Siyaset sosyolojisi ile ilgilenenlerin bildiği aydınlanmış despotizm kavramı, bizim gibi ülkelerdeki kurucu ethosu anlamak ve açıklamak için önemli bir kavram. Tanrıdan geldiğine inanılan hükümranlık hakkının, devlet ve toplum arasında yapıldığı varsayılan sosyal sözleşme ile yer değiştirmesi, modern devletlerin ortaya çıkışı için ideolojik momentlerden biri. Buradaki despot ise halk için neyin doğru olduğunu en iyi bilen kişidir ve bu sosyal sözleşmeye dayanarak gerektiğinde “halk için halka rağmen” icraatlar sergileyendir. On sekizinci yüzyılda Avrupa’daki bazı rejimler, akılcı olduğunu düşündükleri bazı uygulamalarla toplumu tepeden tırnağa değiştirmek için bazı politikalar geliştirdiler. Bu yukarıdan aşağıya dayatılan politikalar sonucunda liderler despot olarak tanımlanırken Aydınlanmacı olmaları nedeniyle görece bu despotlukları hüsnü kabul gördü. Nihayetinde despotluklarının nedeni sadece tek başlarına hükmetmek ve yönetme için değil, halkın âlî menfaatlerini daha da yükseltmek ve onları en ileriye götürmekti.
Siyaset sosyolojisine göre despotik rejimlerin önemli bir çoğunluğu, içinden çıktıkları toplumu bölmek zorundadır. Bu bölünmede despot, temsil ettiği toplumun bir kesiminin diğerleri üzerinde tahakküm kurabilmesi için kendini simgeleştirir. Bu durum, son iki asır içerisindeki milliyetçi iktidarların iyi-kötü bütün örneklerinde izlenebilir. Aydınlanmış despotizm, milliyetçilik ile içeriden bağları kurulabilecek bir yönetim modeli olarak düşünülebilir. Elbette böyle bir zorunluluk ilişkisi kurulamaz, ancak başarılı bir aydınlanmış despotizmin milliyetçiliği yanında yedeklememesi pek görülmüş değildir.
Türkiye’nin siyasal tarihinde II. Mahmut, II. Abdülhamit ve Mustafa Kemal Atatürk gibi siyasetçiler aydınlanmış despot kavramına denk düşen siyasi liderler olarak sayılıyor. Bunlar toplumdaki farklı güç odaklarıyla müzakere ihtiyacı hissetmeyen, çoğu zaman bu tür girişimlerin icraatlarını yavaşlatacağından endişe eden, toplumu yukarıdan aşağıya değiştirmek için bir an önce hareket etmek, hedefe varmak ve sonuç almak isteyen liderliklerdi. Kısa vadede görece hepsi başarılı oldu. Kemalizm’in dalgalı seyri ve Türkiye’deki AKP hükümetlerine tepki göstermek için kullanılma potansiyeli kenarda tutulacak olursa, Avrupa mutlakıyetleri de dahil, orta ve uzun vadede hiçbiri kalıcı olmadı.
***
Despotizmin türlü biçimleri memleketin siyasal serencamında yer almaya devam ederken ırkçılığın, milliyetçiliğin, mezhepçiliğin ve benzeri ayrımcılıkların olası bütün çeşitlerinin her an zuhur edebileceği bir yer olduğu da yadsınamaz. Bunu bir potansiyel, olası bir durum olarak değil, yerleşik halde olan, şimdi ve burada bulunan bir hal olarak düşünmek gerekir. Bunun canlı ve her an ortaya çıkmaya hazır örneklerinden biri linçtir. Linç etmeye ayarlanmış güruhların işe koşulmak için “düğmeye basılması” bile başlı başına yeterlidir. Buna ayarlı kitlelerin, ellerine Türk bayraklarını aldıktan sonra her tür cürmü işleme salahiyetini elde edebildikleri, yaptıkları eziyetler için gururlandıkları, kendilerini genellikle devletin bir uzvu gibi hissettikleri ve çoğunlukla cezasız kaldıkları ya da çok az ceza aldıkları düşünüldüğünde siyasal rejimlerin türlü yüzleriyle kitleler arasındaki ilişkiler daha da anlaşılır hale geliyor. Buna rağmen bu ilişkileri anlamak ve açıklamak düşünüldüğü kadar kolay değil.
***
Bütün bu hikâye içerisinde tahakküm altına alınması en kolay olanlar her zaman yabancılar olageldi. Yeteri kadar yabancı bulamadıklarında ise vatandaş olmalarına rağmen “yerli-yabancı” gibi kategoriler icat etmekten geri durmadılar. Türkiye gibi ülkelerde her niteliksel birim bir imtiyaz ölçütü olabildiği için vatandaşlık da bir imtiyaz ölçütüdür, bu nedenle ona sahip olanlar ile olmayanlar arasındaki ayrım, kitlelerin gözünde ezilmeyi meşrulaştıran bir ayraca dönüşebilir. Bunu sadece Suriyeliler özelinde değil, genel bir vakıa olarak öne sürüyorum. Ancak bu eziciliğin çeşitli biçimleri ve farklı tonları var.
