Murat Çelik: Yavaşlığın Estetiği-Siyaseti (II)
Derviş Aydın Akkoç

“Birden güzelleşen hızla tükenir” diye geçirir içinden, “Mavi Gül Çiçek, Nişli Çiçek” öyküsünün hüzünlü öznesi. Murat Çelik’in neredeyse bütün öykülerinde bu kederli özneden bir parça bulunur. Tükenişin dahi hızla değil, ağır ağır vuku bulması arzusunda, çaresiz kendi üzerine kapansa da bir direnç, bir karşı koyuş vardır: tüketimin baş tacı edildiği, zahmetin ve özverinin aşağılandığı toplumsal hayata yönelik bir kaş çatmadır bu. Çelik’in kitabındaki belli başlı metinlere damgasını vuran, estetik-politik açılardan sorunsallaştırılan söylemsel çizgilerden biri: hemen her şeyin birdenbire güzelleştiği, demek tüketime açık hale getirildiği, fakat aynı hızla da yok olduğu, yutulup atıldığı, bir foseptik çukuru misali atık bataklığına dönüşen bir toplumsal ve kültürel varoluş... Öte yandan, yazma edimi de bu çukurdan arınmak, temiz pak kalmak kaygısı değil, aksine aynı çukurun içinde kıvranmak, çukurla yüzleşmek gibidir. Yazarını da, metnin öznesini de, okurunu da yörüngesine alan “Hava Durumu” parçasının kapanış cümlesi: “Ekmek almalıyım. Süt ve yumurta ve iki bisküvi arasına sıkışmış müthiş lezzet, oreo.”[1]

“Ekmek almalıyım” öznenin hakiki cümlesi –arzusu– iken, sonra gelen cümle, özellikle de “iki bisküvi arasına sıkışmış müthiş lezzet” öznenin o anki cümlesi –arzusu- değildir; uyandırılan, ezberletilen, hatırlatılan bir arzudur bu, sonra gelen cümle önceki cümleyi sinsice askıya alır, bu durumda insan kimlerin cümlelerini taşır ve çoğaltır zihninde? Aslında kişi kendi isteklerinin faili olmaktan çıkmıştır. Kara bir tablodur bu. Ama bir reklam yazarı ile edebi metin yazarı arasındaki sınırları da tartışmaya açan bu alelade cümledeki daha kritik vurgu: Türlü çaba (değer-anlam) içerikleriyle bezeli “ekmek” adı sallantıdadır artık, zira bu adı mümkün kılan, zorunluluğa bağlanmış fiil kipi (almalıyım) sallantıdadır: “Almalıyım”daki külfet, arzu nesnesine kavuşmak için gereken enerji neredeyse bütünüyle gereksizleşmiştir, zira çoktan eskilerde kalmış “ekmek” adı tılsımlı albenisiyle “müthiş lezzet, oreo” gofret markası tarafından alt edilmiştir. Işıltılı, iştah kabartan oreo, zaten solgun olan ekmeği unutturur, hatta gülünçleştirir, siler. Kontrolden çıkmış, daha doğrusu kapitalizmin ayarlarına göre yeniden kurulmuş arzu, istediği şeye hemen orada ve anında kavuşmalıdır. Arzunun nesnesi ile kavuşma zamanı arasındaki makasın olabilecek en kısa mesafeye endekslendiği bu rejimde elbette başlıca araç “para”dan başkası değildir.

