Oedipus Karmaşası (28): Freud'un Rüyası (1)
Erdoğan Özmen

Dişi cinsiyetin kendi eksikliği/kaybıyla daha radikal ve daha “eksiksiz” biçimde ve belki de daha önceki bir zamanda karşılaşmış olmasından, demek varlığımızın kalbinde açılmış yarığın değişik ifade biçimleri karşısında daima daha donanımlı ve ön-hazırlıklı oluşundan söz ediyorduk. Ve iki cinsiyet arasındaki ilişkinin bir karşılıklılık ve tamamlayıcılık ilişkisi olmadığından. Lacan’ın “aşk sahip olmadığımız şeyi ötekine vermektir” önermesinin de bu bağlama yerleştirilebileceğinden. Aşık olmak/sevmek insanın eksikliğini, varlığının etrafında kurulduğu o aşılamaz boşluğu/yokluğu, aynı “ontolojik kusur”la malül olan ötekine göstermesi, ilan etmesidir. Aşık özne, o gerçek yokluğu derinlemesine kavramakla ödüllendirilmiştir. Zaten o yüzden değil midir; “Aşık özne sevilen varlığı atopos, yani sınıflandırılmaz olarak, hep beklenmedik bir özgünlük olarak benimser.” (Barthes). Aşkın/sevginin en derinde kadınsı bir olay oluşu da bu yüzdendir: 

“Tarihsel olarak, uzaktalık söylemini Kadın gerçekleştirir: Kadın oturgan, Erkek avcı, yolcudur: Kadın sadıktır (bekler), Erkek hovardadır (gezer, tavlar). Uzaklığa biçim veren, onun düşlemini gerçekleştiren Kadın’dır, çünkü buna zamanı vardır; örgü örüp şarkı söyler; iplik eğiren kadınların şarkıları hem kımıltısızlığı (çıkrığın mırıltısı), hem uzaklığı söyler (uzakta, yolculuğun uyumları, denizin dalgaları, nal sesleri). Bunun sonucu olarak, ötekinin uzaklığından söz eden her erkekte, dişilik beliriverir: bekleyen ve bunun acısını çeken bu adam mucizemsi bir biçimde dişileşmiştir. Bir erkek cins değiştirdiği için değil, aşık olduğu için dişileşir. (Söylen ve ütopya: geçmiş, içlerinde dişilik bulunan öznelerindi, gelecek de onların olacaktır)."[1]

Aşkın “özünde" bulunan, aşkı mümkün kılan da, merkezi bir eksiklik/yokluk etrafında kurulan bir varlık oluşumuz demek ki. Eğer söz konusu eksiklikten/yokluktan muaf olsaydık, kendiyle dolu ve tam yani, ötekine yönelmek, uzanmak, ilişki ve bağ kurmaya çalışmak da olmayacaktı zaten belki de. Kadının kendi eksikliğiyle erkeğe kıyasla daha derinlemesine ve sahici olarak yüzleşebilmiş olması, o eksikliği daha otantik biçimde içerebilmesi, bir aşk karşılaşmasının koşulunu çoktan idrak etmiş, o koşulla -deyim yerindeyse- özdeşleşebilmiş olması, onu aynı zamanda daha hakiki/sahici bir aşık-özne konumuna yükselten şey değil mi zaten? Bu, erkekler eliyle işlenen kadın cinayetlerinde de işbaşında olan motive belki de. Kadını, bir aşk olayını daha baştan iptal edecek biçimde kendi eksikliğini tamamlayacak bir uzantı gibi gören, bu yanılsamayı sürdüren, kendi eksikliğini taşıyamayan, kapsayamayan erkek, dolayısıyla herhangi bir ayrılığa, terk edilmeye de katlanamıyor belki de. Bunu kendi varlığının dağılmasıyla, hayati bir tehditle ilişkilendirmesi bu yüzden belki de. Erkeğin bir tür zayıflığının, güçsüzlüğünün, kapasite yetersizliğinin, derin bir muhtaçlığının semptomu yok mu burada? Bu yüzden belki de, kadını kendinin uzantısı ve kendine tabi bir varlık olarak görmeye ihtiyacı var erkeğin: Kontrol altında tutulması, zapt edilmesi, her an elinin altında ve ulaşılabilir halde olması gereken bu varlık; yani zayıf/güçsüz/korkak/duygusal/aklı kısa/korunmaya muhtaç varlık olarak kadın, her biri kendi oğuluna sahip, ve yüce baba figürünü kurmak fiili etrafında oluşan çoğu tektanrılı dinin de temel meşguliyetlerinden/temalarından birisi değil mi?   

