Hamaset şampiyonasında sergiledikleri performanslarla göz dolduranlar bir kenara bırakılacak olursa, 15 Temmuz 2016 tarihinde yaşanan darbe/terör saldırısının öncesini ve sonrasını anlamak için hâlâ uzun ve meşakkatli bir süreci göze almak gerektiği öne sürülebilir. 15 Temmuz’a giden süreç herkesin gözleri önünde yaşandı. Perde arkasındaki ilişkiler, gizli-saklı yapılan sözleşmeler bazen taraflardan birinin sızdırmasıyla bazen de sonuçları sayesinde anlaşılabiliyordu. Sadece “ne istediler de vermedik” cümlesinin gösterdiği ve sıklıkla ortaklık olarak ifade edilen çıkar birliğinden söz etmiyorum. Türkiye’deki siyasal kırılmaların ve gerilemelerin başlıca sebeplerinden biri olan darbeciliği ve darbe müessesesini, 15 Temmuz ve sonrasındaki gelişmelerle birlikte yeniden düşünmek gerektiğini öne sürüyorum.
15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişiminin başarısız olmasıyla birlikte bu tarih, yeni bir kurucu moment olarak sunuldu ve hemen her kesim tarafından böyle yorumlandı. Oysa bu durum yeni kurucu moment olarak değil, statükoya münasip bir eklenti, bir süredir gerçekleşmekte olan uyarlanma sürecinin içi anlamlarla yüklü bir göstergesi, müesses nizamın Kemalist çerçevesinin Mustafa Kemal’in silik portresiyle yeniden cilalanması ve güçler arasındaki ilişkilerin yeniden tahkim edilmesi olarak yorumlanabilir. Bu sürecin bir devamı olarak gerçekleşen rejim değişikliği ile bu restorasyon ya da tahkimat, Türk tipi yerlicilik-millicilik ile babaerkil retorik ve politikalarla, milliyetçi-otoriter denetim ve kontrol mekanizmalarıyla ve ölçüsüz sağ popülizmle bugünlere geldi.15 Temmuz Demokrasi ve Millî Birlik Günü resmî olarak kutlanırken mevcut rejimin iç ve dış mihrakları, kendi düşmanlarını yeniden işaret etmesi, tanımlaması ve onlara yeni kıyafetler giydirmesi rejim bunalımının bir sonucu değil. 15 Temmuz sonrasındaki rejimin kendisinden önceki rejime bir eklenti olarak bağlanması, onun çelişkilerini, gerilimlerini ve kendini yeniden üretme pratiklerini çoğaltma, kopyalama, tekrarlama girişimlerinin sonuçlarından biri olarak ortaya çıkıyor. Bu nedenle Türkiye’de siyasal alanda yaşanan sorunlar rejimin krizi ya da buhranı olarak değil, bizatihi rejimin kendisi olarak yorumlanabilir. Her şeyden önce bu rejim başarısız bile olsa bir darbe girişiminin devamında ortaya çıktı ve ortaya çıkmasına neden olan tortuların tümünü üzerinde taşıyor.
15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişimi, Türkiye’deki darbe müessesinin içerisine gizlenen ve bu zihniyeti kendi hedefleri için istismar etmek isteyen bir girişim olarak yorumlanabilir. Darbe müessesi ifadesiyle ordu içerisinde yetişen subayların zihniyet dünyasını oluşturan temel öğretilerin, değerlerin ve anlamların siyasal alana zor kullanarak müdahale etmelerini meşrulaştıran kurumsallığını kastediyorum. Bu müessesenin gelişimini Cumhuriyet tarihi ile sınırlamak zorunda değiliz. Peki, 15 Temmuz’daki darbe girişimini, ordunun darbeleri mümkün hale getiren zihniyet dünyasından ayrı düşünmek ne anlama gelir; neden böylesi bir tefrike ihtiyaç duyulsun?
15 Temmuz’daki Fetullahçı darbe girişimi Türkiye’deki siyasal-iktisadi dinamiklerin ekseninde gelişen bir girişim değildi. Şimdiye kadar gerçekleşen darbeler siyasal-iktisadi mücadelelerde ordunun taraflardan biri lehine oyuna dahil olmasıyla gerçekleşirken 15 Temmuz’daki darbe girişimi geleneksel cunta tanımına bile yerleşemeyecek kadar a-tipik bir örnekti, bir cemaat cuntası.
15 Temmuz’daki girişimin memleketin siyasal-sosyal hafızasının ve hatıralarının aşina olduğu darbe motiflerinden farklı olduğunu da kabul etmek gerek. Uzun süre ve bazıları için hala devam eden “böyle darbe mi olur” serzenişine hak vermek gerekir, çünkü darbe müessesesi Türkiye toplumunun bildiği, epey aşina olduğu bir müdahale biçimi. Oysa karşılarındaki örnek bir darbeden daha çok darbe parodisini andırıyordu. İşin teknik detayları, darbenin başarılı olma ihtimalleri, başarısız olma nedenleri, gerçekleşmesi halinde memleketin başına gelecek olan şeyler, gerçekleşmemesinin Türkiye’deki demokratikleşme tarihi için sahip olduğu anlam ve benzeri birçok mesele uzun uzun anlatıldı, tartışıldı. Ancak darbenin niteliğine, bu darbeyi diğer darbe girişimlerinden ayıran ve kanımca halen devam eden dinamiklere ilişkin gerçekçi tartışmalar yapılmadı.
