Seçimle iktidara gelen bir siyasal güç, zaman içinde seçimleri amacından saptırıp, seçim ahlâkını ortadan kaldırırsa ve sonuçta demokrasiyi yozlaştırırsa, ne yapmak lazım gelir? Bu soru günümüzde dünyanın farklı köşelerinde giderek daha fazla soruluyor. Seçimle gelen, seçimle iktidarda kalan otokratların, diktatörlerin pıtrak gibi çoğaldığı bir dönemdeyiz. Denebilir ki, eskiden daha mı az diktatör, tiran, otokrat, despot vardı ki şimdi çoğaldıklarından söz ediliyor? Eski tarihlerde elbette diktatörler, tiranlar, despotlar bugünkünden çoktu. Son iki yüzyılda seçimle iktidara gelenleri de az sayıda değildi. Günümüzde dikkat çeken gelişme, seçimle gelip göreli serbest ve çoğulcu seçimlerle iktidarda kalan otokratlar, diktatörlerdir. İktidarı darbeyle, devrimle, ayaklanma, savaş veya iç savaş yoluyla ele geçiren ya da kan veya aşiret bağı gerekçesiyle devralan despot yönetimlerden de farklı bir kategori var karşımızda.
Her şeyi “post” takısı ile değerlendirmenin moda olduğu günümüzde, bu diktatörler de post-demokrasi döneminin ürünleri. Post-demokrasi çünkü başta kısmen serbest ve göreli çoğulcu seçimler, kuvvetler ayrılığı ve temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan bir anayasa olmak üzere, demokrasiden miras kalan birçok kurumun kâğıt üzerinde geçerli olduğu despotluklar bunlar. Ayrıca söz konusu rejimlerde bu kural ve kurumlar kısmen ve yer yer işlemeye devam ediyor. Hem son derece vahim temel hak ve özgürlükler ihlallerinin sıradanlaştığı, hem demokratik kurum ve ilkelerin sistemli biçimde olmaktan çok rastlantısal olarak işlediği rejimler söz konusu. Demokratik olarak tanımlanabilecek uygulamaların rastlantısal biçimde görünüp kaybolduğu, siyasal gücün keyfi iradesinin hüküm sürdüğü, rastlantısal demokrasi/keyfi despotluk rejimleri bulaşıcı bir hastalık gibi yaygınlaşıyor.
İçinde bulunduğumuz dönemin 20. yüzyılın faşizmiyle, Nazizmiyle, Stalinizmiyle ve diğer totaliter rejimleriyle arasındaki benzerlikleri vurgularken, son derece önemli farkları da gözden kaçırmamak lazım. Günümüz otokratları iktidara demokratik rıza ile geldikleri gibi, düzenli aralıklarla yenilenen göreli çoğulcu ve serbest, en azından demokratik görünümlü seçimlerle iktidarda kalıyorlar.
Hatırlamak gerekir. Hitler, 1932’de cumhurbaşkanlığı seçiminde ikinci tura kaldı ama seçilemedi. Aynı yıl parlamento seçiminde Almanya’nın birinci partisi olan NSDAP’ın lideri Hitler, muhafazakâr Von Papen’in önerisi üzerine Ocak 1933’de Şansölye olarak atandı ve 1934’de yaşlı cumhurbaşkanı Hindenburg’un ölümüyle kendini hem Führer hem Şansölye yapan plebisiti düzenledi. Bütün yetkilerin tek bir kişinin elinde toplandığı III. Reich’ın perçinlendiği andı bu. Daha önce Şansölyelik görevini almasından hemen sonra düzenlenen Reichstag yangını bahanesiyle, Hitler ilk demokratik Alman rejimi olan Weimar Cumhuriyeti’ne fiilen son vermişti. 1934 halkoylamasının resmî sonuçları, %88 evet oyu ve %95 katılım olarak ilan edildi. Daha sonraki seçimler, tek partili “Tek Önder, Tek Devlet, Tek Halk” rejiminin plebisitinin yenilenmesinden başka bir anlam taşımadı.
