Kaybedilen
Tanıl Bora

Mehtap Ceyran’ın yeni (ikinci) romanı Bekleyişin Şarkısı’nda (Everest, 2019), kaçırılıp götürülen ve “bir daha kendisinden haber alınamayan”lardan söz edilirken, “kaybedilen” deniyor hep. “Kayıp” değil, “kaybedilen”… Öznesiz, meçhul bir kaybolmak değil bu zira. O kaybı gerçekleştiren bir fiil var. O kaybın faili var.

Kaybedilenler, bulunamıyor olmanın kayıplığı ile, yitmiş gitmiş, yok olmuş olmanın kayıplığı arasındaki karanlık ve uğursuz eşikteler. Romanın kahramanları, orada bekliyor, o eşikte yaşıyorlar. “Dönerse eve rahatça girsin diye” aralık bırakılan kapıların ardında, “aralık kalmış kapıların boşluğuna yerleşmiş hayatlar”da… Kaybedilen evlatlarının, yakınlarının “kayboluşunun içine çekilmekten öteye götürmeyen bir çaresizlik”le, hep “yokluğa bakarak”…  

Bekleyişin Şarkısı, -romanda adı verilmeyen- Diyarbakır’ın yaşanmaz kılınmış, “olağanlığı” kaybedilmiş gündelik hayatı içinde, o eşiğinde söylenen bir ağıt: kaybedilenlerini arayan, bekleyen, düşünen insanların… beka davası, diyelim. 

***

Cumartesi anneleri/insanları, biliyorsunuz, 1995 Mayıs’ından beri bu memlekette kaybedilenlerin divanını kuruyorlar. Geçen cumartesi günü, 764. defaydı.

***

Yine biliyorsunuz, Cumartesi anneleri, Arjantin’deki Plaza del Mayo yani Mayıs Meydanı anneleriyle aynı ailedendir. Mayıs Meydanı anneleri: Arjantin’de korkunç cunta rejimi geçmişle hesaplaşmanın, -yapılabildiği kadarıyla-, kahramanları.

Mayıs Meydanı anneleri, kaybetme zulmünde kıyasa gelmez bir başka kahrın da takipçisi olmuşlardı. Çalınan bebekler. Öldürülerek kaybedilen muhalif kadınların yeni doğmuş bebekleri. Anne babasıyla birlikte anne babaya dair bilgisi, hatırası kaybedilen; kendileriyse, çocuk sahibi olamayan ‘muteber’ ailelere verilen bebekler. Arjantin’de faşist cunta döneminde, 1976-1983 arasında anne babası katledilen yaklaşık beş yüz bebeğin, bu şekilde çalındığı biliniyor.

***

İşte, Elsa Osorio’nun Uluslararası Af Örgütü’nün kuruluşunun 40. yıldönümü vesilesiyle ilk kez verilen edebiyat ödülünü kazanan romanı Benim Adım Luz,[2]  bu emsalsiz kötülük etrafında dönüyor.

İnsanın kalbini ağrıtan şüpheler… Annenin sinir anlarında sarf ettiği, çocuğun “öz” olmadığını hissettiren ağır sözler üzerine... “Genetiğinin” bozuk olduğuna, probleminin “ırsî” olduğuna dair lâf çakmalar üzerine… “Yoksa ben evlatlık mıyım?” şüphesi.

Gözlemlerin, sezgilerin, paranoid kaygıların ötesinde, bu korkunçluğun toplumda alenen bilinir, medyada konuşulur hale gelmesiyle iyice büyüyen şüpheler…

Yıllarca baba bildiği adamın, kendi gerçek ebeveynini öldürmüş olabileceğine dair şüphelere varasıya...[3]

Ceyran’ın Bekleyişin Şarkısı’nda da, abisinin katiline evlatlık verildiği anlaşılan biri var.

***

İster istemez bir yerlerden sızan sırlar… Sırları sindiremeyenlerin, sırların utancından sıyrılamayanların ikilemi... Öğrenecek olanların ruhunu zelzeleye vermemek için saklı mı tutmalı sırrı, yoksa hakikatin şifasına güvenip fâş mı etmeli?

