İktidara yeni geldiği yıllarda AKP ağır bir Kemalist saldırı altında kaldı ve genel olarak bir savunma konumuna geçti. Yıllar ilerlerken Kemalist cephe enerjisini kaybetti; AKP ise savunma pozisyonundan saldırı pozisyonuna geçti. Tayyip Erdoğan çizgisini tamamen değiştirmeye karar verdiği sıralarda siyasi mücadelenin yanısıra bir “kültür savaşı” olduğunu da ilan etti. Savaş alanı genişlemiş oldu.
Adı henüz söylenmeyen bir alan var ki o da aslında bu olayın dışında değil: ahlak. Dışında olmasına da imkan yoktu zaten.Ne demek istiyorum “ahlak” derken? Bunun basit, yalın bir cevabı yok. Batı dillerinde bir “morality” kavramı, bir de “ethics” kavramı kullanılıyor. Türkçe’de böyle bir ayrım görmüyoruz; görmememiz, Türkiye’deki genel duruma da uygun. Ben bu ayrımı kendime göre anlamlandırırken, genel kullanımın dışına çıkıyor olabilirim, niçin çıktığımı da açıklayacağım. Bana göre “ahlak” kavramının bir karşılığı görece “dışsal” bir şey anlatıyor: toplumca benimsenmiş bir “norm”dan kaynaklanıyor. İster istemez, “şunu yaparsam beni beğenirler/bunu yaparsam beni kınarlar” türünden, toplumsal normlara gönderme yapan bir tarafı var. Öteki, benim asıl önem verdiğim karşılığı ise “içsel”. . . Başkalarının olumlu ya da olumsuz yargılarıyla ilgisi yok. Kişi, kendi vicdanının gösterdiği yolu izliyor.
Bir üçlü klişemiz vardır: “İyi, doğru ve güzel” deriz. “Doğru”nun ne olduğunu araştırmak bilimin işidir; estetik de neyin “güzel” olduğunu açıklamaya çalışır. Ya “iyi”? “İyi”yi tesbit etmek, ahlaka düşer. Bunların hiçbirinin herkesi ikna eden cevabı yoktur. Hepsinin yanına “kim için” sorusunu da ekleyebilirsiniz. Bilim gibi, uygulamasıyla, deneyiyle gelen bir disiplinde bile bu “görelilik” sorunsalını büsbütün aşmak mümkün değildir.
Benim “dışsal” saydığım “ahlak”, “pratik” dediğimiz alana sımsıkı bağlıdır. İnsan, türünün gereği olarak “toplum” bünyesinde, “toplu” bir hayat yaşamak zorunda olduğuna göre, bu “toplu” varoluşun kurallarını üretmek ve bunlara uymak zorundadır. Yani “toplumsal bir ihtiyaç” sonucu vardır. Ama toplumca benimsenmesi, bundan daha “saygıdeğer” bir açıklama gerektirir. Bu “saygıdeğer açıklama” da dinden gelir.
Çünkü ahlak son analizde kısıtlayıcı bir şeydir. “Şunu yapma” dedikleri her zaman “Şunu yap” dediklerinden daha fazladır. İnsan birey ise “ister”. Bu isteklerinden vazgeçebilmesi için “emir yüksek yerden gelmeli”. “Bunu yapma, çünkü Tanrı bunun yapılmasını yasakladı.” Bunun bile yeterince durdurucu olamadığını biliyoruz. Dolayısıyla tekmil insan evriminde ahlak dinin uzantısı olarak kavrandı. “İyi” ve “kötü” Tanrı’nın uygun gördüğü, beğendiği ve beğenmediği olarak tanımlandı. Bu süreçte ilk “acaba”lar da gene Batı düşüncesinde ortaya çıktı. Spinoza’ya bakalım. Konu, özetle, şöyle: örneğin. Adam öldürmemeliyiz. Niçin? Tevrat’ta “On Emir”in birincisi “Öldürmeyeceksin!” dediği için mi? Hayır. Tevrat öyle diyor. Ama Tevrat öyle demese de öldürmek kötüdür, olmamalıdır.
