Communitas
Aksu Bora

Küçük Kadınlar’da hiç unutmadığım bir sahne vardır; evin yakınlarında, ağaçların altında otururlar birlikte, her biri bir şeyle meşguldür, Amy resim yapar, Beth işleme… Laurie onlara kitap okur. Altlarında battaniyeler, tepelerinde güneş. Tam bir mutluluk sahnesidir. Eksiksiz. Bu sahnenin neden zihnime kazındığını sonraları çok düşündüm, neden o kadar önemli göründüğünü. Bazen, bazı rüyalar da öyledir ya, sebebini bilmezsiniz ama önemli olduğunu bilirsiniz.

Geçen gün, şöyle bir habere rastladım: “Bin işlemeci, ölmüş bir kadının yarım kalan yorganını bitirmeye gönüllü oldu.” (BBC Haber)

99 yaşındayken ölen Rita Smith’in Chicago’daki evi satılığa çıkartılmış, Shannon Downey de evi görmeye gitmiş. Bir de ne görsün, odalardan birinde yüzlerce kumaş parçası ve duvarda asılı bir yorgan projesi var! Yıllarca okul hemşiresi olarak çalışan Rita’nın en sevdiği şey, böyle yıllarca süren cinsten büyük işler yapmakmış. Ölmeden önce, bir yorgan tasarlamış; her bir eyaletin işlemelerle gösterildiği kocaman bir Amerika Birleşik Devletleri haritası. Sadece iki parçanın işlemesi tamamlanmış, Rita ölünce yorgan kalmış. Shannon anlaşılan ipişlerine meraklı bir kadınmış ama yorgan yapmıyormuş. Oturmuş başka meraklılara ulaşmak için bir mesaj yazmış, durumu anlatmış. Amerika ve Kanada’dan binin üzerinde yorgan ve işleme yapan kadından yanıt gelmiş. Parçalar dağıtılmış, işlenmiş olarak geri dönmüş. Chicago’dan otuz yorgancı parçaları birleştirip yorganlamayı üstlenmiş, yerel bir yorgan stüdyosu yerini vermiş, parçaların birleştirilmesi tamamlanmak üzereymiş. Diyor ki, bittiğinde yorgan müzesine bağışlayacağız ki insanlar bu muhteşem işbirliğine tanık olsunlar.

Birbirlerini tanımayan bin kişinin, tanımadıkları, ölmüş bir kadının yarım kalmış işini bitirmek üzere örgütlenmesi ile Küçük Kadınlar’daki sahne, benim kalbimde aynı yere düştü. Bu yerin adına antropolog Edith Turner, Communitas diyor. “Communitas, insanın hemcinsleriyle ortak bir deneyimi paylaşmasındaki zevktir”. Bir de şu: “Communitas comes easily when the hands are working”. Eller işlerken communitas daha kolay gelir. (Edith Turner, Communitas/ The Anthropology of Collective Joy. 2012, Palgrave/macmillan)

Communitas’ı topluluk olarak çeviriyorlar, o zaman isim olmalı. Ama Turner’ın aktardığı bu söze bakılırsa (sözün sahibi, Kuzey kutbuna yakın bir köydeki örgü çemberinden Kara Skora diye bir kadınmış), sadece isim değil, fiil de. Gelip gidebilen bir şey. Hissedilen, varlığı bilinen ama ancak hikâyeler aracılığıyla anlatılabilen. Gerçi hikâyelerle başı o kadar hoş olmayan bir felsefeci, Roberto Esposito da Communitas diye bir kitap yazdı ve epey soyut ama fena olmayan bir tanım yaptı: “Topluluk, her özneyi önceleyip kat eden, onların kendileriyle özdeşleşmelerine engel olan ve onları indirgenemez bir başkalığa açan şeydir.” (Onur Kartal’ın çevirisi. Biyopolitika isimli derlemenin ikinci cildindeki yazısından; Nota Bene Yayınları, s. 201. Kitabın tamamını yine Onur Kartal çevirisi ile okuyabilirsiniz: Communitas/Topluluğun Kökeni ve Kaderi, İletişim Yayınları, 2018)

