“Anne”, hemen her zaman sadece annenin ilgi alanına girebilecek bir “konu” olarak duruyor zihnimde. Bunun iyi ve doğru bir şey olup olmadığından emin değilim - üzerine düşünmeye çalıştığımda aklımdaki o tek soru cümlesi hücuma uğruyor. Ancak sonunda, annenin sadece anne-kadına değil, bugün değilse yarın mutlaka anne olacak kadına özgülendiğini, insanı ağır ve hantal bir battaniye kadar bunaltan bir katmanla örtülü olduğumuzu hatırlayıp, hücum altında biraz sessiz, bekliyorum.
Anneliğin bir kadına neden lazım olduğunu en dosdoğru anlatan kadınlardan biri Handan. O, ta 1912’de (Halide Edip, Handan, Can Yayınları, 2007, s. 92-93) şöyle demiş:“Refik Bey, insanın münhasıran kendisinin olacak şeyi ancak bir çocuk olabilir. Ne diyorum? İnsan değil, kadın demeli. Çünkü her erkeğin benim dediği ve münhasıran onun olan bir anası, kızkardeşi, sevgilisi, kadını vardır. Kadının öyle değildir. Hiçbir kadının benim diyebileceği bir erkek yoktur, yalnız çocuğu vardır. Ve çocuğu hususiyle bir şahsa malik olmadan onundur. Sonra çocuğunun çocuğu, hep çocuklar!”
Tahmin edersiniz, Handan’ın çocuğu yok. Ancak kısa sürmüş hayatındaki yoksunluğa bakacaksak, sayacak şey, çok. Geniş ilgi alanına, meraka ve bilgi birikimine sahip, birkaç dil bilen Handan’ın yıllar boyu heves ve çalışma disipliniyle öğrenmiş olduklarını aktarabileceği bir yatağı yok mesela. Abdülhamit döneminin çalkantısı içinde felsefe, sosyoloji ve edebiyat okumuş bir kadın olarak bir tek kez, söz söylemez. Sınırsız merakı ve eğitiminin niteliğine göndermeyle babası tarafından “cinsiyetsiz” olarak nitelenir. Bir yandan da bu yoksunluğun sızısını hiç yaşamaz (gibidir). Dünya kadar bilgiye sahip Handan’ın, onu kullanacak yer bulamaması, “kendine ait bir alan”ının olmaması, büyük yoksunluk oysa.
Öz annesini çok erken kaybetmiş, anne dediği babasının ikinci eşi tarafından özel olarak kötü muameleye tabi tutulmamışsa da, çok içten sevilmemiş. Baba bir kız kardeşlerindense analığının yeğeni olan, kendi gibi annesiz Neriman’ı arkadaş, kardeş beller. Şu hâlde Handan gerçek bir aileden de yoksundur.
Samimi bir aşktan yoksundur. Evlendiği adam evlilik bağını açıkça reddeder ancak Handan’ı da özgür bırakmaz. “Ben hiçbir zaman senin olmadım,” der Hüsnü Paşa mealen ve uzun uzun, evlilikleri süresince karısını kaç kadınla, hangi sürelerle aldattığını anlatır.
Handan’ın yoksunluğu romanın ilerleyen bölümlerinde epey tuhaf bir raddeye varır: Handan, kendiyle özdeşleyen stilinden yoksun bırakılır! Kocasının son sevgilisi olan Mod, Handan’ın stilini taklit eder, hatta -bunun mümkün olabildiğini varsayabilirsek-, onu çalar. Altın vuruş, Handan’ın hastalığıyla kılık kıyafeti ve süsünden arındırılarak kişiliğinin tüm unsurlarından soyundurulmasıyla gelir.
Aynı romanın içinde kadına, annelik potansiyeli nedeniyle duyulan ilginin izine rastlarız: Refik Cemal, önceleri hazzetmediği Handan’ı, Neriman’la ilk bebekleri olan oğlunu sevişini, şefkatle sarışını gördükçe sevmeye başlar; sanki Handan’ın “sahici” yüzünü, kimliğini ancak o andan itibaren görür. Handan’ın nitelikleri, nasıl bir insan olduğu bir yana, çocukla kurduğu ilişki, annelik gücü, annelik emareleri gösterdiği andan itibaren verdiği ilham… Dikkate çekilenler, bunlardır.
