Cumhuriyet tarihi boyunca, daha doğrusu çok-partili rejime geçtiğimizden beri, halktan oy alabilmek için Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerine ihanet edildiğini ileri sürenler oldu. Bu önermeyi “manifesto”larının başına koyarak “darbe” yapanları da gördük. Bu durum kendi başına bir “anomali” idi. Demek ki, “Cumhuriyet’in kuruluş ilkeleri” ile bağışık olmayan kesimler var toplumda ve bunlar bir siyasi partiye iktidar kazandıracak kadar da kalabalık! Böyle bir toplumda ciddi sorunlar olmalı.
Nitekim var. “Batılılaşma” kararının verilmesini Lale Devri’nden başlatırsak, üç yüz yıl olmuş. Dile kolay. Ve bunun tartışması, hatta “kavgası”, aynı şiddetle devam ediyor. Şu anda AKP iktidarının icraatının büyük kısmında bu ideolojik yapılanmanın etkilerini görüyoruz. Ancak, bir önemli farklılığa işaret etmek gerekiyor: önceki konjonktürlerde değindiğim siyaset adamları oy uğruna “taviz verdikleri” için suçlanıyordu. Menderes “Siz isterseniz Hilafet’i dahi geri getirirsiniz” derken, bu örneği çok gerçekdışı, çok aykırı olarak seçiyordu. “Bunu bile yapabilirsiniz!” Oysa şimdiki iktidar “taviz vermiyor”, doğru bildiğini yapıyor. Yapılması gerekir diye düşündüklerini yapıyor.“Kültürel hegemonya yaratamadık” içerikli konuşmalar bu hedefi işaret ediyor. “Yollarımızı ayırdık. Artık sizden bir şey sormayacağız” söylemi de aynı. Onun için, ülke tarihinin oldukça özel bir aşamasındayız; buna “kültür savaşı” gibi adlar takılması o kadar da yersiz değil.
İktidarın nasıl bir kültür getirmeye çalıştığını görüyoruz. Bu toplumun en az yarısının böyle bir “kültürü” benimsemeyeceği meydanda. Ama ben, bu kavganın çıkışının bir “restorasyon”la mümkün olmadığını da görüyor ve bir süredir tekrar ediyorum.
Kültürü belki daha çok “sanat” gibi alanlarda arayıp bulmaya alışkınız ama kültürün etikle çok sıkı bir ilişkisi var. “Ahlak” anlamında kullanmıyorum bu kavramı: “ahlak”, göreneklerle belirlenmiş bir yapıdır. Böyle belirlenmiş olmasının getirdiği sınırlamaları sorgulamaz, bu sınırların ötesine geçme çabasına girmez. “Etik” ise her zaman bunları yapar, değişen koşullarda ve bunların zihinlere yansımalarında neyin “ahlaken doğru” olduğunu araştırır. Yani “ahlak”a yol gösterir. Şüphesiz toplumda varolan herkesin bir Spinoza olmasını bekleyemeyiz. Ama her toplumun kendi Spinoza’ları olmalı ve günlük hayat davranışlarında onların düşüncelerinin payı bulunmalıdır.
Sorun bir “restorasyon” değil, derken, Cumhuriyet tarihinde bunun gerçekleşmediğini söylemek istiyorum. Çok kabaca ve kestirmeden giderek formülleyecek olursak Cumhuriyet halkın “ahlak”ında belirleyici rol oynayan İslam dinini ve onun etiğini etkili olmaktan bir ölçüde çıkardı ve yerine “milliyetçi etik” koymaya çalıştı. Oysa böyle bir “etik” yok. Bir mutlak “değer” olarak milleti ve milliyetçiliği benimsemişseniz, buradan “evrensel” bir anlayışa geçemezsiniz. Zaman zaman tartışılan, “Sorun devlet, millet v.b. ise geri kalan teferruattır” tarzı bir sloganı aşamazsınız.
Benim önereceğim “etik”, “hümanist” bir etiktir. “Hümanizm”i ben analitik bir kavram olarak benimsemem, “insan özü” gibi soyutlamalara dayanan yaklaşımlara yakınlık duymam. Ama “etik” dediğimizde, “soyut” değil somut insana saygı değerler dökümünün başına gelir oturur. Yalnız “saygı” değil, “sevgi” de bunun içinde olmalıdır. Bunun insan hayatında her an somut anlamda işleyen bir şey olduğunu elbette düşünmüyorum. Trump’a saygı, Hitler’e sevgi duymanın iyi bir şey olmadığını biliyorum. Ama ortada “insan” diye bir kategori var. Saygı ve sevgi ona. İnsanlığa karşı cinayet işleyenler de sonuçta toplumun ürünleri. Yani herkesin olduğu şeyden herkesin bir biçimde sorumluluğu var. Onun için, Himmler’den nefret ederim ama Himmler’i idam etmem. Hess’in 1945’te idam edilmeyip de yakınlarda eceliyle ölmesi dünyada kimseye zarar vermedi.
“İdam” sözüne gelmek bu yazıda dokunmak istediğim konulara yaklaştırıyor beni. “Kültürel hegemonya” kurmak amacıyla “kültürel savaş” başlatan Tayyip Erdoğan nasıl bir kültürel yapı istediğini yeterince net bir şekilde ortaya koydu. Her durumda şiddet kullanımını “çözüm” olarak gördüğünü yeterince gözlemledik. Kendi safında olmayan herkese karşı ne kadar haşin ve dışlayıcı olabileceğini gördük. Bununla birlikte kendi söylediklerinden —koşullar değişince— ne kadar kolay vazgeçebildiğine de pek çok sefer tanık olduk. Öte yandan (Kabataş olayı veya camide içilen içki gibi) doğru çıkmayan hikayelere nasıl sıkı sıkı sarıldığına da tanık olduk.
Bütün bu olgular arasında “idam” konusu özellikle önemli. Ve anlamlı. “Hümanist” dediğim ahlakın birinci maddesi insanların başka insanları öldürmesini (her koşul altında) durdurmasıdır. Dünyada “cellatlık” diye bir eylem ve bir “meslek” olması insanlığa hakaret!
Tayyip Erdoğan’ın bir başka davranışını bu “kültürel hegemonya” bağlamında düşünmeden edemiyorum. Bu Müslümanlar’ın Amerika’yı keşfetmiş olmaları ve Küba’daki cami hikayesi.
Gerçek gerçeklikle değil, olmasını istediğiniz hayali gerçeklik üzerine bir “kültür” oturtamazsınız.
“Restorasyon” değil, yani Amerika’yı keşfeden Müslümanlar’a karşı Mezopotamya medeniyetini kuran Türkler değil. Gerçekliğe saygı duyan ve gerçekliği araştırma özgürlüğüne sahip bir ülkenin düşünceleri ne kadar farklı olursa olsun birbirlerinin öyle düşünme hakkına saygılı insanlarıyla insancıl bir kültür oluşturulabilir.