AKP’nin ve Reis’inin miadı doldu sanırım. Haziran’da İstanbul Belediye Başkanı seçimi bunun ilânı oldu. Ama dediğim süreç Gezi Direnişi ile başlamıştı.
Bunları söylemekle AKP iktidarının bugünden yarına sıfırı tüketip sahneden çekileceğini söylemiyorum. “Miadı dolmak” başka, sahneden çekilmek başka. Cumhuriyet tarihinde iktidar konumunu en uzun işgal etmiş parti Halk Partisi’dir: 1923-1950, 27 yıl. Ama Atatürk’ün 1938’de ölmesiyle Halk Partisi’nin “miadının dolduğu”nu düşünüyorum. Bunda, Dünya Savaşı’nın önemli rolü var. Savaşa girmemeyi başarmasına rağmen, Türkiye, bu dönemde herhangi bir başarıya imza atmadı. CHP, savaştan sonra da yorgunluğunu atamadı (Şevket Süreyya 1946-50 arasının meskenetini iyi anlatır). Yani “miadını doldurmuş” olarak neredeyse on yıl daha iktidarda kaldı. Ama girdiği ilk “dürüst” seçimi de kaybetti.
AKP’nin de iktidarı kolay kolay bırakmayacağı belli. Büyük oy kaybına uğrayacağını tahmin ediyorum ama bu, bırakmama mücadelesini destekleyen ciddi bir tabanı olmayacağı demek değil.
Şimdi düşündüğüm, bunun nasıl bir mücadele olacağı değil. Şu noktadan bakarak isabetli bir tahmin yapılabileceği kanısında da değilim. Her şey mümkün ama istenilir olmayabilir. Böyle bir mücadelenin “politik” olaylarından çok, AKP iktidarının sona ermesini izleyecek dönemin “toplumsal-ideolojik” gelişmeleri üstüne kafa yoruyorum. Bunun bir “restorasyon” olarak anlaşılmaması ve bir “restorasyon” olmaması gerektiğini düşünüyorum. Öte yandan, bugün AKP ve Erdoğan hegemonyasına muhalif –bir kısmı oldukça şiddetle muhalif– ve sayıca azımsanmayacak bir kesimin gelecek özleminin bir “restorasyon” çerçevesini aşmadığını da görebiliyorum.
“Bu bir restorasyon olmamalıdır” diyorum, çünkü Türkiye AKP iktidarından önce de demokratik değildi. AKP’nin Reis’i Tayyip Erdoğan’ın “devlet yönetimi” üzerine fikriyatının bundan beşbeter çıkmış olması, önceki dönemin siyaset felsefesini demokratikleştirmez. AKP’nin kurduğu bu iktidar dönemini sona erdirirken, Türkiye, iki kutbu da deneyimlemiş ve ikisinden de ağzının payını almış olarak, “bize uyar, uymaz” tartışmalarını geride bırakmış olarak, demokrasinin uluslararası tanımının gerektirdiği reformları yapmalıdır.
Bütün tuhaflıklarına rağmen, 15 Temmuz, bu dediklerimin bir kısmı için geçerli bir örnek olabilir. “Bir darbe girişimi var” dendiğinde, örneğin TRT’de o bildiri okunduğunda, muhalifler arasında sevinen ve umutlananlar olmadı mı? Kendi gözümle (gecenin o saatinde) kimseyi görmedim ama böyle çok kişi olduğundan hiç şüphem yok. Darbe başarılı olsa sokaklara uğrayıp kutlayacakların bir hayli kalabalık olduğundan da şüphem yok.
“Başarılı olsa”... Ne olacaktı? 28 Mayıs 1960’a dönmekten öte ne olacaktı? Darbeler tarihinin belki en “anlı şanlı” övgüsü ve haklı gösterilmesi, meşrulaştırılması yaşanacaktı. “Kahraman ordu” edebiyatı dirilecekti v.b., v.b.
Yargılamalar, “ceza”landırmalar, bu toplumda insanları birtakım “intikam öbekleri” halinde ayrıştıracak bütün o bildik baskı kurumlarına hiç girmeyeyim. Ama herhalde Türkiye’nin demokrasiye doğru yol alacağı “dere yatağı” bu değildir.
Bunların bir kısmının zaten bir süreden beri geçerliliklerini kaybettiklerini sanıyorum. Bütün açmazlarıyla AKP iktidarı da önceki rejimin bazı arkaik kurum ve prosedürlerini sona erdirmekte etkili oldu. Bunları diriltmeye çalışmak ancak zaman kaybettirir.
Yalnız birtakım kurum ve prosedürlerin “restorasyon”u değil, belirli konularda iktidarla muhalefetin enikonu paylaştığı bazı tutum ve fikirler de Türkiye’nin bundan böyle demokratik bir gelişme göstermesini engelleyecek özellikler taşıyor. Bunlar, genellikle, milliyetçi ideolojinin ürettiği sonuçlar.
Örneğin bir Avrupa ülkesi ya da bir AB kurumu Türkiye’nin bir davranışını demokrasiye ya da uluslararası hukukun ilkelerine uymadığı için eleştiriyor. CHP’nin buna tepki göstererek iktidarın yanında yer aldığını görüyoruz. Muhalefet de bu “biz ve onlar” sorunsalının dışına çıkmakta zorlanıyor. Bu tür “millî” reflekslerin en önemlisi ve en sakıncalısı Kürt sorunu karşısında ortaya çıkıyor. Şimdiki iktidarın yarattığı gestapo atmosferinden elbette çıkmak gerekiyor ve muhalefet iktidara geldiğinde bunu yapacaktır; ama, başka ne yapacaktır? Bu da “restorasyon” çerçevesinde bir sorun. Burada da, geçmişte olanlarla akrabalığı olmayan politikalar oluşturmak ve uluslararası demokratik yapıyı daha fazla gecikmeksizin kurmak gerekiyor.
Ancak en önemli (ve gerçekten çok zor) olanı önümüzdeki dönemde Tayyip Erdoğan’ın ayırmak için elinden geleni yaptığı bu toplumu tek bir topluma dönüştürme cehdi olacaktır. Bu da bir “restorasyon” değil, çünkü bugünün Türkiye toplumu Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasından geriye kalan bir şey; imparatorluklarda dinî, etnik v.b. cemaatler ayrı yaşar; birbirleriyle dövüşmemeleri yeterlidir. Osmanlı düzeni de, çeşitli iskân teknikleri ve yarattığı genel havayla bunu yaratmayı başarmıştı. Ama bu genellikle, kırsal bölgelerde “Birbirimizin düğünlerine giderdik”, kentlerde ise “Paskalya’da boyalı yumurta verirlerdi”nin pek ötesine geçmemişti. İmparatorluğun son, cumhuriyetinse ilk yılları da cemaatleri birbirine yaklaştırma ve birbirinden haberdar kılma düzeyinde çok daha ileri adımlar atmadı – “daha geri” adımlar atıldığını söyleyebiliriz.
Onun için bu “yeni” bir iş. Daha önce yapılmamış bir iş. Bu kullandığım sıfatlar, “yeni” ya da “yapılmamış”, bir güçlük anlatıyor. Ama “yeni” olanın kendine özgü bir heyecanı ve bir çekiciliği de var.
Bir de tersini düşünmek gerek. Bu yapılmazsa ne olacağını... Doğrusu, çok mutluluk veren bir düşünce değil.