Mussolini’nin iktidara gelişi ve 1943’e kadar iktidarda kalışı, Rusya’da Bolşeviklerin iktidara gelişi ve SBKP’nin yetmiş yıl iktidarda kalışı, seçmenlerin rızalarını veya muhalefetlerini göreli serbest biçimde ifade edebildikleri seçimlere dayanmadı. 1945 sonrası kurulan komünist parti diktatörlükleri, iki dünya savaşı arasının askeri veya sivil diktatörlükleri, ne serbest seçimlerle iktidara geldiler, ne de serbest seçimlerle iktidarda kaldılar. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bu rejimler son bulana dek, o ülkelerde göreli serbest, göreli çoğulcu seçimler yapılmadı. En fazla mostralık partiler, iktidar partisinin zorunlu müttefiki, “yol arkadaşları” olarak mecliste kendilerine tahsis edilen yerde oturdular. Bu rejimler, eğer başka bir nedenle (savaş yenilgisi, ayaklanma, iktidar içi çatışma ve darbe, …) son bulmamışlarsa, düzenlemek zorunda kaldıkları ilk gerçek serbest seçimde yok olup gittiler.
Günümüzde ise Vladimir Putin’den Tayyip Erdoğan’a, Viktor Orban’dan Rodrigo Duterte’ye giderek genişleyen bir yelpaze içinde, seçimlerde oy kullananların çoğunluğu bu ülkelerde despotluğa rıza göstermekle yetinmeyip, büyük bir şevkle destekliyor. Belki bazı ülkelerde, örneğin Hindistan’da veya ABD’de bir sonraki seçimlerde sağcı/milliyetçi/otoriter Narendara Modi ve/veya Donald Trump’ın iktidarına son verecek olsa da seçimli otokrasinin kurumlaştığı diğer ülkelerde otokrata düzenli olarak oy veren yeterli sayıda bir kitle var olmaya devam ediyor. Türkiye bu açıdan en anlamlı örneği oluşturuyor. Yüzde doksan veya seksen oy oranıyla değil, başkan seçilmek, mecliste çoğunluğu elde etmek için yeterli oy oranı kadar bir oy oranıyla Erdoğanizm seçimli otokrasisi işliyor.
“Gerçek halk”, “milli tercih”, “yeni Rusya/Türkiye/Hindistan” sloganları aynı zamanda yitirilmiş kadim medeniyet ve haşmetin ihyası hedefiyle besleniyor. Filipinler’de nevi şahsına münhasır bir kanlı yol tutturan Duterte bu konuda ayrı tutulursa, etnik milliyetçilikle dinin taşıyıcısı olduğu muhafazakârlığı birleştiren bir korku, hınç ve teslimiyet ideolojisinden bu 21. yüzyıl seçimli otokrasileri besleniyorlar. Bu ideolojiyi yerli ve milli motiflerle süslüyorlar.
Buna karşılık günümüzün bütün diktatörlüklerini aynı sepete koymak doğru değil. Örneğin Mısır’da, General Sisi’nin oyların %92’sini aldığı ama katılımın %41 olduğu ve karşısında yegâne rakip olarak ona çok yakın olmuş bir siyasetçinin mostralık olarak çıkmasına izin verildiği 2018 göstermelik başkanlık seçimleri ile Macaristan veya Türkiye’deki seçimleri aynı kefeye koymak büyük bir yanlış olur. Diğer taraftan Çin’de bin beş yüz yıllık mandarin (imparatora bağlı seçkin devlet memurları) hâkimiyetinin modern zamanlara uyarlanmış hali olan Çin Komünist Partisi yönetiminde de, serbest seçim meşruiyetine iktidarın ihtiyacı yok. Askerî diktatörlükleri, Afrika ülkelerinde azalmakla birlikte hâlâ çok rastlanan kabile dayanışması temelli diktatörlükleri de Rusya’da Putin’in iktidara gelme ve iktidarda kalma yöntemleriyle eşdeğer addetmek aşırı indirgemeci olacaktır. Rusya’da Putin yönetimini ayakta tutan esas olgu toplumun önemli bir kesiminin mutlak depolitizasyonu ise, Türkiye’de Erdoğanizmi iktidarda tutan etmenlerden biri, seçimleri herkesin bir varlık-yokluk mücadelesi olarak algıladığı aşırı kutuplaşmaya dayalı politizasyondur.
