“Süreç,” muhtelif kronolojilerde, 16 Aralık 2012’de MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın İmralı’da Öcalan’la görüşmesiyle veya 3 Ocak 2013’te Demokratik Toplum Kongresi Başkanı Ahmet Türk ve BDP Batman Milletvekili Ayla Akat’ın Öcalan’ı ziyaretiyle başlatılıyor. Yani, şu içinde bulunduğumuz haftalar, yedinci yıldönümü. “Süreç”in bitişi ise, 2015 Mart’ından yaz sonuna uzanan bir vakte tarihleniyor. Çok değil, dört buçuk-beş yıl önce. Şimdiyse, resmî ve umumî hafızada, sanki Urartular kadar eski bir zamanmış gibi, derinlere gömülmüş durumda.
Oysa, ebed-müddet Kürt sorununun tarihinde, müstesna bir merhaleyi, müstesna bir tecrübeyi teşkil ettiği kesin, bu “Süreç”in. Bitişinin, bitirilişinin, bitirilirken olanların, başlı başına, bu ezel-ebed meselenin travmalarla dolu tarihinde ana başlıklardan birini teşkil ettiği de kesin. Belki de, tarihî bir dönüm noktası. Yani onu hafıza kuyusunda unutamayız.
“Süreç” deyince anlaşılıyor ama rivayeti muhtelifti. Olumlayanlar için “çözüm süreci” veya “barış süreci” idi. İktidarın temkinli dilinde, evvelinde ve âhirinde “milli birlik ve kardeşlik projesi” idi; ama 2013-2015 arasında onlar da “çözüm süreci” demekten geri durmadılar. Hasımlarının dilindeyse, “çözülme süreci” veya “ihanet süreci.” Yine de herkes “süreç” diye anmakta birleşiyordu. Kelimenin ‘teknik olarak’ bir sonuca doğru ilerlemeyi belirten sahih anlamından uzaklaşıp, her türlü olay ya da durumdan bahsederken başvurulan gevşemiş anlamına da yaklaşmıştı bu kullanım.[1] Belki, sündürülüp durmasına, sonuçsuzluğuna da uygun olarak…
Cuma Çiçek’in “Süreç” – Kürt Çatışması ve Çözüm Arayışları kitabı (İletişim, 2018), bu tecrübenin neden akamete uğradığını serinkanlılıkla sorgulayan bir çalışma olarak sürekli hatırlatılmayı hak ediyor. Hafıza Merkezi’nin devam etmekte olan “Zor Zamanlarda Barışı Savunmak” çalışması (https://hakikatadalethafiza.org/tag/baris-sureci/), “Süreç”in hafızadaki izlerini sürerek, onu gökten düşmüş bir elma veya bir tabii âfet gibi geçiştirmek yerine, her yanıyla üzerine düşünmeye teşvik eden, kıymetli bir çaba.
Neden bitti? Gezi’nin etkisi, “Başkan yaptırmayacağız”ın ve 7 Haziran’ın etkisi, Suriye “süreci”nin etkisi, “taraflar”ın gizli veya paralel gündemlerinin ve “çözüm”ü araçsallaştırmalarının etkisi, somut bir hedef ve gündemin muğlak olmasının etkisi, Türkiye’de siyasî analizi ikame eden “başka şeyler”in (“orada bilmediğiniz başka şeyler var”) etkisi, yine bir siyasî analiz ikamesi olarak “zaten”lerin (“zaten burada… bunlarla… mümkün değil”) etkisi… Bunlar önemlidir, tartışılmalı ve tartışılır. Burada sadece topluma bakan yanı üzerinde durayım istiyorum.
Kimileri, topluma fazla bakmama eğiliminde. Zira “süreç”in “siyasî irade” tarafından başladığını ve toplumun neticede o iradeye tabi olduğunu, onu uyduğunu ve uyacağını düşünüyorlar. “Süreç”in evvelinde ve âhirinde asla tasavvur edilemeyecek sözlerin edilip dil ısırtıcı adımların atılmasına rağmen üstte mavi göğün çökmemiş, altta yağız yerin delinmemiş olmasını da buna bağlıyorlar. Buradan, boz renkli bir iyimserlik de türeyebiliyor: yarın öbür gün, diye düşünülüyor, rical yine bir “çözüm” irade ederse, toplum kerhen bile olsa, ona da uyar. Kimilerinden kimileri, Türkiye toplumunun toplum olma vasfının çok aşınmış olduğuna dair yaygın tespit ve yakınmalarla da birleştiriyorlar bu telâkkiyi.
Öyle mi, o kadar mı? Siyasî irade ve iradeler kuşkusuz olmazsa olmaz ve birincil önemde; fakat “Süreç”in toplumsal cephesinin zayıf kalmış olmasını yine de dert etmek gerekmez mi? “Taraflar”ın, meselenin “yukarılarda” halledileceğine güvenerek, -iktidar cenahının çokça, ama diğer tarafın da biraz-, kendi dinleyenlerine “güzel olacak, bize güvenin” diye göz kırpmakla yetinmelerinde problem yok muydu? Sonra, restleşmeye ve jestleşmeye ayrılan enerjinin, “meseleyi,” tabii farklı bakış açılarından ama çözüm niyetiyle, enine boyuna konuşmaya sarf edilmemesinde problem yok muydu – ki bu, jestlerin de takatini artırmaz mıydı? Sadece anlatmayıp dinleyen, “akil adamlar”dan başka bir aracılık mekanizmasının kurulmamasında bir problem yok muydu? “Süreç”e yaygın, büyük, kitlesel tepkilerin olmamasını hayra yorarken, “başımızdakilerin bir bildiği vardır” tevekkülünün payı (az evvel üzerinde durduğum toplum-olamama meselesi) küçümsenmiş miydi? Böylelikle, barışın –tıpkı savaşın “çıkması” gibi- “çıkan, gelen” bir şey olmak yerine inşa edilmesinin, tam da toplum-olmayı sağlayan etkisi de ihmal edilmemiş miydi? Yine o sükûneti hayra yorarken, kendisini “bıçağın kemiğe dayanmasını” bekleyen “vakur sessiz çoğunluk” olarak tasavvur eden ülkücü-milliyetçi ve ulusalcı muhitlere bir şey anlatma gayreti, -şüphesiz çok zordur ve mangal gibi sabır ister-, eksik mi kalmıştı? Umumiyetle, “barış”tan, “çözüm”den anlaşılanın farklı camiaların dillerine tercüme etme gayreti, eksik kalmamış mıydı?
Negatif barış-pozitif barış ayrımı yapılır. Negatif barış, çatışmasızlıktır, harp-darp olmaması halidir ve muhakkak ilâçtır, bir nefes sıhhattir. Pozitif barış, barışçıl hal ve davranışın toplumsal ilişkilere nüfuz etmesi, bir değere dönüşmesidir; bağışıklık kazandırıcıdır, homeopatiktir. Evet, mangal gibi sabır ister. Evet, bugün barışın lâfı bile suç sayılırken, lüks görünüyor. Ama belki biraz, hep lüks görüldüğü için de bu haldeyiz.
[1] Bir buçuk yıl kadar önce bunu tartışmaya çalışmıştım: https://www.birikimdergisi.com/haftalik/8872/surec#.XeeadugzaUk