Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi niçin kaybetti? Bu soruya Türkçede kafa yoranların hepsi, izleyebildiğim kadarıyla, İşçi Partisi’nin kazanabileceğine dair seçim ânına kadar -gittikçe çelimsizleşen- bir umut beslemiş yorumculardı, birkaç yıl önce başlayıp da İşçi Partisi'ni sola çeken Momentum (“ivmelenme” mi diyelim) hareketinin daha da güçlenmesini isteyenler. Medyada “dış politika yazarı” veya “uluslararası ilişkiler uzmanı” olarak sivrilmiş isimlerin büyük çoğunluğuysa bu seçimlerle ya zaten hiç ilgilenmediler ya da Boris Johnson’ın zaferini saklamaya gerek görmedikleri bir memnuniyetle karşıladılar: “Türkiye için” bu sonuç iyidir, Corbyn “Fırat Kalkanı” ve “Barış Pınarı” harekatları karşısında olumsuz tutum takındıydı.
Burada “Corbinista” kampından üç yazarın katkılarına dikkat çekmek istiyorum, gözden kaçmış olabilecek berrak açıklamalar sunuyorlardı. En kaygılı ve o yüzden de ayrıntılı tahlillerden biri, yazılarını Yeni Yaşam gazetesi ve Sendika.org’dan izlediğimiz Kumru Başer’den geldi. Yenilginin ilk sebebi olarak “Brexit” konusunda Corbyn liderliğinin kararsızlığına dikkat çekiyordu:
2016’daki Brexit referandumundan AB’den ayrılma kararı çıkınca konu, hem Muhafazakarları hem de İşçi Partisini iki kampa ayırmıştı. Seçmeni, ağırlıkla ayrılma yanlısı olan Muhafazakar Parti, oy kaybını göze alarak referanduma bağlı kalma ve Brexit’i uygulama tutumunu benimsedi. Parti liderliğini bu yaz devralan Boris Johnson’un, daha da ileri gidip “gerekirse anlaşmasız çıkarız” diyerek oynadığı siyasi kumar ise, üç yıldır devam eden belirsizlikten bunalan seçmenleri cezbederek oya dönüşmüş görünüyor. İşçi Partisi liderliği ise Brexit konusunda taraf olmama çabasının ve partiyi bir arada tutma kaygısıyla mesajını sık sık değiştirmenin bedelini ödemiş oldu.
Parti, kamucu programını ve sosyal adalet önceliklerini tartıştırmayı başardı ama Brexit engeline takıldı. Anketler, partinin bu konuda kararsızlık olarak algılanan tutumunun, hem Brexit yanlısı hem karşıtı tabanda oy kaybına neden olduğunu gösteriyor.
Kumru Başer bu gözlemle yetinmiyor, daha ötesini soruyor: “Acaba Brexit konusunda net bir tutum belirlese partinin şansı artar mıydı?” Bu soruya, aşağıda değineceğim bir başka yazar, Ergin Yıldızoğlu, daha kesin bir cevap verecek. Ama Başer burada da kalmıyor ve kurcalamaya devam ediyor: “O zaman şunları sorabiliriz: Brexit meselesi nasıl seçmenin gerçek sorunlarından ve somut çıkarlarından daha etkili olabildi? Son kırk yılın neo-liberal ekonomik politikalarının ceremesini en çok çeken kesimler, neden ezilenleri kollama sözü veren partiye değil de 8 yıldır mali krizin faturasını kendilerine ödeten Muhafazakarlara oy verdiler?” Gelgelelim, bu soru berrak bir şekilde cevaplanmasını önleyen bir varsayım içeriyor: seçmenin, ezilenlerin, neo-liberal politikaların ceremesini en çok çekenlerin “gerçek ve somut” bir çıkarı vardır, bu çıkar bellidir, aşikardır, ama onlar bu besbelli somutluğa rağmen kendi çıkarlarına karşı oy verdiler. Bunun da bir açıklaması olabilir, olmalı. Nitekim Başer de İşçi Partisi adına Brexit oylarının ağırlıkta olduğu 8 kasabada alan çalışması yapan sosyolog Eyal Z. Clyne’ın “izlenimlerine” gönderiyor bizi:
“Bu seçmenler için mesele, Brexit’in iyi veya kötü olması değil. Referandumla ortaya koydukları iradenin çiğnendiğini, kimsenin kendilerini dinlemediğini düşündükleri için çok öfkeliler. İşçi Partisi’ni, metropollerde yaşayan, AB yanlısı, tuzu kuru, elit bir kesimin yönettiğini düşünüyorlar” diyor Clyne ve muhtemelen Corbyn’i de bu kliğin bir parçası olarak gördüklerini ekliyor. Bu satırlar bir ruh halini anlatıyor ama geniş emekçi kesimlerinin AB’den ayrılmaya bu kadar umut bağlamasında önemli rolü olan yabancı işçi alerjisi ve İngiliz milliyetçiliğinin, en altta kalanları “organik” partisinden nasıl kopardığını anlayabilmek için daha gerilere gitmek gerekiyor.
