Türkiye’deki rejim değişikliğinin sonuçlarından biri iktidar çekirdeğinden gittikçe uzaklaştırılan kesimlerin yeni parti kurma girişimlerini cesaretlendirmesi ve hızlandırması oldu. Türkiye’deki sağ siyaset içerisinde başlayan bu parçalanmanın iktidar yapısını ve bloğunu değiştirmesinin olanakları Türkiye’deki rejimin, daha doğrusu yeni iktidar yapısının niteliğine ilişkin bir soruşturmayla cevaplanabilir.
Rejimin değişmesi ve iktidarın daha da kişiselleşmesi halinde Türkiye’nin ekonomik alanda hızla yükseleceği ve bir imparatorluk kadar kudretli olacağı konusundaki iktidar propagandalarının seçmenler üzerinde yarattığı illüzyonun etkisi ve enerjisi tükenirken, sağın içerisinde yeni partilerin kurulacak olması iktidar yapısının muhafazasını içeriyor. Bu, bir yönüyle Türkiye’deki seçmenlerin siyasal eğilimlerini sabit ve değişmez kabul eden önyargıları beslerken, diğer yandan iktidar yapısının da mukavemetini yeniden üretiyor.İktidar yapısı, siyaset bilimi açısından rejim kavramına karşılık gelse de Türkiye’de bu kavramlar, farklı anlamlarda kullanılıyor. Bunun nedenlerinden biri rejimin anayasa gibi bir sözleşme etrafında değil, iktidar merkezli olarak inşa edilmesidir. İktidarı ele geçirenlerin sadece yönetim erkini değil, duyguları, düşünceleri ve davranışları da ele geçirmek konusundaki istençleri, sadece toplum mühendisliği kalıbıyla açıklanamaz. Bu yaklaşım önceki dönemleri açıklamak için yeterli olsa da yeni iktidar bloğunun kurulmasıyla birlikte geçilen yeni aşamayı açıklamak için yeterli değildir. Burada toplumu yeniden yaratmaktan daha çok, iktidarın dayandığı seçmen kitlesinin hegemonik bir kesim haline gelmesi ve toplumun diğer kesimleri üzerinde tahakküm sahibi olması hedeflenmektedir. Böylece Türkiye’de iktidar yapısının değiştiğini ve değişen şeylerin başındaysa tahakküm hedefinin geldiğini söyleyebiliriz.
Cumhuriyet, toplumdaki farklı kesimleri devlet tarafından dikilen elbiseye sığdırmak için uzun süre çaba gösterdi ve direnç gösterenleri cebir ya da görece rıza ile kendine benzetmenin yollarını aradı. Bu “benzetme” politikaları, dar kimliklere sıkıştırılmak istenenlere yönelik hak ihlallerini tuhaf bir eşitlik söylemi içerisinde meşrulaştırmaya çalışıyordu. Oysa AKP ve sonrasında AKP-MHP koalisyonunun iktidar tekniği bu benzetme politikaları yerine, toplumdaki farklılıkları kendi diliyle yeniden sıfatlandıran ve onları egemen kimliğe itaat etmeye zorlayan bir tekniği içeriyor. Rejim değişikliğinin uhdesinde bulunan ve gelenek olması için uğraşılan bu egemenlik projesinin sonuç vermediği her yerde devletin cebre başvurması ise bu tekniğin rızaya dayanmak zorunluluğu hissetmemesinden kaynaklanıyor. Belli bir kimliğin egemenliğini ve bu kimliği seçkinleştirmeyi hedef alan politikalara tabandan gelen onay, cari hukuka aykırı olsa bile bu cebri meşrulaştırıyor.
