İnsanın ötekine, öteki varlığa bağımlı olduğunu söylemek, şu halde kendi kendine yeterli ve biricik referansı ve hitap yeri kendisi olan bir varlık olarak var olamayacağını söylemektir. İnsanın en çetin paradoksu, ve ama en temel insanlaştırıcı jesttir bu: Bir varlık, bir madde, bir mevcudiyet olarak varoluşum kendi kendine yeterli, demek kendi kendini kurmaya ve temellendirmeye muktedir değildir. Ya da şöyle: İnsanın yalnızca kendi başına, kendi adına, kendi için -yalnızca kendi çıkarları için- var olduğunu, var olabileceğini söylemek mümkün değildir. İnsan-bireyin temel güvencelere ve haklara, belirli bağlar ve aidiyetlere ve temel bir özgürlük ve haysiyet hissine sahip bir özne oluşu, yalnızca kendine referansla tanımlanan, kendi kendini tanımlamaya mecbur bırakılan, demek aslında herhangi bir tanımdan yoksun ve içi boş oluşla malul neoliberalizmin “özne” kategorisi ile açık bir karşıtlık içindedir.
Bu uzun ve karmaşık meseleyi iyice uzatmamak için şu kadarını söylemekle yetineyim: Konuşan varlık olarak insan özne, kendini “ben” ve “sen” olarak simgeselleştirebilmek, “ben” ve “sen” konumlarını muğlaklıktan kurtararak birbirinden ayırt etmek ve netleştirmek, ve istikrara kavuşturmak için, demek kendini “ben” olarak tanımak, tahayyül ve temsil edebilmek için bir üçüncü konumu/terimi inşa etmek, işler kılmak, kullanmak zorundadır. Nitekim bu üçüncü konumun/noktanın/unsurun/terimin mevcudiyeti sayesindedir ki, sosyo-simgesel düzende daima sabit kalan ve değişmeyen anlamlar aramak boşuna bir çaba olarak kalmaya mahkûmdur. Yine bu yüzden farklı ideolojiler arasındaki ideolojik mücadele tam da bu birbirinden farklı üçüncü konumlara/terimlere bağlı olarak asla sabit kalmayıp daima değişen anlamlar dünyasını ele geçirme, anlamlar üzerinde sürdürülen hegemonya kurma mücadelesinden, demek bir süreliğine de olsa orada bir sabitlik noktası yaratmaktan başka bir şey değildir. Bu yüzden anlam üretimi/anlamlandırma süreci ve etkinliği düz bir biçimde ilerlemekten ziyade geri dönüşlü ve olumsal nitelik arz eder. Bu aynı zamanda bir tür (ideolojik) dikme işlemidir. Zizek’ten aktararak söylersek:
Verili bir ideolojik alanın özdeşliğini/kimliğini, pozitif içeriğinin bütün olası çeşitlemelerinin ötesinde, yaratan ve koruyan nedir? Hegemonya ve Sosyalist Strateji, ideoloji teorisinin bu canalıcı sorusuna muhtemelen nihai cevabı verir: “Yüzergezer gösterenler”, ön-ideolojik unsurlar çokluğu, onları “diken”, kaymalarını durdurup anlamlarını sabitleyen belli bir “düğüm noktası”nın (Lacan’ın point de capiton’unun) müdahalesi sayesinde birleşik bir alan olarak yapılanır… Yüzergezer gösterenleri, sözgelimi “Komünizm”le dikiyorsak, “sınıf mücadelesi” diğer bütün unsurlara (demokrasi, özgürlük, adalet, barış, devlet gibi) kesin ve sabit bir anlam yükleyecektir… Point de capiton’da niye O’yu -yani eşzamanlı simgesel kod olarak büyük Öteki’yi- buluruz? Point de capiton tam da paradigmatik kod ağı karşısında olağandışı bir yer işgal eden tek bir gösteren, yani Bir değil midir?[1]
İnsanın simgeleştirme (sembolizm), simgelerle ifade etme etkinliğini (tamamen farklı iki şey arasında bir eşdeğerlilik/eşleştirme/yerdeğiştirme ilişkisi kurma, bir şeyin/gösterenin yerine başka bir şeyi/göstereni geçirme, demek ki belki de düşünmenin temel tetikleyicisi olarak metaforlar oluşturma, vb.) insana asıl derinliğini bahşeden simgesel boyutunu, simgesele düzene kaydolma ve girme, simgesel düzende bir konum edinme jestini insanın en ayırt edici ve yüce niteliği olarak bir kez daha vurgulamalıyız. Melanie Klein’ın müthiş sözleriyle:
…sembolizmin, tüm yüceltmelerin ve her türlü yeteneğin kökeni olduğu; zira sembolik eşleştirme vasıtasıyla faaliyetlerin, ilgilerin ve şeylerin libidinal düşlemlerin malzemesi haline geldiği sonucuna varmıştım… Nitekim sembolizm, sadece tüm düşlemlerin ve yüceltmelerin kökenini değil, bunun ötesinde öznenin dış dünyayla ve genel olarak gerçeklikle ilişkisinin temelini oluşturur.[2]