Bunun nedenlerinden biri Fetullahçılığın AKP hükümetleri döneminde ve onların destekleriyle sahip oldukları güç ve iktidarın boyutlarının tam olarak bilinememesi olabilir. Ancak bundan daha önemli olan husus Temel Karamollaoğlu’nun sıklıkla dile getirdiği “makbul hale getirme” eleştirisinde yer alıyor. Karamollaoğlu, Erdoğan ve AKP hükümetlerini Fetullahçıları makbul hale getirmekle eleştirmesi sadece siyasi olarak rakip partilerin muhalefet söylemi olarak değerlendirilmemeli. Türkiye’nin siyasal tarihi kadar İslamcılık hareketinin tarihsel gelişimi açısından bu eleştirinin sosyo-politik bir anlamı var. Karamollaoğlu’nun eleştirisi bir anlamda İslamcılık-içi bir eleştiri. İslamcılık hareketi içerisinde Gülen’in şahsında cisimleşen ve Cemaat’e yönelik mesafenin kapatılmasına ve bürokrasinin Cemaat’e neredeyse teslim edilmesine yönelik bu eleştiri, onları “makbul” hale getirirken birilerini de dışarda tutmak anlamına geliyordu.
Fetullah Gülen ve örgütünün İslamî motivasyonlarla örgütlenmiş olması, örgüt üyelerinin ve sempatizanlarının dini-milli duyguları ve inançları eksene alarak hareket etmesi ve bunun bir darbe girişimine doğru ilerlemesi teolojik tartışmalarının konusu değildir. Kişilerin neye inanıp inanmayacağı, nasıl inanıp ibadet edeceği, kimlerle örgütleneceği ve benzeri meseleler ile örgütlü suç işlemek için dini-milli unsurları motivasyon malzemesine dönüştürmek arasında fark gözetmek gerekir. Türkiye’de İslamî cemaatlerin gittikçe mütehakkim odaklar haline dönüşmeleri, siyasal alanda kanaat üreten etkili aygıtlar haline gelmeleri, herhangi bir hukukilik kaygısına sahip olmaksızın dar cemaat çıkarlarıyla hareket etmeleri örgütlenme hakkının suiistimali olmakla birlikte bunu talep ve teşvik eden iktidardan bağımsız değildir. Bu nedenle söz konusu tartışma teolojik değil, politiktir.
15 Temmuz’daki darbe girişimi dini motivasyonlarla örgütlenen bir cemaatin, silahlı kuvvetler içerisinde etkin hale gelebildiğini göstermesi bakımından özel bir örnektir. Bu nedenle bu girişimin, Türkiye’deki darbe müessisini anlamaya ve açıklamaya yönelik yaklaşımlarla birlikte değerlendirilmesi epey zor. Burada bir sağ-cuntanın silahlı kuvvetler içerisinde örgütlenip darbeye teşebbüs etmesiyle sınırlı bir durumdan değil, bir dini cemaatin eğitim, emniyet, yargı, askeriyeyi de içeren bürokrasi içerisinde örgütlenmesiyle birlikte başlayan ve buradaki nüfuzunu sosyal ilişkilere transfer ederek örgütlenmesinin sebep olduğu kolektif şiddetten söz etmek gerekir. Bu kolektif şiddet kişilerin duygularını, düşüncelerini, davranışlarını kendi çıkarları doğrultusunda organize ederken araçsallaştırdığı her şey siyasal ve bürokratik gücü cemaat çıkarları doğrultusunda örgütleyebilmesinden geçiyor.
Artık Fetullah Gülen ve cemaatinden hayırla bahseden pek kimse yok. “Yollarımız farklı olsa da amacımız bir” diyen geniş mezhepli İslamcılar da yok. Yurt içindeki-dışındaki okullarını ya da “hizmet” kümesinde gösterilen sivil toplum etkinliklerini dile getirenler de yok. Fetullah Gülen hareketinin Türkiye’deki devasa suç imparatorluğu da epey geriletilmiş gibi görünüyor. Ancak bu, söz konusu örgütle ortaya çıkan gerçek meselelerin üzerini kapatmaya yetmez. Türkiye’de 15 Temmuz ile birlikte ortaya çıkan şeylerden biri cemaatler ile devletin ve bürokrasinin ilişkilerinin suç işlemeyi olağanlaştıran niteliğidir. Bu ilişkilerin şeffaf olarak kamuoyu önünde tartışılması ve ilişkilerin nasıl düzenleneceğinin hukuki koşullarının oluşturulması gerekir. Bunu gündem haline getirecek gerçekçi tartışmaların zeminini kurmamak, 15 Temmuz’daki darbe girişimine neden olan sürecin ve ilişkilerin kendilerini farklı biçimler, stiller ve örgütlenmelerle sürdürmesine neden oluyor. Bugün bazı bakanlıkların, devlet ihalelerinin, kamusal hizmetlerin 15 Temmuz 2016 tarihinde darbe girişiminde bulunmamış dini cemaatlere teslim edildiğine ilişkin toplumda yaygın olarak var olan kanaatlerin, Fetullahçılığın kendisinin değilse bile benzerlerinin ve türemelerinin devlette ve bürokraside cemaatleri ve onların çıkarları nâmına yer aldıklarını içeriyor. Oysa bugün yetimlere yardım etmek amacıyla kampanya düzenleyen dini bir derneğin hesabına havale yapan mütedeyyin kişi, yarın bir suç örgütüne para desteğinde bulunduğu iddiasıyla yargılanmayacağından emin olmak istiyorsa, cemaatlerle devlet arasındaki ilişkinin, cemaatlerin devlette ve bürokraside örgütlenme meselesinin dini değil siyasal bir mesele olduğunu anlamak zorundadır.