Sırlara ortak olurken “ödleklik,” dahası “işbirlikçilik” utancına gömülenler. Korkunç kötülük bilinir, konuşulur hale geldikçe, utancı öğrenenler.

Herkesi ziftine bulayan bir melânet…

***

Resmî ebeveyninin sahici anne babası olmadığından henüz kuşkulanmasa da, rejim işbirlikçisi veya bizzat faşist tutumlarından hoşlanmamaya başlayan gençlerin, onlardan utandığı hatta tiksindiği merhale… Hele bu tiksinti, -romanda canhıraş anlatıldığı gibi-, ergenlik buhranları ve muhafazakâr ebeveynin gündelik kısıtlama çabalarıyla birleşince… Kimin çocuğu veya torunu olduğunu gizlemeye çalışmaları, öğrenen arkadaşlarının onlardan tiksinmesi… Ama sonra utançlarına ve ‘onların yanında değil bizim yanımızda’ olmalarına duyulan saygıyla sahiplenilmeleri, dertlerine yoldaş olunması… İtirafın özgürleştiriciliği. “Seni affediyorum, seni seviyorum” armağanı.

***

Sonra, anne baba bildiklerinin aslında gerçek -kaybedilmiş- anne babasından kendisini çalmış, en azından bu hırsızlık ‘malına’ konmuş olanlar olduğunu öğrenince… Kasırga gibi bir öfke… 

Ama bazen, bir yandan da, yıllarca bir ünsiyet geliştirmiş olduğu ‘o insanlarla’ hâlâ soluk alıp veren “tuhaf sevgiler”… Hatta, engin bir gönül cömertliğiyle, onun için de üzülmek…

Sonra, kendi çocuğu olunca, onu gönül rahatlığıyla hemşirelere bile bırakamamak… Kaybedilenin çocuğu olmanın bedene işlediği korku…

***

“Kim olduğunu bulma serüveni”nde, kaybedilmiş hikâyesini ararken… “gözü dönmüş şekilde” çırpınarak “ailesini geri isteyen çocuklar”dan da kuşkulanılması bazen; ‘(resmî) ailesinden utandığı için mi sorguluyor, bunun için mi kendine kaybedilenlerden anne baba arıyor?’ kuşkusunun belirmesi... 

Evveliyatı araştırılan bir çocuğun, tahmin edildiği gibi gerçekten kaybedilen muhaliflerden ‘çalınmış’ bir çocuk olduğunun anlaşılması… fakat onun kendi torunu olduğunu zanneden, öyle uman büyükanneden değil de başka birinin soyundan geldiğinin ortaya çıkması – boğazda bir düğümlenme.

***

Bu araştırmalar esnasında hep, “o vahşi zamanların korkusu”nun enseden çekilmeyen ürpertisi…

Tekrarlayalım, burada büyük kahraman, Mayıs Meydanı Anneleridir. “Mayıs Meydanı Büyükanneleri” diye geçiyor romanda – sonra, tek bir kelimeyle, “Büyükanneler”… “Buldukları her çocuğu öz çocuğuymuş gibi sahiplenen büyükanneler…”

***

“Polisiye roman uygarlığın yüzüne bir lunapark aynası tutar. Aynadan uygarlığa bakan, kendi canavarlaşmış halinin karikatürüdür,”[4] diyor ya Kracauer. Benim Adım Luz, duvarlarında lunapark aynaları asılı bir korku tüneli… sonu felâha değil belki, ama bir insanlık kahramanlığına çıkıyor.



[1] Tırnak içindekiler, romandan.

[2] Romanın orijinali 1998’te çıkmış. Türkçesi: Dipnot Yayınları’nın mükemmel polisiye dizisinden, Ankara 2019. Çeviren Cansu Akkoyun. Aşağıda çift tırnak içindeki ifadeler, bu romandandır.

[3] https://www.theguardian.com/world/2016/jul/22/argentinian-stolen-baby-guillermo-perez-roisinblit Bu havadis için Necdet Dümelli’ye teşekkür.

[4] Siegfried Kracauer: Polisiye Roman. Metis Yayınları, İstanbul 2019. Çev. Dilman Muradoğlu. s. 10.