İslam dini üzerinde son sözü kimin söyleyeceği ya da dini alanı, ilişkileri, bilgiyi ve öğretiyi düzenleme ve denetleme yetkisinin kime ait olacağı sorusu, modern İslam düşüncesinin temel soruşturmalarından biri olageldi. Bu soruşturmalar bir seyir ve güzergah izlemeyip birikim oluşturamadı. Bunun yerine mevcut tartışmalar çorak bir zeminde ve kendini tekrar eden bir sığlıkla sürdürüldü. Bu ve benzeri tartışmaların Müslüman yoğun toplumların gündeminde yer alamaması ya da ancak bu düzeyde tartışılabiliyor olması, İslam’ın kendi ortaçağına saplanıp kaldığı yönündeki mecazla birlikte düşünülebilir.
Tartışmaların çorak bir zemine çakılıp kalmasının ve her kesimin sadece kendi sesini duyduğu yankı odalarında gerçekleştirilmesinin bazı nedenleri var. İslam tarihi ve ilahiyatıyla ilgili tartışmaların Müslüman topluluklar arasındaki egemenlik kavgasının ve siyasal mücadelelerin bir parçası olarak gelişmesi ya da modernite ve emperyalizm tecrübesi karşısında İslam’ın ne olarak ve nasıl var olacağı sorusuna verilen cevapların gerçekçiliği, sorun çözme kapasitesi gibi hususlar bu nedenler arasında sayılabilir.Bu mesele, yani Müslüman yoğun toplumlar içerisinde İslam dininin günümüzde ne anlama geldiği ve bunun kim tarafından ve nasıl belirleneceği İslamcılık açısından önemli, çünkü bir kimlik siyaseti olarak İslamcılığın çevresini kuşatacağı kimliği tanımlaması gerek. Bu nedenle Müslümanlık kimliğinin bir siyaset tekniği ve siyasal ilişkinin katalizörü olarak kullanılmasının sınırlarının ne olduğu İslamcılık açısından sürekli ve yeniden düzenlenmesi gereken bir kimlik inşa süreci olarak değerlendirilmektedir. Reform, tecdit ya da ihya edilemeyecek olan din kurgusuna rağmen yeni koşullara sürekli uyum sağlaması gereken partizan-dindar tipolojisinin icadı, İslamcılık için de özel bir yüke dönüştü.
Bu kimliğin üstüne yüklenen anlamların mevcut kimlik tarafından taşınamaması, Müslümanlık kimliğinden beklentilerin gerçeklikten kopuk olması, kimliğe yüklenen siyasal anlamın ve içeriğin çoğu zaman bağlamsız ya da duruma göre değişen, aşırı değer yüklü ve özcü biçimde tasarlanması, İslamcılık açısından, metafizik ve mutlak Müslüman öznenin icadını dini bir ödev haline getiriyor. İslamcılık açısından bu metafizik özneye erişmek dinsel ve politik alanda reform gerektiren bir süreçle mümkündür. İslamcılık modernist olduğu kadar rasyonalist bir hareket olduğu için kitlesel dindarlığın siyasal bilincini dinden ayırarak onu yeniden ve din üzerinden inşa etmeyi hedeflemekteydi. Bir siyasal kimlik olarak dinin hakikatine müdrik olmayanlar Müslüman olmak bahsinde de geride kalmış oluyorlardı. Olsa olsa “patates dininin müminleri” olabilirlerdi.
Meselenin diğer boyutu İslam ilahiyatının gelenek tarafından çevrelenmiş kapalılığıyla bağlantılı olan tarihsel yığınla ilgili. Bu yığın, içinden her şeyin seçilip çıkarılabileceği bir hacme sahip. Bu nedenle Müslüman kamuoyunu içerisinde “gerçek İslam” hakkında her kesim elindeki farklı malzemeyi bir diğerini sopalamak, tahkir, tezyif ve kimi zaman tekfir etmek için kullanabiliyor. Bu malzeme öylesine geniş ve kalabalık ki, her konuyla ilgili çelişkili ve muarız malumatlar aynı metinlerin içinde yer alabiliyor. Örneğin itikat-akaid ile ilgili konular ve tartışmalar ‘Allah göktedir/oraya yerleşmiştir’ ve ‘her yerdedir/mekandan münezzehtir’ gibi eski ve kadük tartışmaları içerebildiği gibi seçimlerde oy verip vermemeye, verilecekse hangi partiye oy verilmesi gerektiği gibi güncel konuları da içerebiliyor ve bütün bu tartışmalar tarafların konumuna göre dini alanın içinde yer almakla dışına çıkmak arasındaki çizgide sürdürülüyor.
