Kayıp bir devrimi[1] yüzüncü yılında yâd etmek istedim… Münih Konsey Cumhuriyeti devriminin 1 Mayıs 1919’da son bulan dört haftalık ömrü, yürek kabartan bir hikâyedir.
Birinci Dünya Savaşı sonrasının Almanya ve Orta Avrupa’sındaki kayıp devrimler zincirinin narin bir halkasıdır, bu devrim. Mağlup eski rejimler tasfiye olurken, savaş bıkkını askerler evlerine dönerken, ahali aç perişanken, Sovyet Devrimi’ni emsal alarak, iktidarı emekçilerin, köylülerin, rütbesiz eratın teşkil edeceği sovyet veya konsey veya şûrâ idarelerine vermeye dönük büyük atılımın bir halkası. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in katledildiği Berlin Spartaküs ayaklanması, daha çok biliniyor. Münih, daha az.
Münih Konsey Cumhuriyeti devriminin özelliği, kısa da olsa hayat edebilmiş olması – ve bir çeşit naifliği.
Resmî ömrü dört haftadan biraz kısadır ama aslında dört aya uzanan bir süreç bu. 1919 Ocak başında bir devrim hükümetinin kurulmasıyla başlıyor, dokuz asırlık kraliyet devriliyor; seçimler, suikastlar, çatışmalar, kaos, bu arada biteviye gösteriler toplantılar, sahici bir “siyasal katılım” cezbesi, akabinde 7 Nisan’da Bavyera Konsey Cumhuriyeti’nin ilanıyla son evresine giriyor.
Kelebek ömürlü Münih Devrimi’ni ilginç kılan, liderleri ve sözcüleridir. Bağımsız Sosyal Demokratlar – ve edipler…
Bağımsız Sosyal Demokrat Parti (USPD), 1917’de Sosyal Demokrat Parti’yi (SPD) emperyalist savaşı desteklemek ve reformizmi konformizme dönüştürmekle itham ederek ayrılan sol-sosyal demokratlardı. Sosyal demokratlar ile komünistler arasında bir ara konumdaydılar: Sosyal demokratları teslimiyetçi tutumlarından ötürü suçlayıp “radikal reformizm”e zorluyor, komünistlere otoriter tutumları nedeniyle mesafe koyup “demokratik sosyalizmi” savunuyorlardı. Parlamenter sistemle Sovyetçi/konseyci doğrudan demokrasi mekanizmalarının birbirini tamamlayacağı bir sistem kurulabileceğini düşünüyorlardı. Küçük (1919 Ocak’ında Bavyera seçimlerinde %2,5 aldılar!) ama bilhassa aydınlar arasındaki saygınlığıyla özgül ağırlığı yüksek bir partiydi. Tıpkı İspanya iç savaşında en feci haliyle (çünkü o arada Stalinizm de müesses hale gelmişti) görüleceği gibi, resmî komünistlerin, muhalif-eleştirel komünistlerin, anarşistlerin ve umum solcuların birbirini yediği koşullarda, USPD, iyi kötü arayı buluyor, az çok işbirliğine tavassut ediyordu. Münih devriminde oynadıkları tarihsel rol, buydu. Orta yolculuğun yıldızının parladığı bir an, diyebilirsiniz!
Ocak’ta Münih Halk Cumhuriyeti’ni ilan eden devrim kabinesinin başı, Kurt Eisner’di, onun suikasta uğramasından sonraki karışıklığın ardından kurulan Konsey Cumhuriyeti’nin başkanı Ernst Toller. İkisi de USPD’li – ve ikisi de edip.