Lacan’ın başka bir bağlamda dile getirdiği “Kadın yoktur/mevcut değildir” (Woman does not exist, la femme n’existe pas) formülünü de burada anabiliriz pekala: Lacan’ın mesele ettiği şey, isim olan “kadın” değil, onu önceleyen belirtme edatıdır (“la”). Kast edilen, Fransızcada söz konusu belirtme edatının bir genelliğe/evrenselliğe işaret edişi ve kadının yoksun/eksik olduğu şeyin tam da bu nitelik olduğudur: Kadınlar “bu genelleştirmeye, dahası fallus-merkezli genelleştirmeye kendilerini bırakmazlar/uygun değillerdir”. Daha sonra aynı konuyu ilerleterek, kadından “tümü-değil” (not-all) olarak söz eder: fallik istisna (kastrasyon) temelinde kurulan evrensel bir işlev olan erkeklikten farklı olarak, kadın hiçbir istisnaya imkan tanımayan evrensel-olmayandır. Bu anlamda, Lacan’a göre kadın hakikatle karşılaştırılabilir, çünkü her ikisi de aynı “tümü-değil”in mantığını paylaşırlar: tam/tüm kadın gibi/kadın gibi bir şey yoktur, tüm hakikati/hakikatin tamamını söylemenin imkansız oluşu gibi.[2] 

***

Lacan’ın Oedipus karmaşasını “Freud’un rüyası” olarak adlandırmaya başladığından söz etmiştik. Bundan önce Freudçu teorik çerçeveyi, yani rüya olarak nitelenen, şu halde analiz edilmeyi ve yorumlanmayı gerektiren şeyi bir kez daha özetleyelim:

19. yüzyılın sonlarında Freud, daha sonra “Oedipus Karmaşası” olarak adlandıracağı bir duygu, çatışma, arzu ve savunmalar toplamının içerik ve çerçevesini oluşturmaya başlar. 27 Ekim 1897'de, daha önceki teorik varsayımlarının temellerini sarsan kişisel ve mesleki bir krizin tam ortasındayken arkadaşı Wilhelm Fliess’e şunları yazar:

“İnsanın kendisine karşı tümüyle dürüst olması iyi bir alıştırma. Genel değere sahip belirli bir fikir kafama dank etmiş bulunuyor. Aynı zamanda kendi durumumda da, anneme aşık oluşum ve babama yönelik kıskançlık fenomenini tespit ettim. Şimdi bunun erken çocuklukta evrensel bir olay olduğunu düşünüyorum. Histeri gelişen çocuklardaki kadar erken olmasa da… Eğer böyleyse, akıl tarafından yazgının varsayımlarına karşı yükseltilen bütün itirazlara rağmen Kral Oedipus’un etkileyici gücünü anlayabiliriz. Daha sonraki “yazgı dramalarının” neden başarısızlıkla malul oluşlarını da. Duygularımız herhangi keyfi bir bireysel kompulsiyon karşısında isyan ediyor… fakat Yunan masalı, her birimizin kendi içinde var olduğunu hissederek tanıdığı bir kompulsiyonu yakalıyor. Dinleyiciler arasındaki herkes, fantezisinde bir zamanlar küçük bir Oedipus idi, ve herkes burada, gerçekliğe nakledilmiş haliyle bir rüyanın gerçekleşmesinden korku içinde geri çekiliyor ve bu, kendi çocuksu durumunu şimdiki durumundan ayıran tüm bir bastırma niceliğiyle birlikte gerçekleşiyor”[3] 

1905'te yazdığı “Cinsellik Teorisi Üzerine Üç Deneme” ye 1920 de eklediği bir dipnot ile Oidipus kompleksinin psikanaliz için taşıdığı tayin edici önemi kesin bir dille ifade eder: “Psikanalitik çalışmaların ilerlemesiyle birlikte, Oidipus kompleksinin önemi giderek daha açık hale gelmiştir. Onun tanınması psikanaliz yandaşlarını karşıtlarından ayıran bir parola olmuştur”[4] 

