de mi karşılık geldiğini henüz bilmiyoruz.”[1]

Özellikle de dürtünün kaynağı bakımından düşünüldüğünde yukarıdaki, “Bir dürtüsel talebin kendi başına tehlikeli olmadığı, dışsal bir tehlikeye, kastrasyon tehlikesine neden olduğu ölçüde tehlike arz ettiği” önermesi talihsiz bir önermedir. Çünkü “bir organda ya da belirli bir beden bölümünde ortaya çıkan” ve kendini bir “baskı/basınç” miktarıyla ortaya koyan dürtü kaynağının zonklayıp duran talebi bünyevi/yapısal olarak, bizatihi tehlikelidir. Demek ki dürtü, talep ettiği şey bakımından; yani zevk almanın ve/ya da doyumun en eski, en primitif biçimlerinin aynı biçimde tekrarlanması talebi en nihayetinde imkansız olduğu, bu imkansız şeyi zorlayıp durduğu, tam da bu ‘irrasyonel’ tazyik sayesinde -deyim yerindeyse- ete kemiğe büründüğü içindir ki tehlike arz eder durumdadır. Bu anlamda, örneğin fobik bir anksiyete yalnızca paternal bir cezalandırmaya ilişkin duyulan korkunun kılık ve yer-değiştirmiş bir biçimi değil, aynı zamanda dürtünün kendi kendini engelleyen ve alaşağı eden yapısının bir sonucudur. Söz konusu bu bünyevi başarısızlık, kaçmanın/uzaklaşmanın imkansız olduğu içsel bir tehlike durumu demek değil midir?

***

Adam Phillips “Risk ve Yalnızlık Üzerine” isimli makalesinde; “Winnicott, bebeğin arzusunu nitelendirmek için ‘ilkel bir acımasızlık’ (primitive ruthlessness) düşüncesini öne sürer, onun için bu acımasızlık, sadizm anlamına gelmez -acı vermekten duyulan cinsel bir hazzı içermez- ve sadece bebeğin, kendisine imkan/fırsat sunulduğunda, anneyi kayıtsızca sevme biçimidir.”[2] diye yazar. Çünkü başlangıç noktasına döndüğümüzde, “bebeğin tüm gayretiyle süt emmesi gibi içgüdüsel bir deneyim yaşanır.” Fantazisindeki yıkıcı/saldırganca amaç ve düşüncelerin (sütün tamamını temellük etme, memenin tüm içeriğine sahip olma, zaman zaman sütten mahrum bırakan memeye yönelik haset vb., vb.) eşlik ettiği ilk yakınlık, bağlanma ve sevgi itkileri/hisleri ve bunlarla karakterize aşama vardır önce. Ardından bebeğin arzusunun fantazileştirilmiş bu yıkıcı/tahrip edici etki ve sonuçlarına ait sorumluluğu üstlendiği aşama gelir. Nitekim Winnicott (büyük ölçüde M. Klein da) söz konusu bu suçluluk/sorumluluk duygusu kapasitesinin insanın ahlak anlayışının da temel momenti olduğunu ileri sürecektir. Daha sonraki aşama, “verilen, sebep olunan zararı (fantazi düzeyinde olduğumuz bir an bile unutulmamalıdır) tazmin etmeye yönelik gerçek davranış aşamasıdır. Şöyle sürdürür Phillips: “Bu iyi huylu döngü, Klein’ın hiçbir zaman vurgulamadığı bir biçimde anneye dayanmaktadır. Winnicott’a göre döngü tamamen, “annenin sözkonusu içgüdüsel momente katlanma, yani orada kalmaya devam ederek gerçek onarıcı/zararı tazmin edici (reparative) jesti anlama ve karşılama kapasitesine” bağlıdır.

Hayatın başlangıcındaki dehşet verici çaresizliğimiz ve muhtaçlığımız -ve daha önce sözünü ettiğimiz parçalanmış beden deneyimi- yüzünden belki de, ve var kalmak, canlı varlığımızı sürdürmek için kendimizi tümüyle teslim ettiğimiz nesnenin/annenin ‘kaprisleri’ ve yoksun bırakmaları karşısında duyduğumuz nefrete rağmen aynı ötekilerin, bize bakım verenlerin -annenin- dayanıklılığını ve direncini görmeye, test etmeye ihtiyaç duyarız. Nesne/anne söz konusu direnci, istikrarı, dayanıklılığı ölçüsünde omnipotent kudretimizin ötesinde bir yere yerleşecek, kendi özerk varoluşuna kavuşmaktadır sanki.

Benzer bir örüntü 2-3 yaşından itibaren çocukların oyunlarında ve karalamarında da ortaya çıkar. Dayanma ve bütün/tam kalma ‘güçlerini’ anlamak amacıyla oyuncakların çeşitli yollarla parçalanmaya çalışılması, tuhaf/ürkütücü beden çizimleri vb., bu yüzdendir: Daima orada olan ve işlemekten geri durmayan, dahası yeni enerjilerle güçlenen, ve sebep olduğu fazlalık ve gerilim nedeniyle bedenin dengesini ve tutarlılığını mütemadiyen tehdit eden dürtüsel uyarılma koşullarında; bir benlik duygusunun, bütünlük, süreklilik, istikrar, emniyet -ve demek ki canlılık- duygularının muhafazası için beden hangi sınıra kadar zorlanabilir/dayanabilir meselesidir bu: Hangi sınırlara sahiptir bedenim ve, ona ne ölçüde güvenebilirim, üzerindeki hükmüm nereye kadardır, meselesidir. Bir diğer açıdan ise, dil, kültür ve bilinçdışı ile birlikte, yani simgesel düzene girdikten sonra ruha/psişeye göre bedenin ikincilleşmesinin hikayesidir bu. Böylece sınırları, anlamı ve haz bölgeleri bakımından giderek artan ölçüde dille/kelimelerle işaretlenen, daralan ve ehlileşen beden, aynı zamanda ruhun/psişenin bir tür deneme ve test sahası olmaya indirgenecek, biyoloji psikolojiye tâbi olacaktır.

Bir kez daha vurgulayalım şu halde: Ödipal çocuk, dilin/kelimelerin kendine sağladığı imkanları kullanarak, bir tür kontrol ve hakimiyet beklentisi/umuduyla demek ki, başlangıçtaki temel travmatik momente geri dönmektedir sanki. İmgesel evrede/ayna evresinde bedenin tamlığı/bütünlüğü imgesi etrafında oluşan çocuksu egonun kompanse ettiği, üstünü örttüğü parçalanmış beden deneyimi muhtemel yeni bir anlam ve içgörü/sezgi eşliğinde yeniden ele alınmaktadır. Temel kurucu uğraklarının ve dönemlerinin bir travma ekseni boyunca ortaya çıkması, öznenin tarihini bir de travmalar tarihi olarak yazmayı mümkün kılmaktadır demek ki.

* Bu vesileyle, bu yazı dizisindeki tüm konu ve kavramları “Oedipus Karmaşası” bağlamına sadık kalarak, bu ana ekseni koruyarak, dolayısıyla nispeten sınırlı bir düzlemde ele aldığımı vurgulamış olayım.

[1] Freud, SE XIV, s. 122-23.

[2] Adam Phillips, On Kissing, Tickling and Being Bored, Faber and Faber, 1993, s. 31. (Türkçesi: Öpüşme, Sıkılma ve Gıdıklanma Üzerine, çev. F. Taşkent, Ayrıntı yayınları, 1996)