Spinoza’nın bu dediği bugün birçoğumuza fazla önemli görünmeyebilir. Ama o tarihte bu hahamların onu Yahudi cemaatinden aforoz etmelerine yetmişti. Bu olunca Hıristiyan cemaati de “Seni biz alalım” dememişti.
Spinoza’nın bu argümanlarını geliştirdiği kitabının adı “Ethics”. Onun için ben de ahlakın “içsel” olanına “etik” demeyi tercih ediyorum. Bu kavram Türkçe’de biliniyor ama ne olsa yabancı bir dilden. Genellikle “felsefe” bağlamında kullanılıyor. Dolayısıyla görece daha soyut, yani ahlakın “pratik” işlevinin biraz daha uzağında; tercih nedenlerim bunlar.
“Etik” ya da “ahlak”, bu alanın sorunlarını “görev” kavramına yer vermeden düşünmek sanırım imkansız. Görev, görevler var, var da, bunlar nereden kaynaklanıyor? Dini vecibe gereği mi, yoksa dinden bağımsız bir “iyi/kötü” ölçeği var mı? Ben bu sorunsallaştırma eylemini Spinoza ile başlatırım, ama ardından Kant, Hume ve başka birçok önemli filozof açılan kapıdan geçmiştir.
Ne kadar kısa keserek anlatmaya çalışırsam çalışayım, laf gene uzadı. AKP iktidarının çatışma alanlarından başlamıştık, kendimizi Kant’ta bulduk. Ne demek istiyorum?
İlkin şunu vurgulamak istiyorum: Batı’da Spinoza ile başlayan (her konuda “bir öncesi” bulunabilir) bu tartışmanın bir benzeri İslam toplumlarının tarihinde hiç görülmedi. “Ahlaki” diye tanımladığımız alanın dini olmayan temellerinin olabileceği hiç düşünülmedi. Kant’ın “imperatif kategorileri” gibi seküler etik gerekleri olabileceği kimsenin aklına gelmedi. Öteki Müslüman toplumlarda olduğu gibi burada da ahlak dine bağlandı. Şüphesiz pratik insan hayatında her an kendimizi ahlakı da ilgilendiren somut konumlarda buluruz ve duruma uygun açıklamalar, formüller buluruz. Bunlarla dini-ahlaki kuralları sekülarize de ederiz. Ama bu formülleri üretme yöntemimiz dinden türetilen değerlerin güdümündedir. Türkiye tarihinde “ahlakın sekülarize edilmesi” deyimiyle adlandırılacak bir olay yok.
Böyle bir şey olacaksa bunun Cumhuriyet’te olması gerekirdi. “Laiklik” ilkesiyle gelen o. Din ve devletin başındaki “padişah”ın böyle bir ayrıma hiç ihtiyacı yoktu—tam tersine. Ama laik düzene geçiliyorsa, hiç değilse bir girişim olması beklenirdi.
Nitekim, “hiç olmadı” diyemeyiz. Gelgelelim, olan, değerlerini “din” içinde düşünmeye alışmış bir topluma, “Senin için asıl önemli değerler ‘milli’ olanlardır” demekten ibaretti. Cumhuriyet tarihi boyunca da, bu iki ayrı alan ayrıştırılamadı. Bunun bir nedeni, toplumların ideolojilerini kısa zaman içinde değiştirememesidir; yani toplumun kendisinden kaynaklanır. Ancak burada bir kısmı da yönetici seçkinlerin kendi tutumlarının sonucu olarak böyle kaldı. Örneğin Diyanet İşleri gibi bir kurumun laiklikle herhangi bir ilgisi olamaz; Lausanne’da “azınlık”, “dini azınlık” olarak tanımlandı. Sonuç olarak din eleştirilmeden baskılandı.