Oidipus kompleksini Freud kendi klinik deneyimlerinden, otoanalizinden (ya da bir tür kendi analisti olarak “kullandığı” Fliess le yürüttüğü analizinden) ve Oidipus’un babasını öldürüp annesiyle evlendiği ve felaket sonuçlara yol açan Sophocles’in Kral Oedipus adlı oyunundan hareketle oluşturduğu gözlem ve çıkarımlar çerçevesinde kavramsallaştırır. Oedipus ensest tabusunu yıkar ve böylece trajedi başlar. Pratik anlamı itibariyle Oedipus karmaşası, çocukların üç ila altı yaşları arasında bir ebeveynine yönelik yoğun sevgi duygularına sahip olması ve söz konusu ebeveyne tümüyle sahip olmaya çabalarken, aynı anda diğer ebeveyne yönelik olarak da güçlü olumsuz duygular taşımasıdır. Oğlanlar annelerini sever ve babalarından nefret ederler. Kızlar ise annelerinden nefret ederken babalarına sahip olmaya uğraşırlar. Bilinçdışı düzeyinde, söz konusu bu duygular arzulanan ebeveyne yönelik olarak cinsel duygular, aynı cinsiyetten ebeveyne yönelik olarak da tehlikeli/düşmanca duygulardır.

Karmaşanın burada aktarılan bu en basit biçiminde, örneğin küçük oğlanın enseste ve baba katline (particide) yönelik arzuları bastırılmalı, dönüşüme uğratılmalı ya da daha sonradan geliştirilecek bir ifadeyle çözüme kavuşturulmalıdır. Bu basit biçimi geliştirildikçe ödipal teori hadım edilme anksiyetesini, çocuksu amneziyi, bilinçdışı suçluluğu, primal sahne fantezilerini ve Oidipus karmaşasının çözümündeki başarısızlığın sonucu olan bir dizi semptomatik ve karakterolojik özelliği içerecek biçimde genişlemiştir. O semptomatik ve karakterolojik özellikler Don Juanizmi (Don Juan kategorisi olarak da adlandırılan bu durum, erkekliği kaybetmekten duyulan yoğun korkunun bir sonucu olarak ve o anksiyeteden kaçınmak için söz konusu kişinin kendisine sürekli olarak aksini kanıtlamak mecburiyetiyle karakterizedir), ruhsal kaynaklı iktidarsızlığı, başarı ‘tutkusuyla’ sakatlanmış olma halini, histeri ve fobileri ve obsesif düşünceleri içerir.

Ruhsal gelişmenin seyri boyunca her şey yolunda gider ve rayına oturursa çocuk ebeveyn birliğinden nasıl yarar sağlayacağını görmeye başlar, ve sahiplenici/olumlu ve düşmanca duygularını kontrol etmeyi öğrenir. Oedipus karmaşasının çözüme kavuşmasıyla birlikte vicdan ya da üstben (süperego) ortaya çıkar. 1923 yılında yayınlanan “Ben ve Altben”metninde (The Ego and the Id) Freud, üstbenliği (burada henüz benlik ideali olarak adlandırır) “Oedipus karmaşasının mirasçısı” olarak tanımlayacaktır. Böylece çocuklar şiddet yüklü itkileri uyarınca ve dolaysızca eylemde bulunmamayı ve uygarlığın kurallarına ve en temeldeki ensest tabusu olmak üzere toplum ve kültürün yasalarına itaat etmeyi öğrenirler. Yoğun ödipal duygular, tipik asilik hallerinin, cinsel kimlik meselelerinin/karmaşasının belirgin olarak ortaya çıktığı gençlik dönemiyle birlikte yeniden etkinleşirler.

Oedipal karmaşayı başarılı bir biçimde özümseyemeyen kişiler olgunlaşmamış olarak kalır, kendi başlarına olma, özerk bir varoluşa sahip olma konusunda yaşadıkları zorlukların yanısıra ebeveynlerden birisine ya da ikisine birden tutunma/yapışma ihtiyacı içindedirler. O ihtiyaçlarını İlişkilerindeki ve mesleklerindeki karşılaştıkları ruhsal zorlanma, çatışma ve deneyimlerini içerme ve kontrol altına alma yerine eyleme dökmenin (acting out) peşindedirler. İtkilerini kontrol edemez ve otoriteyle başlarını mütemadiyen derde sokacak biçimde davranırlar.



[1] Roland Barthes, Bir Aşk Söyleminden Parçalar, (çev. Tahsin Yücel), Metis Yayınları, 1992, s. 20-1 (Şükrü Hatun hatırlattı, Barthes’ı bir kez daha okumuş oldum).

[2] D. Evans, Dictionary of Lacanian Psychoanlysis, Routledge, 1997, s. 221.

[3] The Complete Letters of Sıgmund Freud to Wilhelm Fliess, 1887-1904, (ed. ve çev. Jeffrey Moussaieff Mason), Harvard University Press, 1985, s. 272.

[4] Freud, SE VII, s. 226.