Çok hassas olduğu ve sıradan kişilerin erişimine açılmaması gerektiği söylenen bu tartışmalarda geçmişte öne sürülen görüşlerin özel bir ağırlığı var. Dini alanla ilgili geçmişteki yorumları daha makbul ve ehven kabul eden duygusal motivasyon, elde bulunan bu nakilleri içinde bulunduğu duruma ve tartışmaya uygun olarak yeniden yorumlamayı dini bilgi olarak sunuyor. Bu yorumların karakterini belirleyen eksende ise bir değişme yok. Bu nedenle Türkiye özelinde bir parantezin kapandığı ve dinsel alandaki bilginin ve öğretinin düzenlenmesinde devletin yeniden merkezi konuma yerleştiği öne sürülebilir. Bunu sadece Diyanet Teşkilatı ile sınırlamamak, onun da erişemediği ve geleneksel toplumlara has bir örgütlenme sistemi olarak cemaatlerin siyasal sisteme entegre edildiği öne sürülebilir.
Bir diğer mesele ise İslamcılık düşüncesinin siyasal ve entelektüel gelişimiyle ilgili. İslamcılık sağın bütün bileşenlerine sirayet eden, milliyetçilikten ve muhafazakarlıktan farklılaşmak isterken onların gelişmiş hallerinden birine dönüşen bir hareket. Bu hareketin entelektüel ufku ve enerjisi, siyasal alanda cisimleşmesiyle birlikte ortadan kalktı. Kısa süre içerisinde İslamcılığın bir siyasal model içermediği gibi bunu inşa edebilecek ve alternatif oluşturabilecek bir kapasiteye sahip olmadığı bizzat İslamcılar tarafından anlaşıldı.
Milliyetçi kalıplara ve zaten hazırda tuttuğu dost-düşman (el-vel’â ve’l ber’a) gibi ikilikler içeren şablonlara yaslanıp bunu İslâmî söylem malzemesiyle yeniden üretmeyi siyaset sayan Türkiye İslamcılığı, sıkıştığı siyasal alanı anlamak ve değiştirmek yerine ona daha fazla sarılmayı dinden bir cüz saydı. Bu nedenle güncel gelişmelerle ilgili fazla hassas ve alıngan, aynı oranda siyasal düşüncelerin iç kavramlarına uzak, siyasallığın kendisine ilişkin tartışmalara kapalı ve eleştirel niteliği sığlaşan bir eğilim haline geldi. Gündelik siyaseti bir hissiyatlar manzumesi olarak kimliğe seslenmekle sınırlandıran; iktidarı ele geçirmeyi dini bir vecibe olarak sunan; kendini her yerde egemen olmaya ve onu sürdürmeye adayan İslamcılık siyaseti vasat bir partizanlığı büyük komplolar hezeyanı ve kocaman laflar eşliğinde servis etmek haline dönüştü.
Muhalefet halindeki İslamcılığın siyasal alandaki nobranlığına karşın entelektüel alandaki gayreti, merakı, arayışı ve dertleri ile muktedir İslamcılığın her alandaki mağrur ve riyakâr hali arasındaki farkı gösterip ikazda ya da nasihatte bulunmak ya da teşvik edip yüreklendirmek arasında İslamcılar arasında gözetilebilecek bir fark kaldı mı, bilemiyorum. Çünkü bir sosyal hareket olarak İslamcı kimliğinin siyasal alanı egemenliği altına almasıyla toplumsal alanlara hükmetme arzusu arasında herhangi bir mesafe kalmadı. Her kimlik hareketi gibi İslamcılık da egemen olduktan sonra toplumu korumak yerine onu dost-düşman ikiliğine sıkıştırmayı tercih etti. Bu tazyikten bütün toplum kendi hesabına düşen payı aldı, alıyor. Peki, bu gelişmelerden İslamcılığın payına düşen ne oldu?
