Şu şatafat meselesini biraz daha kurcalamaya değmez mi?
Biliyorsunuz, birtakım kadınlar, sosyal medyada (aslında esas olarak instagramda) bir takım gösteriler yaptılar, düğünmüş, baby shower/mevlidmiş, kınaymış; bir tür Game of Thrones havası. Polat Alpman geçen hafta yazdı bununla ilgili (Polat Alpman-Şatafat). Onun hatırlatmak istediği, AKP’nin İslamcılığındaki dönüşüm ve bu dönüşümün sınıfsal veçhesiydi. Bana bunun kadar önemli görünen şey, dönüşümün cinsiyeti.
Büşra Çalar’ın sembolü haline geldiği bu “aşırılık”ın ilk örneklerini, 2014 yerel seçimlerinde adayların acayip kostümlerinde görmüştük, hatırlıyor musunuz bilmem. Deriden savaşçı kılıkları, tüylü başlıklar, togamsı pelerinler… O zaman siyasal iletişimciler bu kostümler üzerine konuşmadılardı pek. Sanki milletin fantezi dünyası ortalığa saçılmış gibiydi. Sadece kadınlar değil, aslında onlardan daha fazla, erkek adaylar sahnedeydiler. Seçimden sonra, kostümlü adayların kaçı kazandı bilmiyorum ama birden ortadan kayboldular. Kazandılarsa bile janjanlı takım elbiseye dönmüş olmalılar. Kaybolmak için daha uygun bir kostüm. Nerelere kaybolduklarını Çiğdem Toker gibi gazetecilerin yazdıklarından takip edebiliriz.
Geriye kadınlar kaldı işte.
Polat Alpman diyor ki, Danla’ya helal olan Büşra’ya neden olmasın? Doğru. Ama eksik. Ahlakı politikanın yerine geçirmek, kadın düşmanlığı, dar görüşlülük… bunlar hep var, olmaz mı. Yine de, bence mesele Danla/Büşra meselesi değil. Konumuz başörtülü kadınların eğlenceye hakkı olup olmadığı da değil (bu arada, uzun zamandır başörtüsü demiyorlar onlar, şal diyorlar. Bu da ayrı bir yazı konusu olsun). Kadın düşmanlığı yapmadan da kadınların bu gösterideki yerleri üzerine konuşabiliriz. Konuşabilmeliyiz.
Böyle “aşırı”lıklar, israf, görgüsüzlük, süslümanlık türünden ahlaki terimlerle anlaşılmaz bence. Kadın, başörtüsünün üzerine Kate Middleton şapkası takmış yani, artık görgüsüzlükten değil de fanteziden söz etmek gerekir. Game of Thrones’la benzerliği de burada: tam olarak neresi, tarihin tam olarak hangi anı, bunlar tam olarak kim… emin olamıyorsun, biraz tanıdık biraz acayip. Osmanlı üstü Kings Landing, cahil bir kasaba politikacısının hayalindeki Selçukluyla yandaş müteahhitin ucuza kapattığı mermerlerin karışımı, Şule Yüksel Şenlervari bir temiz aile kızı imgesinin Binbir Gece Masalları zenginliğine gömülmesi…
Yeni Osmanlıcılık üzerine koca kitap yazdı Nagehan Tokdoğan, anlattı bu hikâyede ne kadar az Osmanlı, ne kadar çok Yeni var diye (Nagehan Tokdoğan-Yeni Osmanlıcılık). AKP’nin hikâyesi hep Osmanlıcılık değildi, bir noktada ona döndü, kendine göre bir “yerli ve milli” hikâyesi yazdı Osmanlıcılığı kullanarak. Biraz kostüm, biraz efsane, çokça uydurma, çokça aşağılık/büyüklenme kompleksi.
Büşra’nın sembolü haline geldiği kadınlar, bu hikâyenin, bu fantezinin aynası. Siyasal nutuklardan, Diyanet fetvalarından falan çok daha fazla, onlara bakarak görüyoruz neyin içinde yaşadıklarını, neyin içinde yaşadıklarını hayal ettiklerini. Biliyorsunuz, egemen ideoloji sadece aşağıdakileri manipüle etmek için kullanılan bir araç değildir; egemenler bu ideolojiye inanırlar da. Dünyanın kendi anlattıkları gibi olduğuna. Bütün ideolojiler, mitlerden beslenirler, onlara tutunurlar, yapışırlar. Kadınların yarattıkları bu fantezi dünyası da öyle; baktığımızda neoliberalizmi tanıyoruz orada, İslamcılığı da. Ama bunların (kendileri için de) inandırıcı olması için, tanıdık mitlerle (ve nesnelerle, jestlerle…) örülmesi gerek. Kendini gerçekleştirmek olsun, yüzüstü sürünmeyip ayağa kalkmak olsun, ecdadın muktedirliği olsun, pembe incili kaftandı, kadını alnından öpmekti, kehribar yüzüktü. Kadınlar bu fantezi dünyasının inşasına aktif olarak katılmasalar, iktidar sahibi erkekler dünyanın kendi anlattıkları gibi olduğuna ne kendileri inanabilirler ne de başkalarını inandırabilirler. Aynalara ihtiyaçları var. Ona bakıp kendi başarılarını, zenginliklerini, güçlerini görmeliler.