Daha da gerilere gidince, Başer’in de belirttiği gibi, Thatcher döneminde, hatta belki Harold Wilson’un son zamanlarında başlayan bir süreci, kapitalizm içinde işçi sınıfına görece güvenli bir hayat sunan ve artık “kadimleştiği”, yerleşikleştiği[1] varsayılan bir varoluş tarzının adım adım yok edilme sürecini buluyoruz. İşçiler bu durumdan, “işsizlikten, hastanelerin, okulların yetersizliğinden, hükümetlerin değil göçmenlerin ya da bazen AB’nin sorumlu” olduğunu düşünmeye ve Boris’i izlemeye başlıyorlar.
Anlatılan yoksullaşma ve sesini kaybetme sürecinde, oluşan boşluk, öfke ve isyan, medya tekelleri tarafından beslenen sağ popülizme ve kabartılan İngiliz milliyetçiliğine kanalize oluyor. – İyi ama niçin böyle oluyor? Medya tekelleri bu kadar mı etkili? Son derece içe kapalı (ve epeyce kül yutmaz) bir toplum kesimi olduğunu Ken Loach’un filmlerinden bildiğimiz Britanya işçi sınıfı, ilkel propagandaya ve demogogların çekip çevirmesine bu kadar mı açık? Niçin bu kadar açık? Geçmişte açık değiller miydi, uzun Muhafazakar iktidar ve Tony Blair yıllarında? Cevap sürekli daha da geçmişe doğru ilave sorulara dönüşme eğiliminde.
Corbyn’in Brexit bulanıklığı açıklamasına BirGün gazetesinden İbrahim Sirkeci de katılıyor:
“Birinci neden İşçi Partisi'nin seçimin temel meselesi olan AB’den çıkma konusunda mesajının net olmamasıydı. Gayet bulanık ve ‘şuna da bakacağız bunu da dikkate alacağız ve üzerine yeniden referandum yapacağız’ silsilesi ile anlatılması neredeyse imkansız bir politika belirlenmesi sorunların en önemlisiydi.” (a.b.ç.)
Bu zorluğa karşı, olay adam Boris’in aynı zamanda kolay adam olmak gibi bir meziyeti vardır:
Çünkü karşı taraf gayet basit bir dille ‘Brexit’i halledeceğiz’ diyordu. Bu basitliğin arkasında gayet başarılı bir pazarlama kampanyası da vardı. Patronlar medyasının yoğun desteğini de unutmamak gerek. Ancak basitlik önemli. Muhafazakar Parti bu basit mesajının altını doldurmaya daha yeltenmedi. Çünkü zaten durumdan sıkılmış kitleler için kesinlik ifade eden boş bir slogan yeterliydi.