İnsanın yaratıcı etkinliğini/kapasitesini de aynı çerçevede yeniden düşünebiliriz demek ki: İnsanın iç dünyası/ruhsallığı en yüce ile en sefil, en iyi ile en fena, en olumlu ile en olumsuz, en “rasyonel” ile en “irrasyonel” itki ve fantezilerin bir arenası olarak, onlar arasındaki çeşitli müzakerelerin mekânı olarak, demek -deyim yerindeyse eğer- onlar sayesinde, onlardan sonra (olgudan sonra) adım adım kurulur. Verili bir ruhsal yapı/ruhsallık değildir bizimkisi. Sadistik, yıkıcı, yok edici, yamyamca itki ve fantezilerle onarıcı, yapıcı, telafi edici, birleştirici, bağ kurucu olanların yan yana, bir arada zuhur ettikleri, parçalanma/yok olma korkuları ile tam/eksiksiz/bütün ve/ya bir olma özlemlerinin birbirine geçiştiği bir stadyum olarak. Ve tüm bunların itici gücünü/enerjisini sağlayan; muhtemelen ilk acılardan, ilk gerilim artışlarından, haz yokluğundan, ilk kayıplardan, ilk ayrılıklardan kaynaklanan daimi bir anksiyete hali hep oradadır, hem bir çekim merkezi hem de yol haritası olarak. Yeniden M. Klein’a kulak verelim:
Özdeşleşme mekanizmasını harekete geçiren, libidinal ilginin yanı sıra, tanımladığım evrede ortaya çıkan kaygıdır. Çocuk nesnelerin yerine geçen organları (penis, vajina, memeler) yok etmeyi arzuladığı için nesnelerden korkar. Bu kaygı, çocuğun söz konusu organları başka şeylerle eşleştirmesini sağlar, bu eşleştirmelerin sonucunda bunlar da kaygı nesneleri haline gelirler ve böylece çocuk sürekli olarak yeni eşleştirmeler yapmaya yönelir ki, bu da çocuğun yeni nesnelere olan ilgisinin ve sembolizmin temelini oluşturur.[3]
Demek simgesel etkinlik, eşleştirme, farklı türden eşdeğerlilik dizileri oluşturma, tümüyle farklı nesneleri aynı biçimde/düzeyde tasarlama ve temsil etme, özgür simgesel düşünce ve soyutlama becerisi/kapasitesini temel bir kaygı halinin yönetiminde, kaygıya tabi olarak “bedensel derinlikten/bedensel itkiler ekonomisinden yüzey olayına geçişin etkileri” olarak kavramalıyız. Sanatsal yaratıcılık denen şey her birimizin mütemadiyen katettiği ve çoktan “bildiğini bilmeden bildiği” bu süreci/oluşu en saf haliyle temsil ve ifade etmek değil midir? Sinemada ya da edebiyatta örneğin, olgusal gerçekliğe yapılan politik/tarihsel/toplumsal göndermeleri tecrit ettiğimizde karşı karşıya olduğumuz şey, çoğu zaman ifade etmek için uygun sözcükleri bile bulamadığımız benlikteki sarsıntı, duygusal altüst oluş ve zihinsel kamaşma bu kısa devrenin ürünü değil midir? Psikanalizin sistemli bir biçimde ortaya koyduğu tüm içgörülerinin, ondan çok önce bir sanatçı tarafından zaten arşınlanmış olduğunun Freud’dan beri söylenegelmiş olması da bu yüzdendir.
Lacancı “Babanın-Adı” söz konusu bu üçüncü unsurun/terimin yerinde beliren şeydir. Anne ile çocuk arasındaki ikili imgesel ilişkiyi dolayımlayan ve çocuğun sosyo-simgesel düzene girişini sağlayan, ve böylece onu psikozdan koruyan üçüncü terim/unsur: Böylece Lacan, hem “tarihin başlangıcından beri baba karakterini yasa figürüyle özdeşleştiren simgesel işlevin dayanağını/desteğini babanın adında tanımamız gerekir” diyecek, hem de aynı Babanın-Adını anlamlandırmanın normal işleyişini sağlayan kurucu gösteren olarak tanımlayacaktır. Kurucu gösteren olarak hem özneye kimliğini kazandırır; bir ad verip, simgesel düzende konumlandırır hem de ödipal yasağı, ensest tabusunun “hayır”ını temsil eder.
“Büyük anlatıların” eski gücünü ve iddiasını kaybettiği post-modern toplumsal bağı karakterize eden şey, işte bu simgesel işlevin çökmesi, Babanın-Adının toplumun örgütleyici unsuru olma niteliğinin ortadan kalkmasıdır. Demek günümüzün asıl sorusu şudur: Biz sıradan küçük öznelerin hitap ettiği, konuşmasını ve şikayetini yönelttiği, talepte bulunduğu bütün büyük Öznelerin (dinlerin tanrıları, halk, millet, cumhuriyet, proletarya, vb) meşruiyet ve nüfuzlarını kaybederek gerilediği, (toplumlara uzun vadelerle baktığımızda gördüğümüz üzere) mümkün bütün yasaların ve kuralların geçerliliğini, sınır, zemin ve ölçü tayin etme gücünü kaybettiği bu zaman/mekândan nereye doğru gideceğimizdir.