Türkiye’ye İnanmak
Polat S. Alpman

“Türkiye’ye inanıyor musunuz” gibi bir soruya kişilerin vereceği cevaplar büyük ihtimalle mevcut kutuplaşmaya bağlı olarak şekillenecektir. En başta bu sorunun bir soru olmadığını, ölçmeye çalıştığı şeyi içermekten çok uzak olduğunu ifade etmek gerek. Türkiye’deki sağ popülist-ideolojinin, bu soruya verilmesi istenen olumlu cevaba epey yüklendiği düşünülürse, soruyla sorulurmuş gibi yapılan şey biraz daha anlaşılır hale geliyor. İnanmak bilmek değildir. Bildiğimiz şeylere inanmayız, inandığımız şeyleri ise bilmeyiz. Bizde bilmek bir şey ifade etmez, Türkiye’de yaşayanların iyi bildiği üzere inanmak, bilmekten evlâdır.

Türkiye’ye inanıyor musunuz sorusu, geleceği işaret eder, hâlihazırda başta ekonomi olmak üzere, siyasal, sosyal, hukuki ve benzeri alanlarda yaşanan sorunların yakın gelecekte çözüleceğine ve Türkiye’nin çok güçlü bir ülke olacağına inanılması istenir. Bu soru nihayetinde siyasal alana ilişkin bir sorudur ve bu alanda yetki sahibi olanların seçmen nezdindeki itibarını da sormak anlamına gelir.

Türkiye’de mevcut siyasal alanın bir siyaset tekniği olarak gittikçe kutuplaştırılması, devamında daraltılması ve 15 Temmuz sonrasında beka söylemine sıkıştırılması siyaset yapma eylemini buharlaştırdı. Bu nedenle Türkiye’de demokrasinin temel kurallarının ve ilkelerinin ortadan kalktığı ve bilinen anlamıyla siyasetten bahsetmenin neredeyse tümüyle anlamını yitirdiğinden söz ediliyor. Hatta Freedom House, 2018 yılı itibariyle Türkiye’yi “özgür olmayan ülkeler” kategorisine aldı ve gerekçelerinden biri Türkiye’deki siyasetin büyük ölçüde polisiye bir mesele haline gelmesiydi.

Her seçimin bir ölüm-kalım meselesi olduğuna seçmenleri ikna etmek için verilen çabaların arkasında da bu siyasetsizlik halinin neden olduğu öne sürülebilir. Siyasetsizlik muhalefet tarafından aşılamadığı, bunu aşmaya yönelik girişimlerin genellikle atalete uğradığı ve sürdürülemediği, hatta iktidarın belirlediği gündemin dışına çıkılamadığı ise mesele edilen diğer konular arasında sayılabilir. Bütün bu gelişmelerin Türkiye’deki siyasal ve dolayısıyla sosyal, hukuki, ekonomik ve benzeri alanlardaki olumsuz gelişmelerin müsebbibi sayılmasında ve Türkiye’nin bezgin bir yer haline gelmesinde etkili olması, siyaset üzerine olduğu kadar Türkiye toplumu hakkında da düşünmeyi zorunlu hale getiriyor.

* * *

Günümüzde popülist otokrasilerin küresel bir eğilim olduğundan bahsediliyor. Türkiye de bu eğilim içerisindeki ülkeler arasında zikrediliyor. Buna rağmen Türkiye’deki siyasal alan üzerine düşünmeyi değersizleştiren ya da Türkiye’de demokrasi mücadelesinden kaçınmamak için de birçok neden var. Ne de olsa Türkiye, kendisine inanılmayı hak eden bir ülke.


Türkiye… kendine inanmanın vecd hali. Vecd; gerçeklikten, dünyevi olandan kurtuluş. Kendinden geçme, ekstaz. Madde halinin ağırlığından ve yükünden arınma. Şuurdan kurtulup rü’yete varma.