Sirkeci, Corbyn’in yenilgiye en baştan mahkûm olduğunu düşünmüyor, cılız da olsa bir umut vardı: “İşçi Partisi için uygun strateji rakibinin aynısını yapmak olurdu. Yani ‘biz Brexit’i daha iyi [?] halledeceğiz’ gibi bir slogan ile girse ve detaylarda boğulmasa belki şansı vardı.” Ama bu “belki” de en az Corbyn’in AB politikası kadar belirsiz değil mi? Başka etkenlere de değiniyor yazar. Biri, Muhafazakârların Corbyn’den “rol çalması”: “İşçi Partisi'nin vaat ettiği neredeyse tüm sosyal refah reformlarını sahiplenip ‘biz daha iyi yaparız, hatta bakın yapıyoruz’ manevralarının başarılı olduğunu düşünüyorum.” Peki, “yapmadığını” gördüklerinde ne olacak, ilk yerel seçimlerde tekrar İşçi Partisine mi yönelecekler? Yoksa o durumda bile Boris’e bağlı kalmak için kendilerinde yeni gerekçeler, hiç de “basit” olmayan birtakım karmaşık rasyonalizasyonlar mı geliştirecekler? Yoksa, İngiltere ve Galler’in kadim ve kaşarlanmış işçi sınıfı, orada kendince bir çıkar mı gördü, “biz” onu onlar adına öyle görmesek de?
Bence de önemsiz olmayan “imaj” meselesi var bir de: “Corbyn’in doğruculuğu ve sempatik olmaması” diyor Sirkeci. Ya Boris? “Boris Johnson bütün yalanlarına ve faüllü hallerine rağmen eğlenceli ve sıradan bir karakter sergiledi” diyor Sirkeci: “Bütün elit konumuna ve geçmişine karşı bunu yapabilmesi ayrı bir başarı. Ancak bu aksanlı konuşabilen soylu karşısında gerçekten sıradan olan Corbyn aşırı ciddi, soğuk ve uzak kaldı.” (a.b.ç.) Güzel mukayese. Adamlardan biri imtiyazın cisimlenmesi: Eton’dan çıkıp Oxbridge’e girmiş, el bebek gül bebek büyütülmüş, pembe pembe, ama her nasılsa Birmingham aksanıyla, Londra’nın kenar mahalle şivesiyle ileri geri konuşma becerisini de kapmış. Halk adamı olmuş, çocuğu değilse bile. Öbürüyse kendi görece alçakgönüllü kökeninden çıkmak, yükselmek için herhangi bir çaba içine girmemiş; dinleyebildiğim kadarıyla şivesiz ve “parıltısız” konuşuyor, çünkü söylenenlerin içeriğinin önemli olduğu bir ortamda, İşçi Partisi ve bağlı örgütlerin sol kanadında yetişmiş. Palavra atmadan da, “renkli” olmadan da inandırıcı olunabileceğine inanmış. Böylece fazla doğrucu veya aşırı “aristokratik” kalıyor. Sempatik gelmiyor.
Şu halde Jeremy de Boris’le aynısını yapsaydı belki kazanırdı, evet, unutmuş olduğu kenar aksanını Süleyman Demirel gibi seçim için sandıktan çıkarsaydı belki kazanırdı, evet, Cardiff’te pub’da “uşaklarla” kadeh tokuştursa, çay hasadını veya sarı ineğin yavrulayıp yavrulamadığını sorsa belki kazanırdı, evet – ama kazanmasını sağlayan sırf bunlar olsaydı eğer, ya da bunlar olmaksızın kazanamasaydı, Sirkeci’nin aklına da şu tekerlemenin tersi gelmez miydi: Galip sayılır bu yolda mağlup.