Annenin anneye özgülenmediği bir sahne nedeniyle ilgiye değer bulduğum, Halide Edib’in 1918 tarihli romanı Mev’ut Hüküm (Atlas Kitabevi, 1968). Bu sahnede çocuk, kadından ve evlilik bağından ayrı olarak resmediliyor. Romanın gerçek anlamda kahramanı olan Kasım Şinasi, çocuk özlemini şöyle anlatıyor:
“Ah, insanların evlenmek zahmetine girmeden, uğraşılarını, sevdikleri işleri bozacak, karıştıracak kadına bütün özellik, bütün benliklerini, hatta kitaplarını ve hastalarını feda etmeğe zorunluluk duymadan böyle bir çocukları olabilse!”
Yurtdışında eğitim almış, muhteşem muhteşem muhteşem bir erkek ve doktor olan Kasım, İstanbul’a döndüğünde amcasıyla yengesinin yaşadığı eve yerleşir. Bu saatten sonra Kasım’ın gözünden Behire (Kasım’ın yengesi) ve Sara’ya (Behire’nin kız kardeşi) ilişkin epey tahlil okuruz. Bu sayede Behire’nin çarpıcı güzelliğinin, yetersiz bulunan anneliği nedeniyle değersizleştiğini; buna mukabil yeterli ve sorumlu bir anne olduğuna hükmedilen Sara’nın solgun güzelliğinin değer kazandığını, giderek parladığını, ölçüsüzce büyüdüğünü görürüz.
Yazarın belirttiği üzere, gerçek ve güçlü kişiliği, derin sadeliğiyle Kasım Şinasi, bütün çocuklara anlayan ve seven bir bağla bağlanırdı. Yengesinin yeğeni olan küçük kızı Atıfe’yi de gördüğü ilk an kollarıyla kendi başının hizasına kaldırarak onun gözlerinin içine bakmış, şüphesiz hemen o anda bir bağ kuruvermişti. Bu bağı bir tek, Behire’nin oğlu Hayri’yle kuramıyor Kasım. Çünkü bu cılız oğlan… Kasım’ın kalbini ısıtamıyor. Oğlanın sevimsiz bir yüzü, küçük siyah aptal gözleri olduğunu, cılız ve sinirsiz bu çocuğun annesi tarafından pek ilgiye değer bulunmadığını, tam bu sebeple ateşlendiği gece annenin kaygılı halinin “soruşturmaya” değer bulanabileceğini vs. okuyoruz. Kasım diyor ki, çocuk zaten umurunda değil annesinin, ne demeye gecenin bu vakti “benim odama” geliyor bu kadın? Pekâlâ kocasını da gönderebilirdi. Bir de şöyle bir dokundurma yapıyor:“Pek duygulu bir ana olduğunu belirtecek şimdiye kadar dıştan bir kanıt göstermeyen Behire’yi bu akşam Hayri’nin ateşi alt üst etmiş gibiydi.”
En sonunda çocuk hastalıktan öldüğünde de annenin evlat acısını tartıyor:
“… bu basit, isterik kadının acısını, sinirliliğini bu kadar sessiz ve içinden geçirmesini azıcık beğendi ve şaştı…”
Çok şükür, Kasım Şinasi roman boyunca kendi “namuslu adam” imgesiyle ters düşmüyor, yengesi Behire’yi çok sevmeye yaklaşmışken, onun yetersiz anneliğinin de yardımıyla ondan kesin olarak uzak durmayı başarıyor. Bununla birlikte, yengesinin kız kardeşi Sara’yı da, sevimli ve hayat dolu kız çocuğu Atıfe’nin tahmin ettirdiği kadın hayaliyle seviyor, çok seviyor.
* Bu yazı, ayrıldıkları kadınlara daha çok daha çok acı çektirebilmek için, belki sonsuza dek acı çektirebilmek için çocukları(nı) öldüren erkeklerin uyandırdığı dehşet ve 2018 Kadını Yazını Festivali için hazırladığım metinden destekle yazıldı.