Türkiye’ye inancını kaybedenlerle inanmaktan başka çaresi olmayanlar arasında kalan kesimlerin yer aldığı spektrumun çeşitliliğini hesaba katanlar, bu ülkeden umudu kesmemek adına iyimserliğe kapılabilirler. Bunun için Türkiye’deki sağ popülist-ideolojinin neden olduğu iki yönlü güzergah bir arada düşünülebilir. Gülünçlükle korku arasındaki bu iki yön, Türkiye’ye inanmanın ne anlama geldiğini gösteriyor. Korku, çocukluğumdan hatırladığım bir ifadenin içinde yer alıyor; Korku Cumhuriyeti. Türkiye’deki vatandaşların ve birçok kesimin asker, polis, yargı, bürokrasi ve devletlular karşısında herhangi bir hakkının olmadığı, sistemin vatandaşın aleyhine işlediği, egemen kimlik içerisinde yer alamayanların kendilerini korumak için gizlendikleri, takiyye yaptıkları, ifade, düşünce, vicdan özgürlüğünün olmadığı, her an herhangi bir nedenden dolayı katledilmeye, işkenceye, hapsedilmeye, kötü muameleye, aşağılanmaya, iftiraya maruz kalabileceği bir ülke.

Sonraları gazetelere manşet olarak yazılan “Konuşan Türkiye” sloganı etrafında bu korku ikliminin tartışıldığını hatırlıyorum. Mesela Ali Kırca’nın Siyaset Meydanı isimli programı bu sloganın tecessüm etmiş hallerinden biriydi. Yuvarlak masa tartışmaları da vardı. Konuşan Türkiye gerçekten konuşuyor muydu? En azından farklı isimlerin ve görüşlerin bir platformda ve adil denebilecek bir düzen içinde tartıştıkları söylenebilir. Bir de mizah var tabii… Ülkede söz, yetki ve karar sahibi kim varsa hepsinin mizah konusu edilebilmesi, böylelikle üstü örtülen gerçekliklerin yalın biçimde gösterilmesi mümkündü. AKP ile birlikte ortadan kalkan ilk şeyin eleştiri dozu esaslı olan bu politik ve hicvedici mizah olduğu öne sürülebilir mi?

Zizék, yüceliğin gülünçlüğünden bahseder. Yücelik bir parodidir. Azametli, heybetli, haşmetli yüceliğe, onun ciddiyetini bozan, önemini hafifseten, biçimini dağıtan bir gülünçlük eşlik eder. Payitaht Abdülhamit ve benzeri dizilerde kolaylıkla görülebilecek bu gülünçlük, izleyiciye dayatılan yüceliğin pozunu mahfuz etmek isterken, ondan bu yüceliğe inanmasını isteyen, gerekirse onu korkutmaya yeltenen biçimin ve performansın parodisine dönüşür.

Yücelik, inanılmak ister. Kendine inanılmasını sağlamak için kendinden daha büyük olanı, cenneti, komploları, tuzakları, coğrafyayı, değiştirilmesi imkânsız şeyleri işaret eder. Ona bakın ve bana inanın. Bu ülkede yaşayanlar için belki de kalan tek ortak payda Türkiye olduğu için, neredeyse herkes tarafından yücelik göstereni olarak işaret edilip duruyor. Ayıplanması gereken bir parmakla gösterme bu. İlkeleri, değerleri, müşterekleri, medeni olanın önceliğini değil, bilakis parmak sallama kudretine inanmayı, vatandaşlığı emir-komuta zincirine bağlamayı, vergi verenlere buyurma imtiyazını büyük ortak paydaya inanmak olarak gösteren bir işaret etme.

* * *

Türkiye’ye inanmanın yollarını aramak ve bulmak gibi bir sorumluluğumuz var mı? Böyle bir sorumluluğun gerçekten olup olmadığı hususunda sonu gelmez tartışmalar yapılabilir, ancak bu ülkede yaşayan insanlar olduğu sürece bu sorumluluk ortadan kalkmaz. Bu inancı çaresizlikten, hamasetten, korkudan ve gülünçlükten uzaklaştırarak inşa etmenin yollarını aramak da bu sorumluluğa dâhil. Büyük harfli kelimelerle ve bulduğu her fırsatta birilerine bağıranların istismara varan yorucu şiddetini görmezden gelmeden ama her yücelik gösterisinin biraz da gülünç olduğunu sezerek; ve bu yücelik yerine Türkiye’de yaşayan ve her Allah’ın günü sokaktaki hayvanlara kol kanat gerenlerin, yolda kalmışa yardım edenlerin, sesi boğulana ses olmaya azmedenlerin, yanı başındakini gözetenlerin gayretine, sabrına, azmine inanmak. Çünkü Türkiye inanıyor musunuz sorusunun cevabı, neye inanmayı tercih ettiğimizin içinde gizleniyor. Bu gizi ortaya çıkartan her girişim ve gayret, inanmaya değer olan şeylerin yeniden hatırlanmasından geçiyor.