Bu iki yorumcuda da başarısızlığın ilk ve en temel sebebi, İşçi Partisi önderliğindeki Brexit belirsizliği olarak beliriyor. O zaman soru da şu oluyor: Belirgin, net ve basit olsaydı “belki” kazanabilirdi, ama belirgin, basit ve net olmasına imkân var mıydı? “Hemen çıkıyoruz” ile “biraz daha kalıyoruz (veya zaten hep kalmalıyız)” seçeneklerinden birini net bir şekilde işaret etmesine herhangi bir toplumsal izin var mıydı? Corbyn ve destekçileri, bu noktada “kıvırmaktan”, ertelemekten, sulandırmaktan başka bir şey yapabilirler miydi? Burada Cumhuriyet yazarı Ergin Yıldızoğlu’nun Marksist ekonomi-politik analizden beslenmiş daha determinist bir cevabı vardır, nettir. Olamazdı diyor, başlangıçta, mesela Ağustos-Eylül aylarında kendisi de umutlanmış olsa bile. “Bu seçimlerde İP, yapısal belirleyici düzeyine yükselmiş iki aşılamaz çelişkiyle yüz yüzeydi,” diyor:
Birincisi, var olan durum içinde işçi sınıfı bir yeniden şekillenme, ayrışma yaşıyordu; “yaşam dünyaları” […] ekonomik, kültürel olarak farklılaşmış ve birbiriyle çelişen, adeta “iki farklı zamanı” yaşayan iki kesimin varlığı söz konusuydu. Bu durumun ekonomi politiğini, bir taraftan geleneksel sanayilerin, bölgelerin ve kitlesel sendikaların üye sayısının ve sendikalaşma oranlarının gerilemesi oluşturuyordu. Diğer taraftan da hizmet sektöründe, yüksek eğitimli işçi gerektiren ileri teknolojiye, küresel tedarik zincirlerine bağımlı sektörlerde, “gig” ekonomisinde çalışanlar, üniversite öğrencileri arasındaki işsizlik oranlarındaki artış oluşturuyordu. […] İşçi sınıfının hızla gerileyen sanayi bölgelerinde yoğunlaşmış ve yok olmakta olan kesimi Brexit yanlısıydı. İşçi sınıfının yeni gelişmekte olan, büyük metropollerde yoğunlaşmış kesimi ise Brexit karşıtıydı.
Şu halde Britanya işçi sınıfı hem sosyoekonomik hem de varoluşsal anlamda ikiye bölünmüştü ve bunların ikisini ortak bir “çıkarda” buluşturmak mümkün olmuyordu. İP “kalalım” dediği anda Galler’in, Yaylaların, Kuzeybatı İngiltere’nin “geleneksel” işçilerini yitirecek, “çıkalım” dediğindeyse yeni işçilerle, Corbyn’i şu günlere taşımış algoritmacılarla, “pub” yerine “kafeyi” tercih edenlerle bozuşacaktı. İki yanlış bir doğru etmiyordu. Yıldızoğlu da önceki iki yazar kadar, belki daha çok, Britanya hayatını içerden bildiği için, başka bazı önemli varoluşsal gözlemler de sunuyor:
İşçi sınıfının bir kesimi [“pub”cular, artık ter ve kömür değilse bile hâlâ balık pulu kokanlar] kendi yaşam alanlarında geleneksel olarak aşırı sağın/faşizmin tabanını oluşturan “taşra küçük burjuvazisi” ile sıkı bir temas içindeydi. Sağ popülizm “yeni faşizm” de göçmenler, yabancılar, eğitimli uzmanlar, enteller alerjisini kullanarak bu kesime, sahte bir dayanışma ve adeta bir “milliyetçi-beyaz ütopya” önerisiyle giderek daha fazla yaslanmaya çalışıyordu. İkinci kesim ise [“kafeciler”, kâğıt kokanlar, deodorona tenezzül etmeyenler] büyük kentlerde çokkültürlü, çeşitli etnik grupları da içeren bir ortamda, bu ortama uygun bir yapıyla, kozmopolit entelijansiya ve yüksek eğitimli orta sınıflarla iç içe yaşıyor, benzer zevkleri, değerleri, tüketim normlarını paylaşıyordu.