Erkek fantezisi, “Şam’daki Emevi Camii'nde öğle namazı” der ancak. Sonuçları korkunç bir fantezi tabii ama zayıf. Onun içinde yaşanamaz. Ne mitleri taşıyabilir ne jestleri, nesneleri. Öğle namazını kılamazsın, ondan sonra çevir dur hikâyeyi. Büşra’nınki ise pek kırılgan, pek eften püften görünür ama bir dünya yaratır. Emevi Camiinde namazı da taşır, dünyaya meydan okumayı da, eşitsizliğin adalet anlamına geldiği yalanını da… Taşır yani. Yanlışlanamaz, içine dalanı gerçekleri göstererek uyandıramazsın. Bebeğin parmağındaki tektaşa fazla takılmamak lazım, basit bir görgüsüzlükten bahsetmiyoruz, çok daha fazlası var burada. Büşra’nın kendisi için bir hikâye, sandalyelere tüneyip mevlit okuyanlar için başka bir hikâye, izleyip öfkelenenler için, izleyip büyülenenler için…
“Kadınların güçlenmesi”, zamanımızın önemli ve güçlü mitlerinden biri. Erkeklerin kurbanları olmaktan çıkıp hayatlarının iplerini ellerine almalarıyla ilgili gayet feminizan bir çağrışımı var kadın güçlenmesinin. Feminizmin başarılarından biri, feminizmle uzaktan yakından ilişkisi olmayan pek çok kadına dokunabilmesi. Buna hiç şüphem yok. Ama “güçlenme” söyleminin özgürleşmeyi içermeyebileceği az söylenmedi, boşuna yapılmadı bütün o “güçlenme mi özgürleşme mi” tartışmaları.
Bu kadınlar da güçlü kadınlar. “Benimle kınaya hazırlanın” diye video çeken kadın da, Büşra da, Emine de. İktidardaki erkeklerin içine gömülebilecekleri fantezi dünyasını onlar inşa ediyor esas olarak. O esnada adamların başka işleri var zaten. Kadınların kendileri o dünyanın içine ne kadar gömülü, emin değilim ama oradan bir güç devşirdiklerinden kuşkum yok.
Güçlenme perspektifinin sınırları buralarda bir yerde. Bu kadınlar güçlüler ve kendilerine sorarsan özgürler de (Kadın düşmanlığını kışkırtmalarında herhalde bu gücün bir payı vardır). Ne de olsa özgürlük olsa olsa şahsi bir tercih imkânına indirgenmiş durumda, sadece Büşra için değil, Danla için de. O zaman Büşra’nın daha az özgür olduğunu kim söyleyebilir ki?
Şu mahut “kesişimsellik” kavramı, tam bu sınırları yoklarken işe yarayacak bir şey bana kalırsa. Daha önce yazmıştım (Aksu Bora-Kesişimsellik), kimliklerin kesişmesi anlamında değil ama farklı iktidar sistemlerinin kesişmesi anlamında kesişimsellik. Yapısal iktidar sistemiyle politik olanın, hegemonik olanla kişisel iktidar sisteminin. Yer değil, an. Kimliklerin kavşağından değil, bağlamların tarihselliğinden bahsediyoruz. Güçlenmenin böyle bir yerden anlaşılmasının son derece ufuk açıcı olabileceğine inanıyorum. Hangi iktidar sistemi içinde, hangisine karşı güçlendiğimizi anlamaya çalışmanın. Büşra’nın güçlenmesinin kadın cinayetleriyle, işsizlikle, yoksulluk intiharlarıyla kesiştiği yere bakmanın. Televizyona çıkıp “ben yavrumu kucaklama derdindeyim” diye ağlaştığında yaptığı şey neydi? Şıkır şıkır ışıklar altında, pırıl pırıl kıyafetler giyip kocasına göz süzerek elde ettiği ne türden bir güç? Onunla ne yapabilir? Ne yapamaz? Onun gösterisinin başka kadınların hayatlarıyla ilişkisi nedir? Sandalyeye tüneyip mevlit okuyan kadınınkiyle, seyredip küfredeninkiyle, seyredip kendi mazbut hayatına daha sıkı sarılanınkiyle…
Fantezileri hafife almamalı.