Şerif Mardin’in ağabeyi Yusuf Mardin’in 1974’te yayımladığı Namık Kemal’in Londra Yılları Namık Kemal’in Londra’da geçirdiği üç yılı; Osmanlı ile İngiliz-Fransız toplumları arasında yaşadığı gel-gitleri ve ikilemleri hamasete ve belagate boğmadan anlatan, kıymetli bir entelektüel portre.
Namık Kemal; Ali ve Fuat Paşalar’la yıldızı barışmadığı için –Abdülaziz devrinin bir başka dışlanmış devlet adamı Mustafa Fazıl Paşa’nın çağrısına uyarak– 1867 yılında Paris’e kaçmış, orada birkaç ay kaldıktan sonra Sultan Aziz’in Toulon seferi nedeniyle panikleyen Ziya Paşa’yla beraber Londra’ya geçmişti. Yeni Osmanlılar’ın meşhur Hürriyet gazetesi Ziya Paşa ve Namık Kemal tarafından Londra’da çıkartılmıştır.
Bu yazıda Batı medeniyetinin hep bir meselemiz olduğunun bir örneği olarak Yusuf Mardin’in kitabı ışığında Namık Kemal'in Londra yıllarını tartışmak istiyorum.
***
Namık Kemal’in Londra’ya ayak bastığı yıl (1867) Karl Marx’ın British Museum’da Kapital’in 1. Cildi’ni bitirdiği yıldır – İlk cilt, Eylül ayında Hamburg’ta yayınlanacaktır. Namık Kemal, fikir planında komünizmle doğrudan ilgilenmez ama İngiltere’de karşılaştığı “çıplak sınıf gerçeği”ni göz ardı edemez. Sınıflar arasındaki mesafenin gayet net olduğu bir toplumla karşılaşmak onu şaşırtır.
Viktorya Çağı İngiliz toplumunun sınıfsal piramidi gündelik hayatı alabildiğine yapay-biçimsel bir davranış ahlakıyla kuşatmıştır: Hangi sınıfın saten giyebileceği, hangi sınıfın kâğıtla kumar oynayabileceği, zar ve barbuta kimlerin talim edeceği, bir doktor veya avukatın hangi sınıftan müşterileriyle yemek yiyebileceği hep kurallara bağlanmıştır. Kadın-erkek ilişkileri de oldukça muhafazakâr-sınıfsal bir dengeye dayanmaktadır. Alt ve orta sınıftan kadınların mal mülk edinmesi yasaktır. İngilizlerin ünlü romancısı Charlotte Bronte, 1854 yılında evlendiğinde kitaplarının telif gelirlerinin tümüyle kocasına geçmiş olduğunu fark edip hayal kırıklığına uğramıştır. Viktorya Çağı’nın koyu muhafazakârlığını İngilizler özel hayatlarında, evlerin iç dekorasyonunda abartılı bir rahatlık görüntüsüyle telafi etmeye çalışmışlardır: Bol vatkalı, pamukla doldurulmuş koltuklar, kalın perdeler, normalden iki üç kat kalınlıkta halılar vs.
Namık Kemal karşılaştığı bu manzaradan birtakım siyasal sonuçlar çıkartır: İngiltere’deki yönetim modeli Osmanlı’ya uygun değildir çünkü sınıf farkları Osmanlı’da bu kadar belirleyici değildir. Ayrıca İngiltere’de olduğu gibi “padişahı her şeyden soyutlayıp idareyi yalnız vekillere bırakmak da olmaz”. Namık Kemal, Osmanlı padişahının iyiliğinden şüphe etmez; sorun padişahın kendisinde değil Mustafa Reşid Paşa’dan sonra ipleri eline alan devlet adamlarının (Ali ve Fuat Paşa gibi) aymazlıklarındadır.
***
İngiltere’deki yönetim modelini Osmanlı’ya aykırı bulan Namık Kemal, Fransa’daki anayasa hükümlerinin belli değişikliklerle Osmanlı’ya uygulanabileceğini düşünür. Londra’daki ahbabı A. Fanton’un “şu halde sen Montesquieu’nün kuvvetler ayrılığı ilkesini kabul mü ediyorsun?” sorusunu şöyle yanıtlar: “Evet kuvvetler ayrılığı ilkesine dayanan meşrutî hükümet şeklini savunuyorum. Şura-ı Devlet’le, Şura-ı Ümmetle ve Ayan Meclisi ile…”
Namık Kemal’in Londra’da Hobbes, Locke, Rousseau, Montesquieu gibi düşünürleri incelediği, iktisat ve hukukta epey yol aldığı Kayazade Reşat Bey gibi arkadaşlarına yazdığı mektuplardan anlaşılıyor. Ne var ki Fanton’la “muhavereleri”ne bakıldığında, Batı’daki doğal hukuk anlayışından hâlâ epey uzakta olduğu da görülüyor. Meşru hükümeti halkın (çoğunluğun) seçmesi gerektiğini savunmasına rağmen hukukun ve adaletin kökeninin hâlâ Tanrısal irade olduğunda ısrarcıdır örneğin: Tanzimat kuşağına sirayet etmiş çelişkiler yumağını akla getiren bir tutarsızlık bu. Osmanlılarla İngilizleri kıyaslarken, Tanzimat’la birlikte Osmanlı’nın ilerlemeye başlamasının delili olarak “nizamî asker, mükemmel donanma, asrî silahlar, demiryolları ve şoseler”i göstermesi de tipik: Hars-medeniyet sarkacına sıkışacak olan modernleşme tasavvurunun düşünsel temelleri Namık Kemal kuşağı tarafından atılmıştı.
