Rahatsızlık verir zira ağır, kasvetli ve yoğundur: Pazar akşamları. Çoktan geride kalmış bir haftanın sonu ile sabaha açılacak yeni bir haftanın kesiştiği yerde durur; son ve başlangıç arasındaki gri bulanık bir bölgede somurtkan ve kıpırtısız bir kütle olarak... Olanca yüküyle insanın göğsüne yığılan, yerinden azıcık oynatılması mümkün olmayan geçimsiz bir kütledir bu. Garip, yabancı ve ıslak bir elin yavaşça boyna dolanması gibi, o murdar dinginliği ile musallat olur insana: küflü ılık bir ev imgesidir yerine göre, yerine göre sokak lambalarından kırılarak kaldırımlara düşen sarı pis ışık parçaları ya da tek tük hayat belirtileriyle pejmürde sokaklar ve caddeler, ya da saçma sapan televizyon ekranları, kötü filmler, çamaşır makineleri, dikiş nakış kutuları, çay bardakları...
İster evde ister dışarıda, herhangi bir meşgaleyle oyalanarak ya da kaskatı durarak, hiç fark etmez, akrep ve yelkovanın arası fena açılmıştır, Pazar akşamlarında zaman akıp ilerlemez, daha ziyade plastik bir nesne gibi sünüp bükülür. Zamandaki bu uğursuz daralma duygusu da insanın imanını gevretir: beden unutulmuş gibidir, anlamlar ve değerler ıssızlaşır, ruhsa boşlukta bir eşyadır sanki, amaçsızca salınır, ve hiç gerek yokken birdenbire hafızanın kapağı açılır, bomboş anılar, darmadağın anılar, sarsak anılar...Pazar akşamları sıkıntısından kurtulmak zordur: yürümek çoğun kâr etmez, bacaklar gibi zihin de kapana kısılmıştır üstelik. İnsan böyle çakılıp kalmışken olduğu yere, Pazar akşamlarının sefil his defilesindeki en kıyıcı his olarak “aynılık” hissi peyda olur. Şimdiye kadar hiçbir şey yaşanmamıştır, bundan sonra da yaşanmayacaktır: deneyim addedilen ne varsa sıfırlanmış gibidir. Kişi ne bir geçmişe sahiptir ne de bir gelecek ihtimaline. Aynı olanın katı tekrarı vardır sadece. Bu katılıktan sıyrılmak için eğlenmek ya da birkaç satır bir şeyler okumak, birileriyle konuşmak; herhangi bir şeyi dağıtamaz bunlar, olsa olsa bekletir. Hiçbir şey yapmamak, hiçbir şey düşünmemek belki de en iyisidir, ama eylemsizliğin yaratacağı boşluğa katlanmak harici bir irade ister: varoluşun içeriden aldığı darbeler, hayal kırıklıkları herhangi bir bilgelikle yahut vakit geçiştirici şeylerle telif edilemez. Nihilizmin sinsi kadehi olarak Pazar akşamları onca acı tadıyla, sevimsiz bir öksürük şurubu gibi adeta ağız yüz buruşturularak da olsa içilmek zorundadır, bundan kaçış yoktur...
Tanrı bile dinlenir Pazar günü; belki de bir önceki Pazar akşamının boğuculuğundan firar etmek için yaratmıştır bu dünyayı, zamana da durgunluğa da dayanamayıp... Kapitalizmin “Pazartesi sendromu” Tanrı’yı dahi bağlamış olmalı. Ama insan için “çalışmak” her durumda daha korkunç bir eziyettir; çalışmayı fetişleştiren ideolojilerse sahtekârlıkla kayıtlıdır. Çalışma ne sıkıntı dağıtır ne de zamanın geçişini kolaylaştırır. Teolojik düşüşün ve ilk günahın bitmeyen “cezası” olarak çalışmak, kapitalizmde “ücretle” mükafatlandırılır, o kadar. O ücret de evlere kâbustur zaten. Pazar akşamları çalışma eziyetini duyurur: güya dinlenmiş nadasa çekilmiş bedenler yük hayvanları gibi işe koşulacaktır, sabahın ilk ışıklarıyla. Dinlenmek değil, “tembelliğe” ihtiyacı olan bedenin uykuyu uzatmak, biraz daha uzatmak için çırpınması ise trajik olduğu kadar komiktir de: Kafka’nın bir sabah yatağında böceğe dönüşmüş zavallı Gregor Samsa’sı “çalar saat”ten nasıl da mustariptir, saatin her çalışı bütün alıklığına rağmen bedenini de lime lime edilmiş içli ruhunu da titretir. “Akıllı telefon” çağının alarmları da Pazar akşamlarından yahut gecelerinden kurulur; açılan haftayı haber verecek olan odur, sabahına yumuşak melodik ama önünde sonunda zalimce çalar, gıdım gıdım ertelenerek, ama sonunda mutlaka yenik düşülerek...
Pazar akşamlarını kuşatan marazi ruh halinin “çalışma” öncesi döneme uzanan bir tarihi de vardır, hafızalara ustalıkla işlenmiş ama unutulup geçilmiş bir tarihtir bu. Pazar akşamları ailenin ve çalışmanın yanı sıra, “devlet” ve “otorite” de kokar: sabahın köründe, rüya ve uyku arasına hapsedilmiş çapaklı gözler, mahmur yüzler, gardiyan misali öğretmenlerin yahut hademelerin orada burada göründüğü köhne okul bahçeleri, omuz başından hizaya dizilmeler, sürüler halinde varılan loş basık sınıflar, sınıfların duvarlarını dolduran mevsim tabloları, iplere dizilmiş harfler, çerçeveler içinde devlet büyükleri, beyaz yakalıklar, kara ya da mavi önlükler, bir örnek olma tohumlarının atıldığı uygun adımlar dönemi... Bu fasılda, kara tahtadan “akıllı tahtaya” geçmek bir “ilerleme” masalıdır: Bu dönem asla geçmez, yanından yöresinden kabuk değiştirir sadece... Pazar akşamları her açıdan berbat bir toplamdır: aile ritüellerinin, eğitimin, çalışmanın ve köleliğin toplamı...
Turgut Uyar “Yenilgi Günlüğü”nde haftanın günlerini tek tek işler, Pazar gününü atlar ama, Cumartesi gününe geldiğinde iki dize düşer sadece: “yarın pazar / yarınki pazarın sessizliği.” Taşlaşmış, yavan bir sessizlik olarak Pazar akşamları: bu sessizliği sadece uzaklardan gelen birileri bölüp dağıtabilir zira Walter Benjamin’in belirttiği üzere “uzaklardan gelenin birinin daima anlatacakları vardır.” Rutinin bezdiren çemberini kırabilecek, sessizliği çatlatabilecek, kurumuş zihinlere “düş” damlaları ikram edebilecek, “anlatacaklarıyla” kulaklara ziyafet çektirebilecek bir fail olarak uzaklardan gelen biri...