Münih Devrimi’nin bir ‘esprisi’ de buradadır: şairlerin, ediplerin başrollerde sahne aldığı bir devrim. Gazeteci-yazar Eisner, dünya savaşının başında ‘ulusalcı’ heyecana ortak olmuş, lakin savaşın yol açtığı korkunç insanî yıkımı görür görmez radikal bir savaş karşıtı haline gelmiş, hatta bir mühimmat işçileri grevinin örgütçülerinden olduğu için dokuz ay hapis yatmıştı. Naif bir hümanizmin karikatürü gibiydi – özgürleştirici bir devrimin kansız gerçekleşmesi gerektiğine ve bunun mümkün olabileceğine can-ı gönülden inanan biri. Drama yazarı, tiyatro eleştirmeni ve şair Ernst Toller, savaşa gönüllü olarak katılmış, gazi olmuş, o da bu arada kararlı bir savaş karşıtına dönüşmüştü. Bir şiirini çevireyim: “Savaş, bir heyûlaya dönüştü yıllandıkça/ Kemikli parmaklarıyla/ Çembere aldığı halklar, pençesinde./ İnsanlar, soyunmuş kılıflarından,/ Donup kalmış, boş gözlerle bakarlar,/ Kimse gülümsemek istemez kardeşine,/ Kimse kollarını uzatmaz ötekine,/ Konuştukları sözler, birer maske,/ Öylece çürüyorlar beraberce…” İşte bu siyaseten hırssız ve acemi, romantik iki adam, hasbelkader, devrimin sözcüleri ve liderleri oldular.
Başka edipler de dolanır o sıralar Münih’te ortalıkta. Şair Oskar Maria Graf, Eisner ve Toller’in çevresindedir, devrimin şiirin ta kendisi demek olduğunu düşünür, sonraları “şiir yazıp devrimin işlerine koşuyordum,” diye hatırlayacaktır. Şair Erich Mühsam, o sıra Münih’teki anarşist hareketin liderlerindendir. Ondan da bir iki dize: “Sevinin yıldızlarım, daha aydınlık parlayın!/ Her birinizin parıltısı gökyüzünde ışıl ışıl,/ kıpırdatılmaz yerinden, mutlu eder beni…” – devamı ne hoş; “Aranıza yeni bir yıldız katılırsa,/ doğru parlamayı öğretin ona.” Anarşist yazar Gustav Landauer, Konsey hükümetinde eğitim bakanlığını (yani halk komiserliğini) üstlenmiş, “dört yıldır gözünü kan bürümüş olan halka yeniden insanîliği öğretmeye” azmetmiştir. Düşçüler arasında baş düşçü sayarlar onu.
Dahası, bizzat şair-i âzam oralardadır: savaş boyunca şiir yazamamış, yazmamış olan Rainer Maria Rilke, devrimin kitlesel toplantılarına toy bir merakla katılır, siyasal katılım cezbesi dediğim şeyle büyülenir, heyecanla dinler, genellikle kimse onu fark etmez bile. Devrimin bastırılmasından bir hafta sonra toparlanıp İsviçre’ye gidecek ve bir daha Almanya’ya dönmeyecektir.
Muharrir-i âzam ise Rilke gibi ‘doğru tarafta’ değildir o vakitler. Münih’te mukim büyük romancı Thomas Mann, milliyetçi-muhafazakâr bağnazlığı içinde, “bir Alman devrimi, devrim de olsa neticede yine Almandır” diye teselli bulmaya çalışırken, devrimin bastırılmasını sevinçle karşılar. (Bari, Max Weber’le birlikte, mahkemede Toller’e kefil olarak idamdan kurtulmasına katkıda bulunacaktır.)
Bir de, Konsey iktidarının basın ve sansür direktörü Ret Marut var, barış savunucusu anarşist yayıncı – devrim bastırılırken anlık bir talihle öldürülmekten kurtulacak, ülkeden gidecek, politik serüven romanlarıyla, B. Traven müstear adıyla ünlenecek.
Kadınların katılımını artırmak için müstakil kadın konseyleri oluşturulmasını talep eden feministleri unutmayalım… Bu öneriye, zaten çok geçmeden Konsey Cumhuriyeti’ni ‘satacak’ olan sosyal demokratlar (USPD değil ‘düz’ sosyal demokratlar) taş koymuşlardı. Sözcüsü, bir başka Rosa’ydı: Rosa Kempf. Kadın haklarını, “aklın, ruhun ve gönlün gaddarlığa ve zorbalığa karşı zaferinin” ve bu sayede erişilebilecek olan özgürlüğün zorunlu koşulu olarak bir gören bir kadın.