***
21. yüzyılda tanıştığımız bu seçimle gelen ve seçimle iş başında kalan diktatörlükler, geleneksel despotluklardan farklı olarak, genellikle tedrici biçimde demokrasiden otokrasiye geçişi gerçekleştiriyorlar. Ne Putin, ne Erdoğan ne de Orban ilk seçildiklerinde, hatta bazıları seçildikten epey uzun bir süre sonraya kadar, temsili demokrasiyi ve kuvvetler ayrılığını savunup, tek adam rejimini gündemlerine almadılar. Ama kimi birkaç yıl, kimi beş-on yıl sonra demokratik kurumları fiilen askıya alan adımları atmaktan geri kalmadılar. Bugün Orban açıkça illiberal demokrasinin savunuculuğunu yapıyor. Putin, denge ve denetim sağlayan ara kurumları devre dışı bırakan iktidarın dikey gücünü savunuyor. Tayyip Erdoğan’ın devlet yapısı ve yönetimi anlayışı bundan farklı değil. Bu yönetim tarzı, “biz ancak otoriter yönetimle kalkınırız” diye düşünen kesimlerin de desteğini alıyor. Bu anlamda bu rejimleri kendi özgün tarih ve sosyolojilerinin getirdiği farklar içinde, post-demokratik rejimler olarak tanımlamak yanlış olmaz.
Bu rejimlerin sonuç alıcı başka ortak iki özelliği var. Her ülkede değişik biçimlerde olsa da, medya çok büyük oranda otokratın denetimi altına alınıyor ve yargı siyasal güce fiilen tam bağımlı hale getiriliyor. Özellikle yargının siyasal iktidarın doğrudan ve açık uzantısı haline gelmesinin yarattığı bir üçüncü sonuç, ceza yargısının muhalefeti susturma, bastırma ve seçim yarışından dışlama aracı olarak kullanılması. Bu da seçimlerin çoğulcu olma niteliğini göreli kılıyor. Türkiye bu açıdan da örnek ülke konumunda. Hapishanede tutularak cumhurbaşkanı seçiminde “yarışmasına” izin verilen Selahattin Demirtaş’ın temsil ettiği bir serbest seçim sistemi çoğu yerde geçerli. Rusya’da Putin’in en güçlü rakibi Aleksey Navalnıy hapishaneye girip çıkmakta. AİHM, Kasım 2018’de hem Türkiye’yi (Demirtaş ve Türkiye kararı) hem Rusya’yı ( Navalnyy ve Rusya kararı) yargıyı “siyasal çoğulculuğu boğma” amacıyla kullandığı gerekçesiyle mahkûm etti. Başka bir örnek Filipinler: Duterte, iktidara geleli iki yıl olmasına rağmen, kendine güçlü rakip olabilecek iki senatörü hapse yollamayı başardı. Trump da rakibi Hillary Clinton’u seçimi kazanırsa hapse yollamakla tehdit etmekten çekinmemişti ama ABD’de yargı bağımsızlığını –şimdilik– korumaya devam ederek, Clinton’ı değil, Trump’ın hukuksuzluklarını soruşturuyor. Türkiye’de ise sivil toplumun bağımlı yargı marifetiyle susturulması ve bastırılması, siyasal muhalefetin susturulup bastırılmasını tamamlıyor.
Türkiye’de Erdoğanizm’in, hemcinslerinden, örneğin Putinizm’den çok daha baskıcı bir yönetim tarzına başvurmak zorunda kalması, Türkiye’de sivil toplum hareketliliğinin, demokratik kurum ve geleneklerin çok daha yaygın ve güçlü olmasıyla alakalı. Rusya ve eski komünist ülkelerde toplumun büyük kısmının sergilediği siyasal ilgisizlik halinin Türkiye’de halen daha tam gerçekleşmemiş olması, iktidarı çok daha fazla baskıcı olmaya sevk ediyor. Bu nedenle Türkiye nüfusuna oranla bugün dünyada en fazla gazetecinin, öğrencinin, akademisyenin ve siyasetçinin hapiste olduğu ülke.
Türkiye’de iktidarın yargıyı, özellikle ceza yargısını bütünüyle denetimi altına almasına karşılık, Macaristan’da Orban hükümeti veya Polonya’da Hukuk ve Adalet Partisi iktidarı şimdilik yargıyı yürütmeyi denetleyemez hale getirme uğraşı vermekle yetiniyorlar. Macaristan veya Polonya’da muhalif seslerin, muhalif siyasetçilerin hapsi boyladıklarına daha şahit olunmadı ama Macar siyaset felsefecisi Agnes Heller’in “yeniden feodalleşen devletler” olarak tanımladığı, “yolundan saptırılmış demokrasilerin zihinleri yozlaştırdığı” bu rejimlerde (link), seçilmiş ve tekrar seçilmiş despot iktidarlar, hem kendilerine ve yakınlarına hem yandaş çevrelerine büyük bir rant dağıtma/sağlama düzeneği üzerine iktidarlarını pekiştiriyorlar. Bir kısmı yasal görünümlü, bir kısmı rejimin yasaları açısından da yasadışı olan bu rant yaratma ve dağıtma düzeneği, despotik iktidarlar için iktidarı kaybetme ihtimalini sıfırlama zarureti yaratıyor. Bu zaruret Türkiye’de Erdoğanizm için de geçerli.
