Yaratıcı yazarlık, bütün zararlı buluşlar gibi, Amerika kaynaklı. On yıl önceye kadar Anglo-Sakson üniversitelerinde bir ders olarak okutulurken şimdi kendi başına bir disipline dönüştü. Artık “yaratıcı yazarlık” bölümleri var. Amerika’dan zararlı buluşlar ithal etmekle ünlü bir toplum olduğumuz için bizde de çok geçmeden “yaratıcı yazarlık” kursları/atölyeleri açıldı. Bu kurslar herkesin dirsek çürütmeden yazar olabildiği; yağmur gibi roman ve novellanın yazıldığı yeni zamanların ruhuna uygun.
Uygun ama, yaratıcılık öğretilebilir bir meziyet midir? Kurslar veya üniversiteler bu meziyetin edinilmesini kolaylaştırabilir mi?
Henry James, Art of Fiction adlı makalesinde bir ressamın resmin inceliklerini öğrenmek isteyen genç bir sanatçı adayına ancak fırça, boya, tuval hakkında birtakım temel bilgiler verebileceğini; başka da pek bir şey yapamayacağını, çünkü yaratıcılığın son aşamada herkesin kendi kendiyle ve yapıtla baş başa kaldığı bir yoğunlaşma anı olduğunu belirtir. Aynı durum “yaratıcı yazı” için de geçerlidir. En sofistike edebiyat eleştirisi bile yaratıcılık adı verilen gizemli sürecin ancak yüzeyinde dolaşabiliyorken, bir derste yazarlığın sırrını öğretmek imkânsızdır demeye getirir James.
James’in verdiği resim/ressam örneği yaratıcılık sürecinin zanaat ve sanat aşamaları arasındaki kritik ayrıma temas eder: Birisine tuvali nasıl kullanacağını, fırçayı nasıl vuracağını, boyayı nasıl karıştıracağını, chiaroscuro’nun hangi etkiye yol açacağını öğretebilirsiniz; ama bu zanaatin teknik zeminidir ve bu zemine ayak basan her ressam sanat zeminine sıçrayıp bir Dali veya Rembrandt olamaz. Rönesans İtalyası’nda ressamların loncalarıyla ayna imalatçılarının loncaları karşı karşıyaydı ve bugün adını bilmediğimiz yığınla zanaatkâr ressam onlara “sipariş edilen” resimleri yapmaktaydı. Sanatın hâlâ bir yansıtma faaliyeti olarak görüldüğü ve ayna metaforuyla özdeşleştirildiği zamanlarda zanaat-sanat ayrımı şimdi olduğu kadar belirleyici değildi. Ama işin içine “bireysel yaratıcılık” girince, sanat-zanaat ayrımı bir yaratıcılık ölçütüne dönüştü.
Bu ayrımı resim dışında sanatın başka alanlarına da uzatabiliriz; bir konservatuar öğrencisi keman çalmayı öğrenmiş olabilir ama keman virtüözü olması için mektepli veya alaylı olmaktan öte bir sanatsal yetiye sahip olması gerekir.
***
Peki sanat-zanaat ayrımı “yaratıcı yazı” bağlamında nereye oturuyor? Bir loncada kurulan usta-çırak ilişkileri içinde Dostoyevski veya Dickens gibi yazmak öğretilebilir mi? Cümleleri Orhan Duru gibi devirmeyi öğrenerek onunkilerden aşağı kalmayan öyküler yazabilir miyiz?
Yaratıcı yazı sözkonusu olunca, ilk bakışta sanattan çok zanaate yakın görünen “çevirmenlik” gibi uğraşlarda bile –mesela edebiyat çevirisinde– zanaatten çok sanat boyutu ağır basar. Romancılık/öykücülük/şairlik vb. uğraşlarda bu ağırlık daha da belirgindir.
Bir romancı üstünden somutlaştırmaya çalışayım: Charles Dickens gibi yazmayı öğrenmek/öğretmek mümkün olabilir mi?
Dickens gibi yazmak isteyen bir öğrenciye Victoria Çağı İngilteresi’ni enine boyuna öğrenmesini; o iklimde serpilmiş toplumsal tipleri tanımasını, o devirde yazmış İngiliz yazarların zihinlerini meşgul eden faydacılık-Chartism-endüstriyel Kuzey/kırsal Güney gibi motifler üstüne düşünmesini salık verebilirsiniz. Dickens’ın üslubunu, cümlelerinin gramatik kuruluşunu, sözdizimini taklit etmeyi de öğretebilirsiniz. Bunları başarıyla yapabilen çok kişi çıkabilir ki zaten 1850’lerden 1920’ye İngiliz edebiyatı Dickens’a öykünen yazar adaylarıyla doluydu.
Gelgelelim Dickens’ın başka çok az yazarda rastlanan bazı özellikleri vardır ki bunları hakkıyla taklit edebilen pek kimse çıkmamıştır. Dickens’ın romanlarındaki kimi karakterler okurun zihninde son derece canlı imgeler bırakırlar. Öyle ki on beş yaşında okuduğumuz bir Dickens romanının kahramanını aradan otuz yıl geçse de net bir şekilde hatırlarız. Oliver Twist, Fagin, Gradgrind, Scrooge, Miss Havisham, Pecksniff hepsi sereserpe gözümüzün önündedirler hala. Ben bunu Dickens’ın karakterlerini olağanüstü güçlü bir şekilde “karikatürleştirme” yetisine bağlıyorum; Dickens karakterleri, toplumsal statü bakımından isterse en alt basamakta olsunlar, kalabalıkların arasından hemen seçilirler.
Dickens üstüne uzmanlaşmış İngiliz filologları yüz küsur yıldır onun bu yetisini birtakım rasyonel temellere oturtmaya çalışıyorlar. Karikatürleştirme becerisini gazeteci olmasına bağlayanlar; kentle kurduğu ilişkide arayanlar vb. var.
Şu durumda Dickens gibi yazmak isteyen bir “yaratıcı yazarlık” kursiyerine kursu bırakıp gazetecilik mesleğine atılmasını mı salık vereceğiz? Versek bile sonucun olumlu olacağını nereden biliyoruz? Dickens gibi yazabilen kaç gazeteci var?
Demek ki, yaratıcılığın kaynaklarına inmek gerektiğinde, Henry James’in dediği gibi “yazarlık adı verilen gizemli sürecin [hâlâ] ancak yüzeyinde dolaşabil”iyoruz.
Ama büsbütün karamsar olmaya da gerek yok. Belki karamsarlık değil ama muhafazakârlık doğru konum olabilir: Edebiyat tarihinin büyük klişelerinden biri büyük yazarların çok okuyarak ve yolun başında başka büyük yazarların üsluplarını taklit ederek kendi seslerini bulabildiğini söyler. Bu klişeye sadık kalmak bir yaratıcı yazarlık kursunun verebileceğinden çok daha fazlasını almakla sonuçlanabilir.