Ham ırkçılık ve kaba milliyetçilik aklın ve erdemin yokluğunu hamaset ve kaba şiddetle doldurmak halinde cisimleşirken aydınlanmış ırkçılık ve kültürcü milliyetçilik kendini daha inceltilmiş, rasyonelleştirilmiş, kibar ve marifetli analizler eşliğinde sunabilir. Hepsini tek çuvala sıkıştırmak bu akla bürünmüş nezakete haksızlık olur. Aydınlanmış despotizm nasıl halkı için en doğrusunu bilir, ister ve eylerse aydınlanmış ırkçılık da kültürcülüğün korunaklı saçağı altında dolanarak halkın âlî menfaatleri için cümlelerini eğip büker. Asıl söylemekte olduğunu söylemeyerek, hep işaretleyip, parmakla gösterip, olur olmadık şeyleri ima edip kalabalıkların nefretini beslerken aynı zamanda bu rezillikten pür-i pak kalabilmektedir. Aydınlanmış ırkçılık her şeyi kendi toplumunun iyiliği için ister, o iyilik ötekinin derisinin yüzülmesi pahasına olsa bile. Buralı olan ve buradakileri sömürmekte hiçbir beis görmeyenleri eleştirirken dizginlediği öfkesi, buralı olmayan, fakat buralı olanların pespaye politikaları nedeniyle buraya sığınmak zorunda kalanları eleştirirken pek keskindir.
Parmağıyla gösterdiği ve çoğumuz tarafından tecrübe edilen her kötülüğün müsebbibi olarak gösterilen o meşum öteki, pis ve haysiyetsiz yabancı bazen gizli, bazen de açık bir biçimde gözümüze sokulur. Aydınlanmış ırkçılık biyolojisine meftun, fizyolojisine âşık olduğu için nefret etmez. Nefreti akli gerekçelerle alt alta dizilmiş, üst üste bindirilmiş, siyasal, sosyal, ekonomik gereklerle iç içe giydirilmiş ve koca bir mağduriyet anlatısına dönüştürülmüştür. Geriye kalan tek şey, bu büyük kötülüğün müsebbibi olan tekinsizleri bir zamanlar olduğu gibi silmek, sürmek, yurttan kovalamak için icra edilecek kırımın cesaretini ilham etmektir.
Aydınlanmış ırkçılık ile kültürcü milliyetçiliğin büyük buluşması, Kemalizm’in Arap nefretine eşlik eden Suriyeliler bahsinde gerçekleşti. Şimdilerde her kesimi birleştiren bu büyük buluşma, aydınlanmış ırkçılığın akılcı gibi görünen argümanları etrafında örgütleniyor. Gündelik hayatın gittikçe zorlaşan koşulları altında yaşamlarına devam etmek zorunda kalanlar büyük bir nefret ve hınç duygusuyla en alttakinin soluduğu havaya, serinlediği suya, gölgelendiği ağaca bile düşmanlık etmekten çekinmiyor. Her meslekten, her görüşten ve statüden gelen yeni ırkçılık konseptine uygun bu tepkilerin toplumun damarlarına zerk ettiği ayrımcılık zehrinin hemen tesir edebilmesi ve bünyenin hiç etkilenmemesi de ayrı bir ürkme nedeni. Bu coğrafyadaki kırım hafızasının halen güncel olduğunu unutmamamız için bir uyarı.
Aydınlanmış ırkçılığın argümanlarına itiraz edilebilir, eleştirilebilir, saçma sapan bağlantılar ve ilişkiler deşifre edilebilir, ancak hiçbiri işe yaramaz. Tıpkı aydınlanmış despotizmde olduğu gibi aydınlanmış ırkçı da konjonktürel bir müdahalede bulunduğu varsayımına sahiptir. Buradaki olumsuzluğun giderilmesi için gerekli olan şeylerin suç olsa da, insan hakkına ve hukuka aykırı olsa da bir an önce yapılması gerektiğini, acele edilmesi gerektiğini düşünür. Hele arkasına aldığı ham ırkçılık ve kaba milliyetçiliğin desteği ve onlardan tevarüs ettiği savunma tekniklerinden sonra onu durdurmanın herhangi bir yolu kalmaz. Romantik, hain, hayalperest, toplum/halk/millet düşmanı olmakla suçladığı sahici demokrasi yanlılarına karşı o halkı için yabancılara her türlü kötülüğü yapmaya hazır olan kişidir. Yeter ki, halkın âlî menfaati yerine getirilsin.