Nitekim ekmek ve oreo arasındaki gerilimi, arzu akışının ritmini belirleyen de paradır: “Almalıyım” zira cepteki para ancak ekmeğe yetmektedir. Ama özne tatsız tuzsuz ekmeğe değil, kavuşsa da kavuşmasa da müthiş lezzete gözünü dikmiştir, aslında gözünü dikmek zorunda bırakılmıştır, zira tüketim sarhoşluğu bir salgın gibi adeta, özellikle “pazarlama” uzmanları, reklam şirketleri tarafından, “hayatın marka değerini geniş kitlelere benimsetme” amacıyla her yana yayılmıştır. Bu salgında öznenin hareketleri, istekleri otomatikleşmiş, varlığı da çıkışsız bir alana kapatılmış gibidir, varoluşu ise basit bir marka değeridir, “Ali Bakkal” parçasından:

“Ekranlar ve monitörler her yerde. Bundan memnun değiliz ama kurtulmak gibi bir çabamız yok çünkü kurtulmak istemiyoruz. Çünkü hepimiz kendi küçük kalabalığımızda birer starız, star kalmak için uğraşıyoruz. Sıradan hayatlarımızın görüntülerini bazen uydurduğumuz hikâyelerle bazen de mahrem sayılabilecek, mahremin gizemi daima ilgi çeker, ifşa yöntemleriyle hiç tanımadığımız insanların ekranlarına düşürüyoruz. Dostum Andy şöyle diyor: İnsanlar plastiğe benziyor, tıka basa doydular ve inşa edilmeleri tamamlandı. Dostum Andy, plastik ustası. Sepete, makarna, domates salçası ve tuz ruhu ekliyorum listem dışında. (...) Sepeti tekrar doldurabilirim, alacaklarımın bir kısmını unutacak olsam bile tekrar doldurabilirim.”

Mahrem olanın mahrumiyetle at başı gittiği, gizli kapaklı olanla teşhirin garip noktalarda kaynaştığı, utancın hasıraltı edildiği, görünme ve fark edilme arzusunun kışkırtıldığı, küçük ama sıkışık basık kalabalıklar dünyası ve bu dünyayı oluşturan tek tek fertler... “Sıradan hayatların” insanları elbette ellerindeki sepetleri tekrar doldurabilirler: ama ancak borçla, bir sonraki aya sarkan kredi kartları ödemeleriyle yapabilirler bu işlemi... Bununla birlikte, “plastik” sözü yalnızca “insana” değil, zamana da işaret eder: bükülme, sonsuzca sünme zamanları olarak plastik zamanlar... Böylesi bir zamansal düzlemde, “ekmek” yahut “bakkal” gibi imgeler nostaljik olmaktan ziyade işlevseldirler: öncelikle “gofret” ya da “sepet”e göndermede bulunurlar, bu göndermeler de maddi hayattaki hızlı ve yıkıcı kayma hareketlerinin, bu hareketlerin ruhsal etkilerinin, toplumsal ve bireysel değişim dalgalanmalarının kodlarıdırlar.

Poşete dönüşmüş varoluşları sürdüren özneler ise “listeleri dışında” olsa da makarna, salça ile sepetlerini dolduran, “alacaklarının bir kısmını unutsalar” da, bu unutuşun derhal telafi edildiği reyonlarda –vitrinlerde- gördüklerine abanan, her ne kadar sepetlerini tıka basa doldursalar da içlerindeki daimi “boşluğu” bir türlü dolduramayan, hızın, temponun, ivme kazanmanın kurbanı; imal edilmiş, piyasada dolaşıma sokulmuş hazların tutsağı olan öznelerdir...

***

Hıza ve gelgeç hazlara saplanmış trajikomik öznenin tam olarak karşısında değilse bile yanında yöresinde –eleştirel manada– konumlanacak bir başka öznenin imkânını da kollamaktadır Murat Çelik, akışı durduramasa –Benjaminci manada imdat frenini çekemese– bile yavaşlığa eğilimli bir ters-özne: “(...) güzel şeyler söylemek istiyorum sana başka şeyler yavaşlığımdan bahsetmek istiyorum mesela ama bu pek hoş karşılanmıyor toplum tarafından her mevzu bahiste yadırganıyorum ayıplanıyorum.”
[1] Murat Çelik, Eve Dönmeyen Hayvan, İstanbul: Everest Yayınları, 2019, s. 17.