Orhan Koçak'a...
Bu yazının –muhtemel kesilmelerle yol alacak– uzun soluklu niyeti: Devrimci-komünist bir yazarın[1] kaleminden çıkan, 2014 tarihli Çöl Kimseyi Sevmiyordu adlı romanı, 20. yüzyılın sansasyonel bir romanı ile, Nikos Kazancakis’in 1954’te yayımlanan ve yazarını aforoz ettiren Günaha Son Çağrı adlı eseriyle karşılaştırarak, din ve modern komünizm fikri arasındaki tarihsel ve ideolojik sahaya dair kimi sorular sormak, bazı felsefi-politik problemlerden de el alarak aktüel veçhesi de olan tartışmalar üretmek. Sami Özbil açısından, komünist bir dünya tasavvurunun filtresinden geçirerek genelde dini, özelde İslamiyet’i sorunsallaştırmak hayli cüretli bir teşebbüs, hele de bu topraklarda. Bir yanda çoktan bir gelenek halini almış Marksizmin din hakkındaki seküler, yerine göre katı ve dogmatik eleştirel yorumları, diğer yanda hâkim sınıfların ideolojisiyle yıkanmış bir İslamiyet algısı: Sami Özbil, devrimciliğinin de verdiği söylemsel bir meşruiyetle, bu iki yorum tarzını da hesaba katıp, din ve komünizm fikri arasındaki netameli gerilimi edebiyatın menzilinde kalarak, kaba ideolojik reflekslere prim vermeden işlemekte. Estetik duyuş ile politik bakışın kaynaştığı bu sorunsallaştırmada dinsel duygulanımlarla modern devrimci duygulanımlar arasındaki kimi bağlantı noktaları, farklılıkları hasıraltı etmeden, söylemsel bir düzleme taşınmakta.
Sami Özbil’in din ve komünizm arasındaki sancılı ilişkide, bir din olarak İslamiyet fenomenine yoğunlaşıp, bu fenomenin başlıca kurucu faili olan Hz. Muhammed portresine de yaslanarak oluşturduğu edebi-politik bir dünya imgesi var. Bu dünya imgesine, olgusal “tarih” engeline takılmayan, duygulanımları modern yahut modern öncesi olarak kesin sınırlarla ikiye ayırmayan, bilakis duygulanımların sürekliliğine göndermede bulunan, bu manada meta-tarih çizgisinde hareket eden, ışıyan, geçmişi söylemselleştirip şimdiye taşırken geleceğe de yönelen ütopik bir bakış eşlik eder. Bu ütopik bakışı, tarihin gidişatına müdahalede bulunmaya istekli iki hususi figür ekseninde kurcalamak mümkün: Peygamberler ve modern devrimciler. Bugün açısından, Walter Benjamin’in formülasyonuyla “bir din olarak kapitalizm” olgusu karşısında, iktidar oluşumları ve mülkiyet ilişkileri karşısında iki yenilgi imgesi, iki melankolik, ama hâlâ etkili, kararlı ve karanlık varoluş tarzı...
