Freud’un oluşturduğu teorik yapıyla, yani bir yanda Oedipus-öncesi iki kişilik anne-çocuk birliği/ilişkisi ve anneyi arzulayan çocuk, diğer yanda ise kastrasyonla tehdit eden ve yasaklayan (hem anneye hem çocuğa yasak koyarak o ikili ilişkiye müdahale eden) baba ve bunun akabinde arzusundan vaz geçmek zorunda kalan çocuktan müteşekkil modelle kendi pratiğinde karşılaştığı hastaların öyküleri arasında baştan beri var olan ve giderek belirgin hale gelen bir uyuşmazlık ısrar eder durur. “Histeri Üzerine Çalışmalar”dan itibaren Freud’un hastası olmuş tüm kadınların babaları güçsüz, beceriksiz ve hasta kimselerdir. Kimisi, bizzat Freud’un hastası olmuş o kadınların bakımına muhtaç haldedir, kimisi geçimini ancak karısının servetiyle sağlayabilmektedir, kimisi depresyon içinde bir klinikten diğerine dolaşmaktadır vb., vb.
Klinik pratiğinde karşılaştığı bu yetersiz/iktidarsız babalar olgusuna rağmen Freud, korkutucu, güçlü ve kastrasyon tehdidinin faili ödipal baba fikrinden bir türlü vazgeçmez. Teori ile olgular arasında baş gösteren bu açı farkı ve uyuşmazlığı (klinik/gündelik gerçeklik teorinin öngördüğü senaryoya karşılık gelmemektedir) gidermek için teoride bir revizyona girişmek yerine farklı bir yol izler. Meşhur klişeyi kullanarak söylersek, teorinin yanlışlanması karşısında uygun bir epistemolojik tavır değildir takındığı. Böylece, -deyim yerindeyse- gerçekliği teoriye uydurma (gerçekliği “düzeltme”) amacıyla yeni bir mit icat eder. Bu tuhaf epistemolojik jestle (bir bakıma gerçekliği revizyona tabi tutma amacına matuf aşırı bir hareketle) teori ile mitin birbirine eklemlendiği melez bir yapı oluşturur. Totem ve Tabu metnindeki ilksel klan ve baba mitidir bu. Kendi üstüne kapalı, hiçbir referansa yer açmayan -kendi kendini kuran mitin masalsı havası söylenme biçiminde de apaçık mevcuttur:Bir zamanlar topluluğun tüm kadınlarına ve zenginliğine sahip olan ve zevk içinde yaşayan ilksel babanın topluluk üzerinde mutlak hükmü ve direkt ezici gücü söz konusuydu. Bu durumdan bezmiş haldeki erkek kardeşler günün birinde bir araya gelerek örgütlenirler. Cinsel olarak kadınlara ulaşabilmek için zalim babayı öldürür ve totemik/yamyamsı bir ziyafetle cesedi yerler. Ardından kapıldıkları ortak bir pişmanlık ve suçluluk duygusunun etkisiyle topluluğun temel yasası/kuralı olarak ensest ve babanın katli yasaklarını oluştururlar. Yani, babanın gerçekten katledilmiş olması, arzuyla beklenen ensestiyöz birleşmeyle sonuçlanmaz. Yasağın fiiliyattaki taşıyıcısı, ensestiyöz nesneyle ulaşmamızı engelleyen şey yaşayan değil ölü baba olur: ölümünden sonra kendi Ad’ıyla, yani simgesel Yasa’nın/Yasak’ın cisimleşmiş hali olarak geri dönen babadır bu. Böylece ilk toplumsal sözleşme ve bağ, yani simgesel otorite/yasaklayıcı Yasa, bir cinayetin gölgesinde, inkar edilmiş ilksel bir suç temelinde kurulmuş olur.
Böylece, Oedipus karmaşası insanlığın kolektif/filogetik hafızasında muhafaza edilmiş bir aşırı gerçekliğe müracaatla yeniden formüle edilir.