Bu “baskılanma” dindarları doğal olarak kızdırmakla birlikte, dine dayalı siyasete bazı avantajlar da sağladı (bunları zamanında “avantaj” olarak görmek kolay değildi). Kısaca ve yalın bir şekilde, siyasi pratik içinde kirlenmemeyi anlatmaya çalışıyorum. Gerçi Nizam Partisi’nden beri Türkiye siyaseti içinde İslamcı bir parti bir şekilde var; ama iktidar değildi. Örneğin Erbakan da bundan çokça yararlanmıştır.
Şimdi, yirminci yılına yaklaşan AKP iktidarını yaşadıktan sonra bunları söylemek mümkün değil. “İslam ve Ahlak” diye genel bir başlık açmanın anlamı yok, fazlasıyla genel bir konu ve tartışmak için başvurulacak ölçütlerin ne olabileceği belli değil. Ama Türkiye’nin şu döneminde AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın iktidarında gördüğümüz haliyle “İslam ve Ahlak”tan söz edebiliriz.
Burada benim uzata uzata üstünde durduğum “ahlak/etik” ayrımının da fazla yeri yok. Onun yeri elbette var ve ona gelmek de gerekecek ama o soyutlama düzeyine gelmeden somut ahlak pratiğinden söz edebiliriz.
İlk ağızda, “mağdur” rolünden “muktedir” rolüne geçiş göz alıyor. Demin de ima ettiğim gibi bu “mağduriyet” bu partiye epey bir enerji kazandırmıştı. Nitekim Erdoğan sık sık bu retoriği hatırlatmaya çalışıyor; ancak her seferinde “tek-parti” günlerine dönmesi gerekiyor ve bu da artık sıkıcı olmaya başladı.
“Muktedir Erdoğan”ın eleştirdiği despotik kişiler veya uygulamalardan farkı yok. “Tek-adam” rejimlerinin zaten üç aşağı beş yukarı bilinen kalıpları vardır ve bunların hepsi bugün de geçerli. “Şatafat” konusunda bu tarihte bilinen, hatırlanan herkesi sollamış durumda. Bir yandan sarayı, sarayları, bir yandan uçak filosu, yalnız Türkiye değil, birçok ülkeye fark atıyoruz.
“AKP zenginleri”, yoktan varolan servetler, izlenemeyen ihaleler, ciddi şeffaflık kaybı bu toplumun bilmediği, tanımadığı şeyler değil. Tersine, çok iyi bildiği şeyler. Şu yirmi yıllık süre içinde, İslami siyasetin, bilinen bu “ekonomik” davranışları değiştirmediği sanırım yeterince sergilendi.
Bir zamanın büyük müttefiki, “Ne istediler de vermedim” dedirten Gülen cemaatinden olan veya olduğu düşünülenlere uygulanan muamele başlı başına bir konu. İşsiz bırakarak açlığa mahkum etmeye uzanan örneklerden söz ediliyor.
Erdoğan’ın “adalet”in kendisiyle ve kurumlarıyla ilişkisi partisi ve propaganda aygıtı tarafından hararetle destekleniyor. Aslında bu destek Erdoğan’ın kendisinden daha anlamlı bir görünüm, çünkü her yerde, her zaman çok hırslı, çok dediği dedik bireyler çıkabilir, ama bu kadro belli ki bu olanları yalayıp yutmaya hazır.
Şimdi gene “etik” konusuna geleyim: Erdoğan’ın insanların özel hayatlarına karışması hakkında çok şey söylendi. Bunların bir kısmı, din kaynaklı da değil, Cumhuriyet milliyetçiliğinin “değer” olarak öne sürdüğü şeyler, daha doğrusu dini-milli faşizan bir dünya görüşünün uzantıları: kaç çocuk sahibi olunacağı ya da kaç yaşında çocuk üretmeye başlanacağı gibi özel hayata özgü alanlara bir “milli çıkara” dayandırıldığı varsayılan müdahaleler. Yani gene “birey”i hiçe sayan ve onu “kabile”nin davranış kalıplarına uydurmaya çabalayan bir ahlak.
Bu ideoloji, kabile üyelerini Kanal İstanbul’a bakan gökdelenlerde yaşatmayı başarırsa, ideallerini de gerçekleştirmiş olur.