***
Gerek Nikos Kazancakis’in gerekse Sami Özbil’in meselesi kesinlikle tarihi roman yazmak değil ama. Tarihi olaylar, dini meseller, teolojik anlatılar ve yorumlar, kutsal kitaplardan söz parçaları, hadisler ve sair elementler iki romanın da ham maddeleri. Bu malzemelerin işlenmesinden oluşan romanların estetik-politik amacı da esas itibariyle “şimdi”de olup bitenler hakkında karşı-söylemler üretmek, “şimdi”yi şekillendiren egemen yorumlarla çatışma temelinde ilerleyen bir ilişki kurmak. Elbette böylesi bir ilişki kurma arzusu estetik kaygının ve edebi zevkin –güzel olanın- tali kılındığı anlamına gelmez; dinsel bir fenomeni ve olayı edebiyatın tezgahında yeniden üretmek ve söylemsel dolaşıma sokmak kaçınılmaz olarak politik bir tutumdur. Öte yandan, Mihail M. Bahtin’in Gogol’ün Ölü Canları ve Dante’nin İlahi Komedyası arasında kurduğu denkleme benzer bir şekilde, “geçmiş” söz konusu olduğunda yazarlar önünde sonunda –kendi zamanlarının- “çağdaş gerçekliğine” bağlıdırlar:
“[Geçmişin işlenmesi bahsinde] çağdaş gerçeklik ve onun kaygıları bir başlangıç noktası haline gelir, sanatsal ideolojik düşünce ve geçmişin değerlendirilmesi merkezi bir konumdadır. Bu geçmiş bize mesafesiz bir şekilde, çağdaş gerçeklik zemininde sunulur. (...) Bir romanda geçmişin tasviri hiçbir surette geçmişin modernleştirilmesi anlamına gelmez. Aksine geçmişin geçmiş olarak otantik ve objektif betimlenme imkânına yalnızca roman sahiptir. Yeni deneyimleriyle çağdaş gerçeklik [roman sayesinde] bir görme şekli edinir; derinlik, keskinlik, genişlik ve canlılığa sahip bir görmedir bu.”[2]
Bu durumda biri 20. yüzyılın ortalarında, diğeri 21. yüzyılın ilk çeyreğinde yazılan, biri Hıristiyanlık’ın diğeri İslamiyet’in doğuşuna, bu doğuş ve yayılma süreçlerine zemin hazırlayan belli başlı toplumsal, teolojik ve etik “değerlerin” tersyüz oluşuna –kayba– odaklanan; bu iki dinin kurucu öznesi olarak Peygamber figürlerine ışık düşüren iki bakış, iki dünya tasavvuru söz konusu. Bu dünya tasavvurlarının roman formu dahilinde çağdaş gerçeklikle olan ilişkisi, kişiyi kaçınılmaz olarak tarihin değil, öncelikle mevcut zamanın siyasal ve teolojik anlayışlarıyla eleştirel bağlantılar kurmaya zorlar. Zira bu iki roman özelinde de yaratılan anlatılar geçmişi değil, özellikle şimdiyi deşifre eder, anlatıları tahkim eden söylemler halihazırdaki yorumlara onları rahatsız etmek, ifşa etmek üzere eklemlenir. Bu eklemlenme faslında mutabakatlar değil, -J. Rancière’nin kullandığı şekliyle- uyuşmazlıklar daha baskındır: Çoktan kabul görüp kemikleşmiş itikatlar, geçirimsiz formüller değil, iman sarsan, amentüleri bozan, yorumların sınırlarını aşındıran, çelişkiler ve paradokslar üreten uyuşmazlıklardır bunlar.[3] Demek belirleyici parametre dini ve politik olayların, bu olayların faillerinin “o gün” nasıl alımlandığı ve yorumlandığından ziyade “bugün” nasıl alımlandıkları ve yorumlandıklarıdır. Bu itibarla, tarihsel mesafelerin yahut uzaklıkların askıya alınıp da geçmişin kendini çağdaş bir gerçeklik zemininde –derinliğe, keskinliğe sahip bir görme edimi ile- sunması hem Kazancakis’in hem de Özbil’in edebi üretimlerine mührünü basan esas politik dürtüdür.
Nitekim Nikos Kazancakis, - takriben 1970’lerde ortaya çıkacak Kurtuluş Teolojisi daha serpilmemişken- Hz. İsa şahsında kendi aktüel zamanının dünyaya isyan eden insanlarına seslenmekte, bu huzursuz insanların tereddütlerinin, çocukluklarının, çaresizliklerinin, yenilgilerinin, ruhsal varoluşlarını kasıp kavuran gelgitlerinin normal ve aşılabilir süreçler olduğunu söylemek istemektedir. Bu üretimdeki politik edanın maksadı tarihe mal olmuş bir şahsiyeti (İsa imgesini) radikal ve başka açılardan ele alarak güncellemek, şimdinin dünyayla arası açık insanlarına “yalnız olmadıklarını” hatırlatmaktır. Kazancakis’e göre, egemen sınıflara ve dini otoritelere karşı koyma mücadelesi söz konusu olduğunda tarihsel momentin de pek bir ehemmiyeti yoktur. Romana yazdığı önsözde niyetini şu sözlerle açıklar:
“Bu kitabı yazmama sebep, mücadele eden insana ulu bir örnek vermek isteyişimdir; acıdan, günaha çağrılardan veya ölümden korkmamasını göstermek istiyorum ona. Çünkü bunların üçü de yenilebilir, yenilmiştir de. (…) Bu kitap bir hayal hikâyesi değildir, mücadele eden herkesin itirafıdır.”[4]
“Mücadele eden insan” tabiri henüz kapanmamış, ucu açık bir sürece işaret eder. Zira baskı, zorbalık ve sömürü dün olduğu gibi bugün de işlemekte ve kendi muarızlarını üretmektedir. İtirazını yükselten özne yalnız olmadığı gibi karşılaştığı zorluklar da emsalsiz zorluklar değildir; daha önce de kendini duyurmuş, yenilebilir zorluklardır. Bununla birlikte, bu zorlukların da iki cephesi vardır: bir tarafta dış dünyanın öznede açtığı yaralar, ayartma oyunları, diğer yanda ise öznenin kendi “iç çatışmaları”, havlu atma isteği ile devam etme isteği arasında sıkışıp kalmış bir ruhsal aygıtın sancıları. Buna göre, “mücadele eden insan”ın karşısına çıkan her engel, her yenilgi daha yüksek bir başarı imkânı için bir “fırsat” yahut bir “basamaktır”. Öte yandan, bu iki roman kapsamında da amaç “mücadele eden insana” tarihsel yahut dinsel bir kılıf giydirmek değil, hâkim ve baskın bir din anlayışının karşısına bir başka din anlayışını, egemen sınıfların tasarrufunda şekillendirilmiş bir Peygamber imgesinin karşısına bir başka Peygamber imgesini, bu imgeler etrafında örülmüş başka ve daha haysiyetli bir “hayat” mefhumunu çıkarma çabasıdır.
***
Ama bu etik-politik çabanın karşısında yalnızca geleneksel din otoritelerinin hegemonyası bulunmaz; en az onlar kadar, hatta belki onlardan da daha şiddetli bir biçimde işleyen, söylem üretimini taciz eden, kriz yaratan kıyıcı bir dinamik de devrededir: Nikos Kazancakis’in de Sami Özbil’in de, ama özellikle Kazancakis’in yakasına yapışan Nietzsche ve onun “Tanrı’nın ölümü” tespiti. Nikos Kazancakis “Tanrı katili” addettiği Nietzsche’den hiçbir surette kopamaz, aralarında olumlama ve olumsuzlama, itme ve çekme şeklinde cereyan eden ters bir sadakat rejimi yürürlüktedir; tavizsiz delici bakışıyla Nietzsche hep oradadır. Hasılı başka pek çok kaynağının yanı sıra, ama bilhassa “Tanrı’nın ölümü” tespitinden hareketle ete kemiğe bürünen modern “ateizm” fikriyatı iki romancı nezdinde de ister istemez ciddi bir mesele olarak gündemdedir. Din, komünizm ve ateizm ilişkisinde, Henri Bergson ve Nietzsche gibi düşünürlerle daha yoğun bir ticarette bulunan, metafizik düşünceyle, ruh ve beden arasındaki kadim düalizmle haşir neşir olan Nikos Kazancakis’in aksine Sami Özbil daha Marksist bir düzlemde durur. Kazancakis insanda savaşım halinde olduğunu öne sürdüğü “ikili öz” gibi metafizik-teolojik “muammalara” atıflarla Hz. İsa imgesini tartışmaya açarken, Sami Özbil ise Marksist formasyonu itibariyle çoğun “meta ilişkileri”ne, sınıflar arası mücadele esprisine, maddi yaşamın üretim biçimlerine, devrim ve reform kavramlarına yaslanarak Hz. Muhammed imgesini tartışmaya açar. Hâl böyle olunca, iki yazarın metinlerinin esas sorunsalları (karşı-din ve karşı-peygamber imgeleri yaratma arzusu) göz önüne alındığında Tanrı’nın (Allah’ın) varlığını ilan etmek yahut reddetmek meseleyi iyice daraltmak, boğmak demektir. Varlığı yahut yokluğuyla Tanrı edebi-üretimin ağırlık merkezinde yer almaz. Tanrı meselesini buza yatırmak yahut bu yakıcı meseleden firar etmek anlamına gelmez ama bu, bilakis Tanrı mefhumunu da politik duyuşun bir parçası kılma, siyasallaştırma söz konusudur: ister beden ve ruh arasındaki çatışmaya isterse egemenler ve sömürülenler arasındaki çatışmaya dayansın, tıpkı Peygamber imgelerinde olduğu gibi, Tanrı meselesinde de birbirleriyle savaşım halinde olan, Marx’tan mülhem mecazlarla ifade etmek gerekirse “saraydakilerin” (zenginlerin) ve “kulübedekilerin” (yoksulların) olmak üzere iki Tanrı mefhumu vardır ortada; tezahürlerini de çoğun dilde, dildeki ihtilaflarda, tonlamalarda, kesilmelerde, sürçmelerde tecessüm ettiren iki Tanrı...
