Hint kökenli ABD’li sosyal bilimci Arjun Appadurai, 2006’da yayımlanan Küçük Sayılardan Korkmak: Öfkenin Coğrafyası Üzerine Bir Deneme başlıklı kitabında (Türkçesi, Timsah Yayınları, 2008, çeviren Ferit Burak Aydar), küreselleşmenin neden olduğu güvensizlik ve belirsizliğin bir öfke coğrafyası yarattığı tespitinden hareket ediyor. Bu öfke coğrafyası nefret, etnik kıyım ve ideolojik temelli yeni yok etme biçimleri üretiyor. Kitapta yazarın kullandığı bir kavram, bundan on yıl önce dikkatimi çekmemişti. Bir vesileyle notlarımı karıştırırken bu kez ilgimi çekti. İçinde bugünün Türkiye’sinin yer aldığı çoğunlukçu otoriter rejimleri besleyen, iktidarda kalmalarını sağlayan toplumsal tahayyülü kısmen de olsa tanımlamak için uygun bir kavram olduğunu düşünüyorum.
Appadurai kitabında saldırgan/yıkıcı kimlikler (predatory identities) kavramını kullanıyor. Saldırgan kimliği, kendini çoğunluk olarak gören belli bir grubun, bir coğrafyada birlikte yaşadığı ama kendi bekasına yönelik tehdit olduğunu düşündüğü diğer toplumsal grup veya kategorilerin ortadan kaldırılmasını talep eden toplumsal hareket ve oluşumların kimliği olarak tanımlıyor. Bu ortadan kaldırma eylemi ayrımcılıktan etnik temizliğe ve en son aşama soykırıma kadar gidebiliyor. Bu fiziki yok etme girişimlerinin yanında, ideolojik ve kültürel olarak yok etme veya görünmez kılma politikaları da saldırgan kimliğin bir tezahürü olarak ele alınabilir.
Saldırgan kimlikler genellikle çoğunluk kimlikleridir ve adına konuştukları çoğunluğun tehdit altında olduğu iddiasından beslenirler. Bu tehdit, genellikle, kendisinin kültürel çoğunluğu oluşturduğuna inanan kimliğin ulusun/milletin kimliğini bütünüyle ve eksiksiz biçimde temsil ettiği inancının bir sonucudur. Bu inanç veya arzuyla gerçeğin örtüşmediği durumlarda, ki bu en sık rastlanan durumdur, çoğunluk olma iddiasındaki kültür yakınındaki ötekiyi bu inancını sarsan, bu arzusunun gerçekleşmesini engelleyen, dolayısıyla onun kendi varlığına atfettiği konumu tehdit eden bir düşman olarak görmeye başlar. Saldırgan kimlikler esas olarak “içimizdeki düşman”ı tehdit olarak görürler.
Saldırgan kimlikler dinî, dilsel/etnik veya açıkça ırkçı bir çoğunluk kimliği iddiası aracılığıyla kendilerini ifade ederler. Appadurai, çoğunluk kimliğiyle ulusal kimlik arasında bir gerginlik ortaya çıktığında saldırganlığın daha şiddetli bir hal aldığını belirtiyor. Bunun bir nedeni, çoğunluk olarak kendini gören kimliğin, haldeki çoğunlukla ulusalın/millinin saf bütünlüğü arasındaki bütün mesafeyi ortadan kaldırma arzusudur. O mesafe kaldıkça, toplumsal alanda görünürlüğü devam ettikçe, çoğunluk kimliği egemenliğinin eksik kaldığı endişesi içinde saldırganlaşır. İktidarı mutlak biçimde elinde tutuyor olsa da, toplumu çok yakından denetleme imkânına sahip olsa da, bu çoğunluk kimliği kendi saflık ve mutlak bütünlük idealinin tamamlanmamış veya tamamlanamıyor olmasının endişesi içindedir. Bu durumda çoğunluk kimliğinin temsilcileri, iktidarda olmanın imkânlarını yoğun bir korku ve nefret politikası yönünde kullanarak, kendini sayısal çoğunluğun içinde gören gruptakileri azınlığın veya azınlıkların oluşturduğu yakın ve büyük bir tehlikenin tehdidi altında olduklarına ikna politikası güderler. Tek bir gruba dayalı tekil ve saf etnos algısı “en küçük azınlığı bile ulusal bütünün saflığı için katlanılmaz bir tehlike olarak görür”, diye belirtiyor Appadurai.