Kurulması beklenen yeni sağ partilerin söylemlerinde ve siyaset tekniklerinde farklılıklar olsa bile ideolojik yönelimlerinde belirgin bir farklılık olamayacağına göre bu kabul – itaat ilişkisini yeniden üretmeyi hedeflemeleri, bir sosyo-politik program olarak değilse de siyaset tekniği ve yatkınlık olarak bunu sürdürmelerini kolaylaştırıyor. Kaldı ki, bu ilişkiyi sürdürmelerinin önünde herhangi bir siyasal engel yok. Bu nedenle Türkiye’deki sağ siyaset için demokrasi kelimesinin iktidar istencinden öte bir anlam taşımadığı ve özünde ham bir kalkınmacılık vaadine dayandığı düşünüldüğünde yeni partilerin işlevi ve anlamı, iktidar bloğundan boşalması muhtemel devlet aygıtının doldurulmasıyla sınırlı kalabilir.
Bu durum, Türkiye’de çökmüş halde olan kurumların, bürokrasinin ve demokrasinin bir koalisyon etrafında yeniden örgütlenmesi ve düzenlenmesi gerekliliği üzerinden de düşünülebilir. AKP içindeki hizip savaşları, çözülmekte olan iktidar yapısının bir krizi olarak değil, onun yeniden üretilmesini sağladığı ölçüde sürdürülecek bir mücadele olarak değerlendirilebilir. Yeni partilerin kurulacak olmasıyla açığa çıkan hizip savaşları, seçmenlerin yeni partiler ve muhalefet etrafında toplanmasıyla halledilebilecek bir dağınıklığı değil, gittikçe yekpare hale gelen iktidar bloğunun ayıklama işlemi olarak da yorumlanabilir.
Elbette hizip savaşlarını dışarıdan izlemek çok zor, ancak bu zorluk, AKP içi çıkar çatışmalarının siyasal alana etkisini fark etmeyi engellemiyor. AKP içinde yaşanan hizip savaşları, Pelikan tartışmaları, siyasetin yargı dağıtması ve ekonomik kriz bileşkesinden çıkan sonuca bakarak iktidara talip olmanın kolaycılığı ile siyasal alanı yeniden restore etmek iradesi arasında fark var.
Bugün için AKP’den kopan yeni partilerin iktidar bloğuna vereceği zarar üzerinden hesap yapmanın içerdiği iyimserlik makul olmakla birlikte, bu iyimserlik iktidar yapısının dayandığı türden sağcılığı yeniden üreten motivasyonlara katkı sağlamakta ve tersinden de olsa, iktidar bloğunun siyaset tekniğinin işe yaramasını kolaylaştırmaktadır. Bu nedenle yeni partilerin yaratacağı yeni kırılmaların maliyetinin ne olacağını sadece seçim oranları üzerinden değil, Türkiye’deki siyasal alanın gelişimi açısından da hesaplamak gerekir. Bunun bir süreç olduğu, henüz oyun sahasının kurulmadığı, seçmenlerin malumat sahibi olmadığı ve iktidar bloğunun hücuma geçmediği gibi gerekçeler ifade edilse de Türkiye’deki siyasal alanın yeniden sağın içerisinde düzenlenecek olmasının makul bir tereddütle karşılanması gerekir.
Fetullahçılar ile AKP arasındaki sancılı kopuşun neden olduğu sorunlar halen ortadayken, sağ cuntanın darbe girişiminin hemen ertesinde rejim değişmiş ve büyük gerilemeler yaşanmışken, bütün toplumsal ve siyasal gruplar bu gelişmelerden doğrudan ve dolaylı olarak etkilemişken kısa vadede Türkiye’nin demokrasiye geri döneceğini söylemek zor. Bu nedenle Türkiye’deki demokratların işinin kolay olduğu söylenemez. Ancak demokratların kurulacak yeni sağ partiler üzerinden siyasal alan üzerine hesap yapmaktan daha iyisini yapmak zorunda olduklarını ve bunu yapmadıkları takdirde tek adamcılığın devam edeceğini ve yeni tek adamların seçim yoluyla iktidara gelmelerini engellemenin zor olduğunu hatırlatmak gerek.