Kıyamet Arzusu
Derviş Aydın Akkoç

Kim geçirmemiştir içinden dünyanın tam “o anda” yerle yeksan olmasını, yıkılıp da çözülmesini: katılaşmış yüreği köpürten, küstah mantığı ve zorba zihni darmadağın eden bir şeye şahit olunmuştur belki, ya da bir olay, bir deneyim silsilesi paldır küldür veya usulca doyum noktasına varmıştır; güçlü ve tahripkâr bir “artık yeter” hissine demir atarak. Birdenbire gelen, insanı can evinden vuran, eldeki değerleri çalkalayan, anlamları allak bullak eden, ama neyse ki sonra yatışan, geri dönmek üzere mağarasına çekilen, yerinde boşluğunu değil, vahşi ıssızlığını bırakan bir andır bu... 

***

Çekilir ama mutlaka döner, insandaki kadim özlemlerden biridir kıyamet özlemi; teolojinin arazisinde tersine çevrilmiş olması hakikatine gölge düşürmez, ütopyanın belkemiğidir. Düşlerle pervasızca cilveleşir bu özlem: kurulu olanın, yapılmış olanın, düzenli olanın yıkılması, parçalanması arzusundan doğan, maske indiren erotik düşler... Erotik düşlerdir bunlar zira düşüşün, dağılmanın, ufalanmanın, küçülmenin güzelliği arzuya mührünü basar. Sadece gözün değil, kulağın da iştahı kabarmıştır bu arzuda, yıkımın güzelliğini seyretme faslına esaslı bir gürültünün senfonisi eşlik eder. Doğanın, insandaki doğanın, insandaki kitlenin yaban sesleri kıstırıldıkları yerlerden çıkmak istiyorlardır sanki. Doğanın felaket tezahürleri olarak zelzeleler, kuvvetli kasırgalar, önüne çıkan her engeli silip süpüren sel suları: tüm bunlar iktidarın baskıcı pratiklerine mazur kalan insan ruhunda da cereyan eder. Kuytulardaki homurdanmaların, belli belirsiz mırıltıların, kaçak, yarım ağız sözlerin toplanıp birleşip teklifsiz bir infilak, telafisiz bir gümbürtü halinde saçılmaları: ciğerlerdeki iltihapları söküp tüm organları sarsacak bir öksürme, diplerden gelen bir hapşırma ve püskürme isteği gibi... Kıyamet arzusu, insandaki düşürülmüş, harcanmış, kalbura çevrilmiş doğanın iktidara başkaldırısıdır, haysiyet adına...

***

“Yangına duyulan şehvet”ten söz eden Walter Benjamin, kıyamet özlemini yaratan tarihsel beklentinin zehir gibi farkındadır: kıyamet arzusu dünyanın ezilenlerinin, susturulanlarının, sömürülenlerinin, horlananlarının kasvetli ama bir o kadar da neşeli ezgisidir. Angaryayla, çalışmayla zincirlenmiş bedenlerin kıyamete duydukları şehevi arzu, ezilenlerin ah edişinde, kurumuş gırtlaklarda, gıdasız midelerde, uykusuz gözlerde, kireç beyazı yüzlerde, çöken sinir sistemlerinde, yoksulluktan ve sefaletten çarpılmış gövdelerde, gıcırdayan dişlerde fokurdar en çok: Son bir enerjiyle taşmanın, dökülmenin vuku bulacağı vakte değin süren bir fokurdama... Çoğun acıyla, cezayla bezeli bir hayat düzleminde ama bazen de “onca yoksulluk varken” ağızlardaki o çın çın kahkahalarda yankılanan bir serpilme arzusu...

***

Kıyametten duyulan korku ise egemen sınıfların korkusudur: mevcut egemen burjuva düzen iliklerine kadar bu korku ile şekillenmiştir, modern dünyanın hukuk yasa denkleminden kurumsal öğütme mekanizmalarına, ahlaki söylemlerden felsefi-politik üretimlere kadar sirayet eden bir korkudur bu... Yıkılmaktan korktukları için korkutur egemen sınıflar: muhtemel bir kıyametle yıkılacak şaşaalı yapılarının tüm taşları korkunun harcıyla karılmıştır... “Kitle korkutulmadığında korkutucu olur” derken, Spinoza bile paçasını kurtaramaz bu derin korkudan, Hobbes’la hesabı kapatamaz; bunun için Marx’ı beklemek gerekir...

***

Kıyamete, felakete duyulan keskin şehvette, bu arkaik ama daimi arzuda “ölüm içgüdüsü” ile bağlantılı kimi noktalar olmalı: öznenin karanlık bir zevke tutunarak içinde bulunduğu dünyadan kurtulmak istemesi... Ama kıyamet özlemi yekpare, tek bir veçhesi olan bir arzu değildir, birbirini tamamlayan, dengeleyen iki veçhesi vardır: Yıkımdan ürkerek yahut ondan kaçarak değil, aksine onu hızlandırarak, kışkırtarak, yıkımın içinde şekillenecek bir kıyamet sonrası yeniden doğum da saklıdır bu arzuda... Hiçbir arzu kendi nihai hiçliğini hedeflemez...

***

Kıyamet özlemi, önünde sonunda –geniş bir tanım aralığıyla- ezilenlerin özgürlük arzusuna, kölelikten kurtulma isteğine dolayımlanır: aile, din, para, mülkiyet, otorite, devlet gibi eşitsizlik üreten, adaletsizlik yayan toplumsal değerlerden silkinme isteği... İnsanı dünyaya bağlayan bağların artık dayanılmaz olması, katlanma sınırını aşması... Medeniyete rağmen yüzünü az biraz doğaya çevirmiş bir varoluşu sürdürme ihtimaline zar atmaktır kıyamet arzusu: aniden gerçekleşen bir çözülme sürecinden hareketle bastırılmış, yozlaştırılmış, lekelenmiş içgüdülerin serbest kalması, kendilerini tamir etmeleri, onarmaları... Belki...

***

Hayatın yüklerinden süzülüp gelen, deneyimlerden damıtılmış, azar azar dolup kıvam bulan kıyamet arzusu... Ama bu arzunun en çetrefilli tarafı hâlâ “zaman” meselesidir: Arzunun zamanı gerilmiş bir ok gibi adeta “Yerin yedi kat altından uğultular geliyor / Çok alâmetler belirdi vakit tamamdır” diyen komünist şair Nâzım Hikmet’in dizeleri ile “Yeldeğirmeni’nden denize sarpa sararak inen bir sokakta / Vakit tamamdır diyorum. Ve sokağın sesi / Diyor ki değil daha / Vakit var daha” diyen Cemal Süreya’nın dizeleri arasında gidip geliyordur. “Vakit tamamdır” kesinliği ile “vakit var daha” belirsizliği arasındaki gerilimde salınan; yer altından dalga dalga gelen “uğultular” ile kıpırtısız “sokağın sesi” arasında parçalanan, bu parçalanmada kendi imkânlarını arayan, fırsatlarını bekleyen kıyamet arzusu ve onun müphem zamanı: yayını koparacak denli gerilmiş bir okun sessiz teyakkuzu, zifiri karanlığa karşı bir pencerenin çıt diye çatlaması...