Müslüman-Türk çoğunluk kimliği yukarıda kabaca tanımlanan yırtıcı/saldırgan kimlik tanımına dün olduğu gibi bugün de büyük ölçüde uyuyor. Hatta bugün din ve milliyetçiliğin daha fazla iç içe geçmesi, bu temaların siyasette başat hale gelmesiyle, Müslüman-Türk çoğunluk kimliği eskisinden daha fazla saldırgan ve yıkıcı bir nitelik kazanmış durumda. Demokratik siyaset alanında, askeri darbe dönemlerindeki tahribatın boyutlarıyla kıyaslanabilecek, hatta bazı açılardan onları aşan büyük ve kalıcı bir tahribatı bugün sürdürüyor. Demokratik siyaset alanını daraltmadan da öteye, bütünüyle yok etmeyi amaçlıyor. Hukuk devletini lağvederken, kanun devleti sınırları dışına çıkmakta da beis görmüyor. Keyfi bir otokrasi rejimini “yerli ve milli” olmanın alâmetifarikasına dönüştürüyor. Bunu yaparken, eski Türk-Müslüman çoğunluk kimliğinden daha dar bir muhafazakâr Türk-Müslüman kimliğini baskın kılmaya çalıştığı için, AKP iktidarı ve günümüzdeki AKP-MHP koalisyonu, karşısında sayısal olarak küçük bir azınlık değil, neredeyse toplumun yarısına yakınını temsil eden bir “azınlık”ı iç düşmanlaştırmaya çalışıyor. Bu da iktidar cephesinde korkunun daha güçlü ve yakın bir tehlike olarak hissedilmesine ve bastırma, sindirme, yok etme reflekslerinin giderek daha baskın hale gelmesine yol açıyor.
Diğer taraftan bu Türk ve Sünni Müslüman kimliğinin birbiriyle örtüşmekte zorlandığı birçok alanın varlığı, çoğunluk kimliğinin içinde de gerilimlere, zaman zaman su yüzüne vuran çatışmalara neden oluyor. Bu Türk ve Sünni Müslüman kimliklerinin tam örtüşememe hali, çoğunluk kimliğinin eksiklik endişesini daha fazla körükleyerek, hem etnik hem dinî yönde radikalleşmeleri körüklüyor.
Günümüzde dinci-milliyetçi iktidar ortaklığının kapsama alanı, kurucu Müslüman-Türk kimliğinin kapsama alanına göre daha dar. İktidarın “millet” olarak tanımladığına dahil edilmeyenlerin, buna dahil olmayanların yanında, Gülen cemaati üyeleri gibi Müslüman-Türk kimliğinin bazı ana unsurlarının da katıldığı bir “iç düşman” yığınına karşı durmak bilmez bir saldırganlıkla, iktidar olağanüstü hali süreklileştiriyor. Appadurai, karşı taraf karşısında hissettiği kompleks, aşağılanma algısı, onun yerini bütünüyle almayı bir türlü başaramamanın hıncı, öfkesi ve ezikliği içinde, çoğunluk kimliğinin taleplerinin sürekli daha fazla saldırganlaştığına işaret ederken, şunu belirtmeyi ihmal etmiyor: “Kendilerinin aşağılandığı, küçük görüldüğü hissi ne kadar güçlüyse, çoğunluğun talepleri de acil ve baskın hale gelir. Çoğunluk statüleri kendilerinin küçük görüldüklerini hissettikçe, bir o kadar daha saldırganlaşırlar.”
Müslüman-Türk çoğunluk kimliğinin bu saldırgan/yıkıcı tavrının oluşturduğu fasit daire, ortak medeniyet kaybının hem önemli bir nedeni, hem de sonucudur. Bu konuyu farklı açılardan ele almak, bu saldırgan/yıkıcı kimlik tespitinin geçerliliğini farklı somut tezahürleri ışığında sınamak gerekiyor.