Ben yine de, Edith Turner’ın anlattığı rüzgar duası hikâyesini tercih ederim- kendi deneyimimi hatırlamamı, anlamamı ve başka deneyimlere bağlamamı kolaylaştırıyor. Alaska’nın kuzeyindeki bir balıkçı köyünde, uzun ve yağmursuz bir mevsimde, balıkların kıyıya yaklaşmasını kolaylaştıracak bir rüzgar için bütün köy halkının toplanıp rüzgar duasına çıktıklarını anlatıyor bu hikâye. Kadınların, erkeklerin, çocukların, köpeklerin, rahibin, şamanın… Bir topluluk eylemi olarak communitas’ı. Birlikte şarkı söylemelerini. Şarkının bir yerinde, kaptan Clem’in Edith’in kulağına eğilip balinaların şarkıyı duyduklarını anlatmasını. Çünkü balinaların havayı ve rüzgarı kontrol edebildiklerini. Yani aslında onların da communitas’a dahil olduklarını.

Edith Turner sadece hikâyeler anlatmıyor tabii, bunları anlamlandırıyor, kavramsallaştırıyor da. Mesela, Durkheim’ın topluluk fikri ile communitas’ın birbirine karıştırılmasından ne kadar endişe duyduğunu söylüyor. Onun “yapı” fikrinin kendi anladığı anlamdaki communitas’a ne kadar uzak olduğunu. Totemin “yapılandırdığı” bir insan topluluğundan değil, bir an belirip sonra kaybolan bir dünyada birarada olma halinden bahsediyor o. Balinaları ve köpekleri ve sandalları da içeren ortaklıktan. Ayakkabıcı ile fırıncının işlevlerinin tamamlayıcı olduğu “organizma”dan değil de yaptıkları şeyi yaptıkları sürece devam eden birliktelik duygusundan.

Topluluk duygusu, insanın kendisinden büyük bir şeyin parçası olduğunu tecrübe etmeye olan ihtiyacı, endişe vericidir; aklımıza berbat şeyleri getirir, haklı olarak: Hitler’e selam duran meydanlar dolusu Alman’dan tutun IŞID’e katılmaya can atan Batılı gençlere kadar. O kadar değil tabii, sonuçta Türkiye’de yaşıyoruz, linç cennetinde. 

Bir yandan da, Rita’nın yorganını bitiren bin kadını harekete geçiren şey de bu değil miydi? Yıllar boyu birbirine hiç benzemeyen bir grup kadının Amargi’yi çıkartması böyle bir şey değil miydi? “Amargi benim bir şeyim. Neyim bilmiyorum ama bir şeyim olduğunu iyice biliyorum” diyen kadın, tam da öyle bir ortaklığa işaret etmiyor mu? İsim değil, fiil; ne’lik değil, ilişki. Benim bir şeyim. 

Durduran ve etiketleyen isim değil, harekete geçiren ve açan fiil. Sıkı sıkı savunulan konumlar değil, ilişki içinde değişen yerler. Dans gibi. Beni kim olduğumla tanımlayan değil, birlikte yaptığımız şeyle dahil eden ortaklık. Yaptıkça. 

Öz-ne. Neyse ne, zaten öz, o ne’likte kaldıkça çürüyüp büzüşmüyor mu, ufunetlenip ölmüyor mu? Kendimden ibaret olmamam, başkasıyla hareket edebilme yeteneğim sayesinde mümkün değil mi? Şu “hemcinsler” meselesini bu sebeple biraz daha kurcalamaya değmez mi? Aynı isim altında toplanabildiklerim değil de birlikte hareket edebildiklerim, birlikte şarkı söyleyebildiklerim (tabii şarkımı duyan balina!), o eksiksizlik hissini birlikte tecrübe edebildiklerim… Ki gerçek haz, bu tamlık hissiyle ilgili değil midir?

Emma Goldman “dans edemeyeceksem, bu benim devrimim değildir” dediğinde, kast ettiği buydu belki de.