Oedipus Karmaşası (27): Bir Semptom Olarak Oedipus Karmaşası
Erdoğan Özmen

Freud, Oedipus karmaşasını ebeveynlere yönelik bilinçdışı sevgi ve nefret duygularının toplamı olarak tarif eder: Çocuk özne -Freud erkek çocuktan söz eder- anneye cinsel olarak sahip olabilmek için babayı öldürmek ister. Çocuk babanın ve onun kastrasyon tehdidinin karşısında korkuyla geri çekilir; ensestiyöz arzularından feragat ederek arzusunu gelecek bir zamana, başka bir yere yöneltir. Rakip ebeveyn ile özdeşleşmesi ve nihayet süperego’nun (üst-ben) oluşumu sayesinde kendi dürtüsel uyarımını, dürtülü varlık olma halini (daima bariz bir aşırılık taşıyan varoluşunu) düzenleme, “kontrol etme” imkanına kavuşur. Bu, agresif dürtülerin yüceltilmesi (sublimasyonu) ve mütemadiyen zonklayan/baskı uygulayan libidinal dürtülerin kontrolü yoluyla olur. Freud’a göre bütün psikopatolojik yapılar (asıl olarak nevrozlar), Oedipus karmaşasındaki sapma, tıkanma, takılma ve işlev bozukluklarından köken alır. Nitekim karmaşayı, “nevrozların çekirdek karmaşası” ve psikanalizi de diğer tüm psikolojilerden ayırt eden mihenk taşı olarak adlandıracaktır. Bir bakıma psikanalitik teorinin belli başlı tema ve kavramlarının mecburen bağlandığı merkezi bir düğüm noktasıdır ödipal karmaşa. Başka türlü de söyleyecek olursak; ödipal karmaşa düğümünden çıkan oklar/bağlantılar tüm psikanalitik teorik gövdeyi enine boyuna kat etmeden kendi menzillerine ulaşamaz. İyi ki böyledir, çünkü bu özellik psikanalitik teoriye ek bir derinlik/genişlik ve bütünlük/tutarlılık sağlamaktadır.[1] 

Ödipal yapının deyim yerindeyse yüzeyini kuşatmaya yönelik bu anlatının aynı anda gizlediği ve temsil ettiği şey, tam da o yüzeyin gerisindeki sert çekirdektir. Kimlikle dürtünün nasıl bir araya getirileceği meselesidir bu: En temelde kendi kimliğimizi kurma, arzulayan varlık olarak zuhur etme ve, agresif ve libidinal dürtü uyarımlarını/itilimlerini düzenleme süreçlerini ve çabasını birbirine nasıl eklemlediğimize ilişkindir.

Demek ödipal dönem bir de, özne için zaman kavramının, zamansallığın bir kez daha gündeme gelmesiyle (çünkü öznenin arzusu, böylece ve ilk kez asli niteliğiyle, gelecek zamana yönelmiş haliyle zuhur edecektir) karakterizedir. Kayıp ve zaman kavramlarının penis meselesi/ve kastrasyon dolayımıyla da bir tür gerçeklik kazandığından zaten söz etmiştik: penise sahip olmak ve olmamak (ait olduğu parçalanma kaygısı/fantazisi bağlamını göz ardı etmeden) biçimindeki sıradan ikilik, kastrasyon kaygısı/karmaşasının sahneye dahil olmasıyla ikilik olmaktan çıkacak ve kayıpla bambaşka bir ilişki gelişecektir. İkilik/ikili düzen en nihayetinde iki terim arasında, sahneye dahil olan üçüncü bir terim tarafından, yani birinde mevcut iken diğerinde namevcut olan şey tarafından tesis edilen bir ilişkidir. Dolayısıyla bir ikilik bile değildir artık bu. Kaybın her bir cinsiyetle farklı bir ilişkisi vardır. Kız çocuk için mutlak bir geçmiş zamanda gerçekleşmiş, erkek çocuk içinse mutlak bir gelecek zamanda gerçekleşecek olan kesin ve telafi edilemez statüye sahip bir kayıp deneyimidir bu. 

Tam da bu yüzden, yani her iki cinsiyet de farklı biçimlerde de olsa bir eksiklikle damgalandığı içindir ki, aralarındaki ilişki bir tamamlayıcılık ilişkisi değildir artık. Eksikliğinden muzdarip olduğumuz şeyin karşılanmasını, mutlak kaybımızın telafisini öteki cinsiyetten bekleyemeyiz demektir bu. Demek ki, cinsiyetler arasında bir karşılıklılıktan, bir ikilikten, ikili oluştan, bir tamamlayıcılıktan ziyade bir asimetri söz konusudur. Lacan’ın “aşk sahip olmadığımız şeyi ötekine vermektir” ifadesini hatırlamanın tam yeri: Sevmek/aşık olmak insanın eksikliğini göstermesi ve ilan etmesidir, bunu zaten kendinden ötürü “biliyor” (bildiğini bilmeden yani) olan ötekine. “Seni seviyorum” demek, “Eksiğim ve sen tam da buna, benim bu halime hitap et, bendeki bu eksiği açığa çıkar, zaten bunu eksikliğe ilişkin farklı deneyimi yüzünden sadece sen yapabilirsin” demektir. Has aşkın/sevginin derinde bir yerde ve esasında kadınsı oluşundaki esrarı aydınlatan bir şey de yok mu burada? Dişi cinsiyetin kendi eksikliğiyle daha radikal ve daha “eksiksiz” biçimde ve belki de daha önce karşılaşmış olmasından söz edebiliriz çünkü.

***

Lacan’ın erken dönem seminerlerinde de (1950’li yıllardaki “Psikozlar”, “Nesne İlişkisi”, “Bilinçdışının Oluşumları”) Oedipus karmaşasının merkezi bir rolü/yeri vardır. Kendi kavramsal yapısını onun etrafında kurar: Annenin arzusu, annenin arzusunun nesnesi olarak fallus, çocuğun başlangıçta fallus olmayı istemesi ve ama sonra fallusa sahip olmayı kabullenir olması, Babanın Adı gibi kavramların esas bağlamıdır Oedipus karmaşası. Ancak 1968-71 arasındaki XVI, XVII ve XVIII’inci seminerlerle birlikte bir kırılma olur ve Oedipus karmaşasından söz etmemeye başlar. Ve birden, bir kopuşla Oedipus karmaşasına “Freud’un rüyası” demeye başlar. Bir rüya olduğuna göre, yorumlanması gereken, yorum gerektiren bilinçdışının bir oluşumu söz konusudur artık.



[1] “7-8 yazı olur herhalde” diyerek başladığım, fakat uzadıkça uzayan bu yazı dizisi için bir özür olarak kabul edilmesi dileğiyle.