Daha önceleri İslamcılık çatısı altında çoğulculuğu zorlayan, farklı cemaatleri, tarikatları, dini platformları, toplulukları ve kişileri üst çatı olarak “İslam’a hizmet” altında toplamayı başaran ve onları duygusal ve düşüncel olarak motive edebilen İslamcılık hareketi, iktidar olduktan sonra kademeli olarak “iktidara hizmet” altında toplandı. Birçok cemaat ve tarikat mensuplarının iktidarı desteklemekle İslam’ı desteklediklerini, Hakk’ın ve hakkın yanında durmak için böyle bir tercihte bulunduklarını ifade etme ihtiyacı hissetmesi, [1] Türkiye’deki İslâmî hareketin yüz yıllık hikayesi için de özel bir dönemi işaret ediyordu.
Çeşitli uğrak noktaları tespit edilip hükümet ile dini çevreler arasındaki ilişkiler belli bir kronolojiye yerleştirilebilir. Ancak burada önemli kırılma anının 15 Temmuz’daki Fetullahçı cuntanın darbe girişimi olduğu açıktır. Bu olaydan sonra cemaatlerin ve dini çevrelerin birçoğunun gönüllü ve görece zorunlu olarak iradelerini hızla hükümete devrettiği, siyasal alandaki varlıklarını bürokrasi içindeki kadrolaşmayla, dini alandaki varlıklarını ise sosyo-politik mühendisliğin bir bileşeni olarak kitleleri İslâmîleştirmek için seferber ettikleri söylenebilir.Devlet tarafından düzenlenen, organize edilen, sistematik olarak icra edilen ve cemaatler, tarikatlar, dini çevreler eliyle sürdürülen bu tebliğ ve irşâd faaliyetlerinin toplumun İslâmîleşmesine, dindarlaşmasına bir katkısının olup olmadığı, olduysa bunun ne düzeyde ve nasıl olduğu henüz ciddi araştırmaların konusu haline gelmiş değil. Ancak dini çevrelerin maddi-manevi varlıklarını sürdürebilmeleri için hükümete olan bağımlılıkları gittikçe yoğunlaştı. Bu nedenle din üzerinde zaten etkili olan devlet, geçmişte çeperine alıp denetleyemediği, düzenleyemediği ve istediği düzeyde kullanamadığı birçok farklı dini çevreyi, cemaatleri, tarikatları ve benzeri toplulukları devlet onlardan razı, onlar devletten razı halde makbul vatandaşlık kümesine dahil etti. Bu, Türkiye açısından önemli kabul edilmesi gereken bir dönem olarak kayıt altına alınabilir. Bu bütünleşmenin ve kaynaşmanın değeri sadece devlet için değil, bir zamanlar “sivillik” alameti olarak işaret edilen dini çevreler açısından da çok fazla.
Türkiye’de devlet din alanı üzerinde her zaman hakim bir konumda olmak istemiş, bunun için birçok politikayı uygulamaya koymuş, toplumun din ile ilişkisini her dönem yeniden düzenlemiş, dinsel alanın dışında bırakılacakları - içerde tutulacakları organize etmiş, dinsel bilginin ve öğretinin denetimini ve kontrolünü üstlenmiştir. Ancak buna rağmen tabanda yer alan farklı dinsellikler var olmaya devam etmiş, “devletin dini” dışında bir dini öğretinin imkanları aranmış, hatta çeşitli ekoller ortaya çıkmış ve dini bilgi, öğreti ve yorumlar devleti bu alandan iterek inşa edilmiştir. Bu dinsel çoğulculuk içerisinde devlet, genellikle kötülüklerin nedeni olarak işaret edilen ötekinin sembolik gücünün bir ifadesiydi ve çoğu zaman ele geçirilmesi gereken bir aygıttan fazla bir anlam taşımadı.
Oysa bugün için devlet, İslamcılığın varlık nedenlerinden biri olarak dile getirildiği için dini bilgi ve öğreti üzerinde kimin egemen olacağı, hangi söylemin bu alanı kuşatacağı İslamcılık içerisindeki tartışma konularından biri değildir. Bugün için devlet, çeperi gittikçe genişleyen İslamcılık içerisindeki güç mücadelesinin ve bürokrasi içerisinde gerçekleştiği öne sürülen cemaatler arasındaki kavgaların bir parçası olarak dışarı çıkmaktadır.