Böylece günümüz seçimli diktatörlükleri, girdikleri despotik patikanın bağımlısı haline geliyorlar ama düzenli aralıklarla yenilenen seçim meşruiyetine olan ihtiyaçları da bir o kadar devam ediyor. Bu nedenle, post-demokratik seçimli otokrasilerin sürekli aralıklarla iç ve dış düşman heyulasını canlı tutmaya, bunu beslemeye ihtiyaçları var. Ancak bu yolla etraflarında yeterli bir destekçi-seçmen topluluğunu tutabiliyorlar.
Gelelim başta sorduğumuz soruya. Bu durumda seçimlere muhalefet saflarında katılmak, oy vermek, seçimli otokrasiyi son tahlilde meşrulaştırma operasyonunun bir parçası olmak mı demektir? Despotluğun mutlaklığına ve demokratik yollardan iktidarı kaybetmesinin her durumda imkânsızlığına inanılınca, anarşistlerin burjuva demokrasilerinde seçimleri “ahmak tuzağı” olarak tanımlamaları, esas burada geçerli olur. Ne var ki, post-demokratik otokrasilerde esas bu tavır, seçimleri sadece ahmak tuzağı olarak değerlendirmek ve buna uygun davranmak, nihilizmle kinizmin birleştiği bir teslimiyet tuzağına dönüşür. Evet, seçimli otokrasilerde otokrat seçimi bir ahmak tuzağına dönüştürme amacındadır ama bunu tespit etmek, buna uygun davranmayı gerektirmez.
Günümüzün demokrasi dekorlu diktatörlüklerini besleyen en güçlü olgu, toplumun eşitlik, özgürlük, dostluk, kardeşlik ilkelerine yabancılaşmasıdır. Bunun bir sonucu, seçmen topluluğunun toplum olma niteliğini bütünüyle yitirmesi, rakip değil düşman kampların oluşmasıdır. Demokrasi mücadelesini demokratik zeminde ve her şeye rağmen verme iradesinin kaybolması da bunun bir parçasıdır ve bu 21. yüzyıl seçimli diktatörlüklerinin güçlerini pekiştirmelerinin önemli bir aracıdır.
Seçimleri “ahmak tuzağı” olarak değerlendirmek, despotik gücün kurduğu teslimiyet veya terk etme tuzağına yakalanmak demekse, seçimden seçime saman alevi gibi parlayıp sönerek muhalefet yapmak da otoriter yönetimin tam istediği gibi davranmak demektir. Demokratik mücadeleyi, sadece seçim kazanma amaçlı bir dönemsel hareketlenme olarak sürdürmek, demokrasiyi buna indirgemek elbette yetersizdir ve muktedirin seçtiği alanda oynamak, cıvalı olduğu apaçık zarlarla barbut oynamayı kabul etmekle yetinmek demektir. Buna karşılık otokrasiyi teşhir etmenin yetmediğine, toplumun her kesimine medeniliği ve toplum olmayı, eşitlik, özgürlük, dayanışmaya dayalı bir arada yaşama ilkesini ısrarla önermenin aracı olarak seçimleri de kullanmanın vazgeçilemez ve devredilemez bir demokratik yükümlülük olduğuna inanmak ahmaklık değildir. Demokrasi mücadelesi veren ve bunu vermeye kararlı olanların herhangi bir demokratik mücadele alanını boşlamak gibi bir tavırları olamaz.
Bir gün seçimler de yürürlükten kalkarsa veya otokratın şakşakçıları dışında kimsenin seçimlere katılmasına izin verilmez olursa, o zaman zaten yazının başında sorulan sorunun da bir anlamı kalmaz. Seçime katılmanın, seçmen topluluğuna hitap etmenin mümkün olmadığı bir siyasal rejimde şiddet içermeyen mücadele biçimleri neler olabilir sorusu gündeme gelir. Diğer yandan, haldeki durumda olduğu gibi, demokratik seçim ahlâkını iğfal eden, demokrasiyi yozlaştıran, seçimleri tek adam rejiminin hınk deyicisine çevirmeye uğraşan iradeye karşı seçim dönemiyle sınırlı kalmayan, demokratik bir siyasal yapı için şiddet içermeyen bir toplumsal mücadelenin yöntemleri üzerinde ayrıca düşünülmesi, tartışılması gereken bir konudur.