***
Namık Kemal, tarihle de epey ilgiliydi ve bir Osmanlı tarihi yazmıştı. Buna karşılık Fanton’un Londra’da Osmanlı tarihiyle ilgili sorduğu sorulara hamasi yanıtlar verir: Fatih’in kardeş katline izin verdiğinin d’Hausson tarafından uydurulmuş bir yalan olduğunu ileri sürerken Osmanlı’nın gerilemesini “padişahların meşrepleri”, “iştihaları” ve “gafletleri”ne indirger – bu da tipik.
Öte yandan bu tür çelişkileri ve gel-gitlerine rağmen Paris’te ve Londra’da olduğu yıllarda Namık Kemal'in Charles Dickens ve Victor Hugo’dan baba-oğul Dumas’lara kadar ne bulduysa okuduğu, Shakespeare’in oyunlarına gittiği (tiyatroda konu-mekân-zaman birliği üstüne yazar), gazetecilik mesleğine kafa yorduğu anlaşılıyor. Times’ı ziyaret edip, baskı kâğıtlarının miktarı ve matbaa makinesinin bir saatlik verimini ölçmesi; Ziya Paşa’yla beraber İngiltere’de çıkan gazete ve dergileri yakından takip etmeleri (Zafername, İngilizlerin ünlü mizah dergisi Punch’ta yayımlanan şiirler ve makalelerden esinlenmiştir) aşina olmadığı kültürü reddeden bir darkafalılıktan ziyade öğrenmeye ve anlamaya çalışan bir Aydınlanmacı tutumu akla getirir. Gelgelelim kadın-erkek ilişkileri, aile, hukuk, siyasal düzen vb. meselelerde Namık Kemal’in Aydınlanmacı tutumu Tanzimat’a özgü ikiliklerle ketlenir.
***
Abdülhak Şinasi Hisar, Geçmiş Zaman Edipleri’nde Meşrutiyet’in ilanında o zamanlar “taşra” denilen vilayetlerden gazetelere Kanun-î Esasi’yi ve hürriyeti tebrik etmek için “vatan ve millet aşkıyla dolu” telgrafların yağdığını ve bütün bu telgrafların Namık Kemal üslubunda olduğunu anlatır. Namık Kemal yazı hayatında “vülgarize etmeden popülerleştirmeyi becerebilen” bir üslubun imkânlarını araştırmış ve sonuçta bunu başarmıştır (bu üslup sonraları Türk edebiyatında denemeci ciddiyeti ile gazeteci yüzeyselliği arasında bir yerde konumlanacaktır). 19. yüzyılda İngiltere’de aynı popülerleştirme marifetini sergileyen Matthew Arnold’ın Namık Kemal’in ilgisini çekmiş olması tesadüf değildir: Yusuf Mardin, Fanton’la Namık Kemal’in Arnold hakkında konuşmayı sevdiklerini aktarıyor. Arnold, meseleleri kolayca anlaşılır kılmasının yanısıra görüşleriyle de Namık Kemal’e ilham vermiş olmalıdır: Meşhur risalesi Kültür ve Anarşi’de radikal değişimlere karşı dinî inançları korumanın gereğinden söz edip, toplumda anarşi yaratan güçleri ancak kültürlü insanların bir dengeye oturtabileceğini savunur; bir filistenizm eleştirisi yaparken eğitimin ve kültürel elitlerin toplumun sürekliliği açısından önemini vurgular. Yusuf Mardin, “medeniyetsiz yaşamak, ecelsiz ölmek gibidir” diyen Namık Kemal’in doğrudan Arnold’dan esinlendiğini ileri sürüyor. Namık Kemal’in eğitim ve dar anlamda “sosyal çevre”nin etkilerini önemsemesinde de 20’li yaşların sonunda okuduğu Matthew Arnold’ın etkisi olabilir. Marksizm’in maddi koşullara verdiği önemin karşısına “eğitim”i çıkartan muhafazakâr Arnold, Namık Kemal’e Osmanlı toplumu açısından epey ilerici görünmüş olmalıdır.
Yusuf Mardin’in kitabı sonuç olarak geç Osmanlı aydınının “Batı’yla karşılaşma”sına ışık tutması bakımından önemli bir çalışma. Londra’da eşitlik, hürriyet, basın özgürlüğü ve işbölümü kadar buhar kuvveti, elektrik akımı ve havagazı üstüne de düşünen Namık Kemal bu ikisini (teknik ve düşünsel gelişmeyi) telif edebilecek bir modernleşme tasavvurunu kabul etmekte epey zorlanır. Yüz elli yıl sonra bu zorluk hâlen aşılabilmiş değil.
* Yusuf Mardin, Namık Kemal'in Londra Yılları, Milliyet Yayınları, 1. Baskı, Nisan 1974.
** Abdülhak Şinasi Hisar, Geçmiş Zaman Edipleri, Selis Kitaplar, 1. Baskı, Şubat 2005 - Namık Kemal bölümü, s. 29-37.