Oluşturulan asker konseyleri için yapılan seçimde kendi birliğinden aday olan ve ikinci seçilen bir onbaşı da vardır o sıralarda oralarda: Adolf Hitler! Ordu destekli milliyetçi paramiliter güçlerin şehre girdiği gün karşı-devrim cephesine geçenlerden biri de o olacaktır.
Münih Devrimi, kanlı bir şekilde bastırıldı, yüzlerce insan linç edildi ve ayaküstü kulan harp divanlarınca kurşuna dizildi. Katliamdan kurtulabilen Oskar Maria Graf’ın, acımasız bir cümlesi var: “Hepsi de tıpkı benim gibi köpek olmuşlardı hayatları boyu, pısıp itaat etmek zorunda kalmışlardı, şimdi, ısırmak isteyince, öldürdüler onları.” Münih Devrimi hakkındaki en yeni incelemenin yazarı Weidermann, karşı-devrimin korkunç şiddetine destek veren kalabalıkların, adeta kaybedilmiş Dünya Savaşı’nı böylece kazanmış gibi hissettiklerini düşünür – ve tabii bütün korkularının da öcünü alıyorlardır.[2]
Aralarında Rusya’da tecrübe edinmişlerin de bulunduğu komünistler, “profesyonel devrimciler” olarak, Konsey yönetiminin savaşçı kararlılıktan yoksunluğuna kahrederler. Bazı tarihçiler, Eisner’e tam destek veren âmâ köylü liderinin bir trafik kazasında ölüvermesinin, devrimin kırdaki dayanağını zayıflatmasının önemine dikkat çekerler. Her ne olursa olsun, tüm Almanya’da devrim kalkışması mağlup olurken, Münih Konsey Cumhuriyeti’nin hayatta kalması beklenemezdi.
Bu devrimin müstesnalığı, sözcülerinin ve timsallerinin edipler olması ve çok zaman şairlere yakıştırıldığı gibi “romantik” ve “naif” olmalarındadır… Eisner de Toller de, “kansız devrim” idealine ve ne olursa olsun doğru davranış örneği koymak gerektiğine inanıyorlardı. İkisi de taktiksel değil ilkesel barış savunucusu, anti-militaristtiler. Toller, iç savaş koşullarında bile olsa, “nefretlik eski militarizmi devralmamak” gerektiğini savunuyordu, “kızıl asker bir makine olamaz”dı. Yakalanan karşı-devrimci subayların idam edilmesini önlerken, şöyle demişti:
“İç savaşın kanunları ne kadar gaddarca olursa olsun, biliyorum, Berlin’deki karşı-devrim kızıl tutsakları acımadan katletti, ama biz adil bir dünya için mücadele ediyoruz, biz insaniyet istiyoruz, insanca davranmalıyız.”[3]
Bayram günü, tazim ve hayırla anmak istedim bu hikâyeyi. Yıldızın parladığı an, bazen sahiden kısacık, kısacık olur, düşürdüğü ışık hûzmesi iplik kadar ince – ama işte tam onun aydınlattığı bir köşe vardır… Mühsam’ın dizesindeki gibi, “doğru parlamayı öğretir” bize.
[1] İsim, ödünçtür: Faruk Eren: Kayıp Bir Devrimin Hikâyesi. İletişim, 2019.
[2] Volker Weidermann: Träumer – Als die Dichter die Macht übernahmen. Kiepenheuer&Witsch, Köln 2018 (2. Baskı), s. 244-246.
[3] Toller’in bir başka şiirini aktarmanın yeridir: “Alevden ellerle kucakladım sizi,/ Sözler, nabzı atan mızraklar,/ Sizi ışığa çıkartan, çağıl çağıl, kurtuluşa erdiren./ Siz, emeğin koşum takımları, fabrikaların işkence ettiği binler, / Tek bir ışıldayan göz oldunuz,/ Tek bir uzanmış el,/ Can-ı gönülden sarıldım ben o ele -/ ‘Ben’ mi diyorum ben?/ Ben miydim size konuşan? İnsandı,/ Güneşler etrafında rengârenk elipsler çizen insan,/ Oydu hitap eden size,/ İnsan!/ İnsan!”