***
Dilden bahis açılmışken: Nietzshce’nin “Tanrı’nın ölümü” mitosu Lacan’a göre, aslında “ateizmin hakiki formülü” değildir. Nietzsche ile yolları kesişen Freud da dahil olmak üzere “çağdaş aydınların” aksine Lacan’ın bu mitosa dair şüpheleri vardır, bu şüphesi Tanrı’nın “varlığını” dile getirmek yahut “İsa’nın dirilişini” onaylamak için değildir ama. Lacan’a bakılırsa, Freud babanın işlevini onun katledilmesi üzerine temellendirirken bile onu korumaktadır, “Tanrı’nın ölümü” yahut babanın katledilişi “belki de iğdiş edilme tehdidine karşı bulunmuş bir sığınaktır. Ateizmin hakiki formülü şudur: Tanrı bilinçdışıdır.”[5]
Tanrı iki romanda da bir “sığınak” işlevi görmez, Lacan’ın çözümlemesini ucundan bükerek: bilinçdışı olarak tıpkı dil gibi Tanrı da yapılan, oluşturulan, yokluğuyla mevcut olan, dahası iktidar mücadelelerine göre yeni ve başka anlamlarla donatılan, içerikler kazanan, adlar edinen bir dil varlığıdır. Bu minvalde, Nikos Kazancakis’te de Sami Özbil’de de Nietzsche’nin “Tanrı’nın ölümü” tespitindeki düşünsel ağırlık yerini Peygamber ve modern devrimci özne arasındaki süreklilik ve kopuşlara, aksiyon alanına bırakır. “Tanrı’nın ölümü” problemine yatırılacak enerji toplumsal ve sınıfsal bir alana (mücadele ve başarı, hak ve haksızlık, adalet ve adaletsizlik, yalan ve hakikat alanına) kanalize edilir. Peygamber imgesi ile devrimci özne yahut “mücadele eden insan” arasındaki sıkıntılı ilişki biçimleri de bu eşikte şekillenir ve bazı kritik sorular kendini duyurur: mevcut dünyaya müdahale etme söz konusu olduğunda bu iki özne arasında ne türden “ruhsal” bağlantılar, benzerlikler ve farklılıklar vardır? Hakikatle ilişkilerinde, başkaları adına söz alıp temsil üstlenirlerken hangi meşruiyet noktalarına referansta bulunurlar? Ruhsal yakıtlarını hangi kaynaklardan temin ederler?
[1] Sami Özbil iki kez müebbet hapis cezasına çarptırılmış devrimci bir siyasi tutuklu. Kandıra F Tipi’nde tek kişilik bir hücrede tutuluyor uzun zamandır. Kapatıldığı hücresini bir üretim mekânına çevirmiş Özbil. Harman (2006), Yeraltı Suları (2010) şiir kitaplarının yanı sıra, Soluk Soluğa (2008), Kan Kurumaz (2010) ve Şafakta Yankılanan (2013) romanlarının yazarı. Çöl Kimseyi Sevmiyordu, İletişim Yayınları, 2014.
[2] Mikhail M. Bakhtin, The Dialogic Imagination, içinde: The Theory of the Novel: A Historical Approach, (der): Michael Mckeon, London: Jonh Hopkins University, 2000, s. 321-353.
[3] Jacques Rancière, Dissensus: On Politics and Aesthetics, İng. çev. Steven Corcoran, Londra: Bloomsbury, 2015.
[4] Nikos Kazancakis, Günaha Son Çağrı, çev. Ender Gürol, İstanbul: Cem Yayınevi, 2002, s. 8.
[5] Jacques Lacan, Psikanalizin Dört Temel Kavramı, Seminer 11. Kitap, çev. Nilüfer Erdem, İstanbul: Metis Yayınları, 2013, s. 35, 67.