Hatırlamak gerekirse, İslam dininin düşünce tarihi, çok kısa bir tarihsel kesit dışarda bırakıldığında, siyasal egemenliklerin temsil alanlarından biridir ve her siyasal egemenlik dönemi kendi din yorumunu kitlelere dayatmak konusunda baskı, yıldırma, kıyım gibi yaptırımlara yönelmiştir. Bu nedenle İslamcıların, özellikle dinsel alandaki tekelleşmeden rahatsızlık duyanların parmakla işaret ettikleri cemaatlerin arkasındaki fonu, yani siyasal alandaki tekelleşmeyi görmeleri zor değil. Benzer biçimde, “İslam’da ruhbanlık yoktur” klişesinin gerçek olmadığı, hatta İslam dininin birçok farklı versiyonunun merdiven-altı ruhbanlar tarafından inşa edildiği de sır değil. Bugün için İslam dininin kilisesi devlet olsa da [2] henüz bir papası olmadığını söylemek mümkün. Türkiye söz konusu olduğunda eklenmesi gereken husus bu ruhban çoğalmasının bir ruhban anarşisine neden olmadığı, bir tür cemaatler düzeni tesis eden siyasal programın işe yaradığıdır. Bunu basitçe “hükümet ve cemaatler arasında ittifak” olarak açıklamak pek doğru değil. Hükümet ile cemaatler arasındaki bütünleşme gittikçe tasavvuftaki fenâ makamına doğru bir yola girdiği için din alanı üzerindeki nihai otoritenin/otoritelerin gücünden, kudretinden kimsenin şüphesi yok.
Bu nedenle Mustafa Öztürk gibi bir akademisyenin, tek başına bir kişinin İslam dinine ilişkin analizlerine karşı yapılan itirazların tahkirden tacize, tehditten tekfire kadar uzanmış olmasında şaşılacak bir şey yok. Şaşılacak olan dine ya da Öztürk’le aynı şeylere inanmayan kişilerin, örgütlü ve organize saldırılara karşı onunla omuz hizasında durmayı göze almalarıdır. Bazı İslamcıların zorunluluk hissederek, bu konudaki kanaat belirtmeleri beklendiği için ve genellikle “… görüşlerine katılmıyorum ama…” şeklinde bir parantezle dile getirdikleri kınamalar bile Türkiye’deki bilim insanlarının, samimi ve sahici merak sahiplerinin önündeki uzun, dikenli ve çetrefilli yolu göstermesi bakımından önemlidir. Ancak İslamcılığın geldiği yeri göstermesi bakımından da dikkatle izlenmelidir.
[1] Bu konu araştırılmaya, anlaşılmaya ve açıklanmaya muhtaç bir alan olarak durmaya devam ediyor. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetim sisteminin sandığa götürüldüğü 16 Nisan referandumunda dini çevrelerin verdiği destekler ve bunları dile getirme biçimleri dikkate değerdi (Konuyla ilgili bkz. https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2017/04/12/hangi-cemaatler-evetci-hangileri-hayirci/). Dini çevrelerle hükümet arasında birlikte hareket etmeyi zorunlu hale getiren, dini çevrelerin elde ettikleri imtiyazları koruyabilmek için bu siyasal ilişkileri sürdürmek zorunda olması ve bu çevrelerin kendi sözlerinden daha çok hükümetin dilini ve söylemini kullanmak zorunda hissetmelerini siyasal baskının bu çevreler üzerindeki tezahürlerinden biri olarak okumak mümkün olduğu gibi “dindarlar koalisyonu” haline gelen bir siyasal bloklaşmadan da söz edilebilir (Ergün Yıldırım’ın Cemaatlerin AK Parti İttifakı yazısı için bkz. https://www.yenisafak.com/yazarlar/ergunyildirim/cemaatlerin-ak-parti-ittifaki-48100).
[2] Ruşen Çakır’ın İslam'ın güncellenmesi meselesiyle ilgili Mücahit Bilici ile yaptığı söyleşide Bilici, İslam’da kilise olmadığı söylense de aslında Ortodoks İslam’da kilisenin devlet olduğunu, batıda dinin devleti, İslam dünyasında ise devletin dini olduğunu öne sürmektedir, ilgili söyleşi için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=HadRkvyRUxA