Nitekim daha sonra, 1918 yılında yayımlanan “Bir Çocukluk Dönemi Nevrozu Öyküsü”nde (“Kurt Adam”) daha belirgin olarak şöyle yazacaktır:“Bir zamanlar öyle bir gerçek baba -bir Urvater- olmuş olmalı ve bu babanın filogenetik hafızadaki yeri bunun bütün cılız maddileşmelerinden daha güçlü olmalı… Ayrıca, güçlü ya da zayıf, her gerçek baba, kolektif olarak miras alınan bu mit nedeniyle, bu korkunç ödipal pozisyonu işgal etmektedir.”[1]
“Olgunun ortaya çıkardığı birçok sorundan kanımca özel vurguyu hak eden ikisi daha vardır. İlk sorun filogenetik olarak kalıtılmış şemalarla ilgilidir ve tıpkı felsefenin kategorileri gibi, aktüel deneyimden türeyen izlenimleri “yerleştirme” işiyle ilgilidir. Bunların insan uygarlığının tarihinden tortular oldukları görüşünü kabullenme eğilimindeyim. Çocuğun ebeveynleriyle ilişkilerini kapsayan Oedipus karmaşası bu tortulardan biri, bu sınıfın en tanınmış üyesidir. Deneyimler/yaşantılar kalıtsal şema ile uyuşmadıklarında imgelemde yeniden biçimlendirilirler -ayrıntılı izlenmesi çok yararlı olabilecek bir süreç. İşte bizi şemaların bağımsız varoluşlarına ikna etmek için ileri sürülenler tam böylesi olgulardır. Bireyin deneyimi/yaşantısı karşısında şemanın üstün gelişini sıklıkla görebiliriz; vakamızda olduğu gibi babanın, başka açılardan tersine çevrilmiş bir Oedipus karmaşası olan bir şeye rağmen onun (çocuğun) çocuksu cinselliğinin tehdidi ve kastratörü haline gelmesi gibi.”[2]
Buna göre demek ki, filogenetik (türoluşsal) olarak tevarüs ettiğimiz bir şemadır Oedipus karmaşası. Karmaşayı ve somut bir olgu olarak kastrasyonu insanın çocukluğunun/tarih-öncesinin tarihsel gerçekliği içine yerleştirmeli, onların izini oradan başlayarak sürmeliyiz. Çünkü söz konusu olan, her birimizin, her çocuğun bilinçdışında mevcudiyetini sürdüren filogenetik mirasın bir bileşenidir artık. Gerçek baba ile düşlenen/hayali kurulan ödipal baba arasındaki mesafeyi giderme hamlesidir bu; nevrotik semptomlar için Gerçek’te bir dayanak ve temel bulma hamlesi: Bunun, yıllar önce terk edilmiş olan “baştan çıkarma” (seduction) teorisi ile aynı epistemolojik düzlemde yer aldığını da not edelim.
Bir de Zizek’in yazdıklarını okuyalım:
“Bu yüzden de Freud, mitik anlatı düzeyinde Oedipal miti başka bir mitik anlatı ile (Totem ve Tabu metnindeki ‘ilksel baba’ mitiyle) tamamlama zorlantısı (compulsion) hissetmiştir -bu mitten alınacak ders Oedipus’tan aldığımızın tam tersidir: Burada, ensestiyöz nesneyle direkt temasımızı engelleyen (ve böylece onun ortadan kaldırılması halinde bu nesneye özgürce ulaşacak olduğumuz yanılsamasını daim kılan) fail ile, yani Üçüncü olarak babanın müdahalesiyle uğraşmıyoruzdur -tersine, Baba-Şey’in katli (Ödipal isteğin gerçekleştirilmesi) simgesel yasağa (ölü babanın kendi Adı olarak geri dönüşüne) sebep olur…
Artık Oedipus’tan Totem ve Tabu’ya doğru olan can alıcı geçişin içeriğini tam olarak görebiliyoruz: ‘Oedipus karmaşası’nda babanın katli (ve anneyle ensest) bilinçdışı bir arzu statüsündedir -biz, sıradan (erkek) özneler daima bunun hayalini kurup dururuz, zira babasal (paternal) figür annesel (maternal) nesneye ulaşmamızı, onunla ortak-yaşamamızı (symbiosis) engellemektedir; Oedipus’un kendisi ise o istisnai figürdür, bunu fiilen yapmış olan Kimsedir. Totem ve Tabu’da ise, tam aksine, babanın katli rüyalarımızın nesnesi, bilinçdışı isteğimizin hedefi değildir -Freud’un tekrar tekrar vurgulamış olduğu üzere ‘gerçekten olmuş olması gereken’ tarih-öncesi bir olgudur: Babanın katli hayvani halimizden Kültür’e geçişin gerçekleşebilmesi için olmuş olması gereken olaydır. Veya -başka bir şekilde de söyleyecek olursak- standart Oedipus mitinde, Oedipus hepimizin yalnızca hayalini kurduğumuz şeyi (babayı öldürmeyi) gerçekten de yapmış olan istisnadır; Totem ve Tabu’da ise bunu hepimiz yapmışızdır ve bu evrensel olarak paylaşılmış suç insan toplumunu temellendirmiştir…”[3]
