“İmparatorluk” üstüne yazıyordum. Daha doğrusu, bu kavramın (ve onun tekabül ettiği olgunun) Türkiye’de ve İngiltere’de algılanması üstüne yazıyordum. Bu iki toplum, oldukça yakın bir zamana kadar bir “imparatorluk” olarak varolmanın anılarıyla yaşıyor. Bu aynı zamanda, “bir imparatorluk kaybetme”nin anılarıyla yaşamak demek çünkü olgu kendisi tarihe karışmış durumda.
Türkiye’de “Kemalist ideoloji” bu “kaybetme” durumunu bir talihsizlik olarak değerlendirmez, çünkü zaten “kaybedilen” şeyin “iyi” bir şey olmadığını kabul eder. Osmanlı İmparatorluğu bir kere “Türk” değildi. Sonra, padişahlar başlangıçta “fütuhat” yaparken yozlaşmış ve “halkı” düşünmez olmuşlardı v.b. Aslında bunlar eski saltanat meşruiyeti karşısında yeni cumhuriyet rejiminin kendi meşruiyetini kabul ettirme mücadelesiydi. Bu yeni rejimin getirdiği “merkezileşme” çerçevesinde ve onun takatı ölçüsünde Türkler’in Osmanlılık’tan kurtulmaları kendileri için iyi bir şey olmuştu.
Ama rejim herkesin olayı bu gözle görmesini sağlayamadı. “Takat” buna yetmedi. Bugünkü rejim yetmediğini gösteriyor. Bugün, futbol takımına “Osmanlı” adı vermeye uzanan bir “Osmanlı nostaljisi” yaratma atmosferi içinde yaşıyoruz.
Her iki toplumda da, imparatorluk olmaktan çıkmanın “iyi” bir şey olduğuna inananlar da var. Ancak buna inanma gerekçeleri farklı olabilir. Türkiye’de yukarıda özetlediğim Kemalist gerekçeler sözkonusudur. Britanya’da, “imparatorluk” denen şeyin kendisinin kötü bir şey olduğunu düşünenlerin sayısı daha fazladır.
Kemalizm imparatorluğun kötü olduğunu telaffuz etmez. Otuzların başında yazdırılan “Türk Tarihinin Anahatları” ve onun çok sayıda basılıp dağıtılan “Methal”i gibi metinlerde Osmanlı devletinin bir imparatorluğa dönüşme süreci ve bunu gerçekleştiren erken padişahlar övgüyle anlatılmıştır.
Ayrıca, Osmanlı yerine ikame edilmek istenen “Türk” tarihi de bir tür imparatorluk olacak gibi tasarlanmıştır: dünyaya medeniyet öğreten Türkler! Bu “medeniyet” vurgusu ön planda olmakla birlikte “savaşçı Türk” imgesi de ihmal edilmemiştir.
“İmparatorluk”tan büsbütün vazgeçmek kolay değil.
Bu kavramla takıntılı bir ilişki kuranlar, “bir imparatorluk vardı ama elden gitti” demekle yetinmiyorlar zaten. Benim bugünlerde kıyasladığım iki toplumda da, imparatorluk olmaktan çıkış, aynı zamanda “sömürgeleşmek” anlamına gelmiyor. Bunu Türkiye’de birinin söylemesi daha anlaşılır (hatta hak verilir) bir durum. Henüz “İmparatorluk” adı ve ünvanı devam ederken Osmanlı’nın emperyalist sömürüye açıldığını iddia etmek pekala mümkündür. Ama İngiltere’de birinin çıkıp Avrupa Birliği’ne girmekle Britanya’nın sömürgeleştirildiğini söylemesi patoloji sınırlarına daha kolay girer. Ne var ki orada şimdilerde bunu söyleyen bir değil, çok kişi var.
“İmparatorluk elden gitti” söylemi, bir “hayıflanma” söylemi. Demek ki ortalık yerde böyle bir şey yapmaya yatkın bir ruh hali var. Öyleyse, madem hayıflanacağız, tam hayıflanalım: “Bizi sömürgeleştirdiler! Bu bize yapılır mıydı? Ama yaptılar!”
Böylece daha büyük bir haksızlığa uğramış oluyoruz; dolayısıyla daha fazla öfkelenmeye hak kazanıyoruz. Bize bunu yapanlara daha fazla düşman olmamız normal ve aslında gerekli oluyor.
Peki, kim onlar? Kim bize bunları yaptı?
Tabii emperyalistler yaptı (bu kafadaki İngilizler’e göre Avrupa Birliği yaptı). Bu emperyalistler şimdi de bizi birtakım sudan sebeplerle eleştiriyorlar.
Ama yalnız onlar değil. Bizim içimizde de, onlara hayran olan, onları taklit etmek isteyen birtakım gafiller vardı. Zaten onlar bizi ite kaka bu yola soktular.
Zaten bugün de, bu memlekette, “Osmanlı haşmeti nereye gitti?” diye hayıflananları eleştiren ve köstekleyenler onlar.
Aynı anda hem “emperyal”, hem de “kolonyalize” olmak çok akıl kârı değil.
Ayrıca, “bize” kötülük eden emperyalistleri lanetlerken kendi imparatorluğumuzu övebilmemiz de tuhaf. Biz yaptığımız sürece imparatorluk iyi bir şey, başkası yaparsa kötü, günah!
Tabii bunun da cevabı hazır: “Biz öyle kötü şeyler yapmadık.” Buna başkalarını da inandırabilirseniz sorun yok.
Hem “emperyal” hem “kolonyalize” olmak aslında “şizofrenik” bir durum. Böylece bu yazının başlığının ikinci durağına geldik: “şizofreni”!
Şizofreni, yani “kişilik bölünmesi”, “imparatorluk sorunsalı”nın kendi içinde olan bir şey. Bir imparatorluktan söz ettiğinizde bir “mazlum” ve bir “zalim” olduğunu söylemiş oluyorsunuz. Ve bunların ikisini de olmak istiyorsunuz. Bunu mümkün mertebe meşrulaştırmaya çalışıyorsunuz: bir duruma düşürüldüğünüz için öteki olmaya hak kazanmak gibi bir mantık. Ama bu mantığa, onu telaffuz edenden başkasının ikna olması pek olabilir gibi görünmüyor. Ancak sorun bir “mantık” sorunu değil. Bir psikolojik ihtiyaçtan söz ediyoruz ve psikolojik ihtiyaçlar ille de “mantığa uygun” olma gereğini duymazlar. Hatta kural, öyle olmamalarıdır. Bireysel değil, toplumsal olmaları da bu durumu değiştirmez.
Öte yandan, şizofreninin de, gene bireysel ya da toplumsal biçimleriyle, “sağlıklı” olmasını bekleyemeyiz. “Sahibine” iyilik getireceğini düşünemeyiz.
Burada Türkiye’den ve İngiltere’den söz ettim ama hegemonya özleminin ne kadar yaygın olduğunu biliyorum elbette. Arkaik biçimleriyle (bizimki büyük ölçüde öyle) veya modernleştirilmiş biçimleriyle her yerde hazır ve nazır, ama insan tarihinin vardığımız aşamasında bu tür özlemleri laf ola değil, içtenlikle bir kenara bırakmamız gerekiyor.