“Müesses nizam”a alternatif olduğu ilk döneminde AKP, Cumhuriyet tarihinde demokratikleşme yolunda en kapsamlı hukuk reformlarını yapan partiydi. Kendinden önceki koalisyon hükümetinin başlattığı reformları devam ettirip AB’ye entegrasyon sürecinde mesafe katedebilmek için 2002-2007 arasında geçirdiği reform paketleri daha önce görülmedik düzenlemeler içeriyordu. 2003’te yasalaştırılan Dördüncü ve Beşinci Uyum Paketleri’nde gözaltı koşullarının iyileştirilmesi, işkenceyle aktif mücadele, ulusal yargının AİHM kararları ekseninde yapılandırılması, fikir suçlarından mahkûmiyete olanak tanıyan TMK 8. maddenin kaldırılması gibi yenilikler mevcuttu. Kamuoyunda 8. ve 9. Uyum Paketleri olarak bilinen düzenlemelerle temel hak ve özgürlükler konusunda milletlerarası anlaşmaların esas alınması, Anayasa’da idam cezasına atıf yapan maddelerin kaldırılması gibi değişiklikler yapılmıştı. Bu yıllarda toplumun da demokratikleşme yönünde ciddi bir talebi ve iktidar üzerinde basıncı sözkonusuydu; AKP tam da bu yüzden muhafazakâr ajandasında yer alan “zina” düzenlemesi gibi değişiklik tekliflerini geri çekmek zorunda kalmıştı.
Bu reformist icraatı nedeniyle AKP, ilk döneminde sol-demokrat çevrelerin desteğini aldı. Aynı çevreler AKP otoriterleşmeyi seçtikçe desteklerini çektiler. Sonradan yetmez-ama-evet teranesini diline dolayan kesim ise o yıllarda alt-orta sınıf Müslümanların iktidarını kabullenemedikleri için AKP'ye sınıfsal bir kin ve önyargı ile yaklaşmaktaydılar. 2002-2007 arasında AKP’ye muhalefet etmenin yolu ya niyet okumaktan ya da “bunlar takiyye yapıyorlar” söylemine sarılmaktan geçiyordu. AKP iktidardaki icraatıyla değil bir özsellik atfedilmiş kimliği ve varlığı ile kategorik olarak mahkûm edilmişti. Mahkûmiyetin hem fiili hem de sembolik anlamına aşina olan Tayyip Erdoğan ve arkadaşları açısından daimi bir kaygı ve endişe kaynağı olan bu kategorik ret bugünkü kutuplaşmanın hazırlık evresi ve tarihöncesidir. AKP’yi kuran kadrolar açısından hukuk, başından beri bir varolma mücadelesinin aracıdır.
2007’deki e-muhtıra ve onu izleyen kapatma davasından sonra AKP’nin “ikinci dönem”i başladı ve iktidarına yönelik tehditlere demokrasiyi derinleştirerek karşılık verecek zihinsel altyapıdan yoksun olan parti, AB hedefinden hızla uzaklaşıp bir beka mücadelesine girişti. Bu yıllarda yargı siyasi iktidarın elinde araçsallaşırken toplumdan uzun boylu bir tepki gelmedi. AKP, 2002-2007 sürecinin doğal sonucu olması umulan yargıyı siyasetten özerkleştirme yolunu izlemek yerine 90’lara geri dönerek Cumhuriyet tarihinin normali olan yargıyla siyasi iktidar arasındaki vesayet ilişkisini tekrar tesis etti. Yargının hukuk dışına çıktığı ilk büyük dava olan Ergenekon’da “uzun tutukluluk”ların ilk provaları, şüpheliden yola çıkarak delil üretme girişimlerinin ilk deneyleri yapıldı. “Gezi’yi organize etmek” gibi absürd bir ithamla bir yıldır hapiste tutulan Osman Kavala, Ergenekon davasına mesafeli yaklaşanların bile “darbeci” ilan edildiği 2009’da demokratik kamuoyu içinde davadaki hukuksuzluklara dikkat çekme cesareti ve bilincini gösterebilen az sayıdaki insandan biriydi. 2009’da Express’te yayımlanan yazısına bakılırsa, bu bilinç ve cesareti “Cumhuriyet elden gidiyor” tarzı süfli gerekçelerle değil hukukun evrensel ölçütlerine bağlı kalma ısrarıyla sergilediği görülür.
2011’den itibaren AKP’nin kolektif akıl ve reformcu kadrolarla yönetilen bir parti olmaktan çıkışı ve sistemin geçirdiği köklü değişimlere paralel olarak yargı düzeninin günbegün kişisel ve keyfi bir iradeye tâbi kılınmasıyla birlikte bu kez yargıyla siyasi iktidarın -bütün aracı kurumlardan/denge-denetleme mekanizmalarından sıyrılarak- özdeşleştiği bir evreye girildi. Bu yeni evrede tek tek davalardan ziyade genel tabloya rengini veren zihniyete bakmak daha açıklayıcı olacaktır. Rıza Türmen; 2 Aralık’ta T24’te yayımlanan yazısında AKP’nin AİHM kararlarına uymama ve “karşı hamleler yapma” kararlığına atıfla “hukuk devletinin sonuna gelindiği” saptamasını yapıyordu. Bu son, aynı zamanda bir başlangıç anlamına geliyor. 2002’de alt-orta sınıf Müslümanların temsilcisi Milli Görüş kadrolarının iktidar olmasına gene öncelikle sınıfsal nedenlerle karşı çıkanlar bugün alt-orta sınıfların iktidar olmuş katıksız öfkesi ve nefretiyle karşı karşıyalar. Bu yeni durum modern-öncesi hukuk geleneklerinin egemen olduğu toplumlara özgü bir tarihsel olguyla birleşmiş durumda: Pozitif deliller yerine “niyet okuyarak”, güç ilişkilerindeki konumlara bakarak hüküm vermek. Böyle olunca birisi size muhalif olduğu için hakkında somut delile ihtiyaç duymadan “sübliminal mesaj” verdiğini iddia ederek veya belirli bir saatte bir yerden geçtiğini (“HTS” kaydı vs.) tespit ederek onu tutuklayabiliyorsunuz. Bu aslında, -onu da içermekle birlikte- yargı sistemiyle sınırlı olmayan bir toplum mühendisliği projesi. Bunun ne anlama geldiğini, ne boyutlara ulaşabileceğini biz Türkiye’de her gün yaşayarak öğreniyoruz.