Freudçu teorinin belki de en sorunlu alanıdır burası. Bizzat Freud’un bu alanda yaşadığı bir tereddüt, bir tür salınım kendi teorik serüveni ve pratiğinde de hep ısrar edegelmiştir. Yani eş zamanlı olarak, bir yanda klasik ödipal anlatıya/hikayeye sıkı sıkıya bağlılık ve klinikteki gelişmeleri bu çerçevede yorumlama çabası vardır, diğer yanda ise bir çatışmayı/çelişkiyi aynı anda hem gizleyen ve görünmez kılan hem de ifşa ve temsil eden, demek mütemadiyen analiz edilmeyi ve yorumlanmayı gerektiren ve dolayısıyla bir anlatı içine hapsolmaktan, bir anlatı halinde kavranmaktan daima kaçan bir oluşum olarak semptom kavramı vardır. Freud’un eserinde bu salınımın sayısız örneği mevcuttur. Örneğin meşhur “Sıçan Adam” vakasında, analizin henüz başlangıç evresinde Sıçan Adam’ın evlenmeyi düşündüğü kadınla ilişkisine dair babasının rolüne, bilinçdışının içeriğine ve işleyişine, sevgi ve nefret ilişkisine ve babanın ölümü fantazilerine ilişkin epeyce erken bir biçimde ve yer yer olgusal yanlışlıklar da içeren açıklamaları ve vahşi yorumlarını (“…çünkü babasının ölümünün hiçbir zaman bir arzusunun değil, ancak korkusunun konusu olabileceğinden emindi- bu sözcükleri güçlü bir biçimde telaffuz etmesinden sonra teorinin yeni bir kısmına daha dikkatini çekmenin uygun olacağını düşündüm. Psikanalitik teoriye göre her korkunun şu anda bastırılmış durumda olan eski bir isteğe karşılık gelmekte olduğunu belirttim, bundan dolayı ileri sürdüğü şeyin tam tersine inanmak zorundaydık.” diyecektir örneğin) aktardıktan sonra bir dipnotta şunları ekleme ihtiyacı duyar:
Burada aynı zamanda sonradan “ego psikolojisi” olarak kurumsallaşacak ve özellikle Amerika’da etkili olacak olan belli bir psikanaliz anlayışının öncü işaretlerini de görmek mümkün. Psikanalizin toplumsal olarak uyumlulaştırıcı işlevine vurgu yapan bu Freud okumasına göre; hastanın egosunun ele alınması ve tedavi edilmesi, ve analistin güçlü egosuna göre yeniden biçimlendirilerek güçlendirilmesi anlayışı öne çıkar. Böylece analistin, hastanın (ve analitik/terapötik ilişki sözkonusu olduğuna göre kendisinin de) bilinçdışı oluşumlarının ortaya çıkmasına vesile olan, bu süreci tetikleyen, buna zemin ve ortam hazırlayan bir konum/figür ve işlev/rol olarak görülmesi yerine kendi egosunun, gerçekliğin ve hastanın bilinçdışı hakikatinin efendisi olarak atanması anlayışı yerleşmeye başlar. Hastanın o efendi makamını tanıması ve analistin egosunu nihai özdeşleşme kertesi olarak görmesi başarılı bir analizin koşulu haline gelir. Lacan’ın “Amerikan yaşam tarzı”yla ilişkilendirerek sert eleştiriler yönelteceği psikanaliz ekolüdür bu.“Bu türden tartışmaların amacı asla ikna olmayı sağlamak değildir. Amaçları sadece bastırılmış karmaşaları bilince çıkartmak, çatışmanın bilinçli zihinsel etkinlik alanına girmesini sağlamak ve bilinçdışından yeni malzemelerin ortaya çıkışını kolaylaştırmaktır. İkna olmuşluk duygusu ancak hastanın kendisi elde edilen malzeme üzerinde çalıştıktan sonra kazanılabilir ve hasta tümüyle ikna olmadıkça malzeme tüketilmemiş kabul edilmelidir.”[4]
[1] P. Verhaeghe, “Baba işlevinin çökmesi ve bunun toplumsal cinsiyet rolleri üzerindeki etkisi”, (Çev, Özgür Öğütcen), Suret Dergisi 2, s. 201-224.
[2] Freud, SE 17, s. 119, (Türkçesi: Olgu Öyküleri II, Çev. Ayhan Eğrilmez, Payel, 1996)
[3] S.Zizek, The Ticklish Subject, Verso, 1999, s. 377-78 (Türkçe çevirisi:
Gıdıklanan Özne, çev. Şamil Can, Epos, 2003)
[4] Freud, SE X, s. 181, (Türkçe çevirisi: Olgu Öyküleri II, Çev. Ayhan Eğrilmez, Payel, 1996, s. 54)