Yazarımız galiba taraf tutuyor ve belli bir strateji de öneriyor: “İşçi Partisi üye sayısındaki ani ve hızlı artış, bu ikinci kesimden gelenlerle gerçekleşmişti. İşçi Partisi’nin ‘sosyalist’ tonları olan seçim manifestosu, bu kesimin damgasını taşıyor ve iki kesim arasındaki çelişkiyi, ikinci kesime yaslanarak yönetmeyi amaçlıyordu.” Gelgelelim, birinci kesim bunu reddetti, kendi sorunlarını ikinci kesime, kafenin ve bilgisayarın varoluşuna “yaslanarak” çözme stratejisini kabul etmedi (“satın almadı” diyoruz şimdilerde). Çakma Birmingham şivesini kendine daha yakın buldu. Artık Birmingham’ı mı daha yakın buldu, yoksa düpedüz çakmalığı mı, onu henüz bilmiyoruz.
Bunların üçü de son derece berrak tahliller, hem umudun hem de o nesnel toplumsal durumun içinden yazıldıkları için. (Gel de bunu bizim “uluslararası ilişki uzmanlarına” anlat.) Öte yandan, bu sözcüğü kullanabilir miyim bilmiyorum ama, iki zaaf dikkat çekiyor burada. Birincisi, Boris sanki çok yeni bir şeymiş gibi, Britanya işçi sınıfı fazlasıyla uzun tarihinde sanki “popülist” demagoglara ilk kez kapılıyormuş gibi bir izlenim doğuyor, sanki Sun veya Daily Mirror gazeteleri o ülkede onlarca yıldan beri kapış kapış satılmıyormuş gibi (bunları Sözcü olarak düşünelim). Sanki, 1930’larda Oswald Mosley’in kara gömleklilerinden 50’li ve 60’lı yıllarda Enoch Powell’a kadar bir dizi soytarı, İngiliz ve Galli işçilerin ilgisini hiç çekmemiş gibi. Margaret Thatcher’dan ve kraliçelerine duydukları bağlılıktan söz etmiyoruz bile.
Ama bence daha önemli bir etken, bir tıkanma noktası da var ve bu daha çok kafecilerin, algoritmacıların, kısaca yeni işçi sınıfının “yaşam dünyasıyla”, ideolojik ufkuyla bağlantılı. Başbakan olduğunda Britanya’nın nükleer silahlarını kullanma iradesini gösterecek mi? Burada sözü Britanya sol-lib kamuoyunun zeki sözcülerinden birine, o kesimin yayınlarından London Review of Books’ta yazan William Davies’e bırakalım: “Corbyn’i kabul edilebilirlik ufkunun dışına düşüren şey nedir?” diye soruyordu seçimden yaklaşık üç ay önce ve hemen eleyeceği ilk birkaç nedene işaret ediyordu. Anti-semitizm suçlaması mı? Ama kendi sicili de bu açıdan pek temiz olmayan bir toplumda bu onu niçin seçilmez kılsın? Ya adamın “Marksizmi”?
Bunu da geçin, diyor Davies: Corbyn “kariyeri boyunca ekonomik politikalara pek az ilgi gösterdi ve enerjisinin büyük kısmını ülke içindeki ekonomiden çok, yurt dışında emperyalizme karşı çıkmaya adadı.” Ve zaten, diye ekliyor, son haftalarda “City”den (finans çevrelerinden) yükselen homurtular, “şu anda bankaların bile Johnson’un anlaşmasız Brexit’indense en azından Avrupa ile gümrük birliğini sağlayacak bir Corbyn hükümetine daha kolay razı olacağını hissettiriyor.” Hayır, diyor sol-lib yazarımız, bütün bunlar ikincildir Corbyn’in “ufkun dışında” kalması açısından:
Westminster [parlamento] müdavimlerinin ve kamuoyunun büyük kısmı açısından Corbyn’in başbakanlığını kabul edilmez kılan çok daha temel bir sebep vardır ve bunun da işçileri şirket yönetim kurullarına oturtmakla ilgisi yoktur: asıl neden, adamın şiddet kullanımına ideolojik olarak karşı olmasıdır. Ulusal güvenlik ve nükleer savaş meseleleriyle ilgili soruların Corbyn’in yakasını hiç bırakmayacak olmasının sebebi de budur. Ve tam da bu yüzden, bıçak kemiğe dayandığında, birçok merkezci bile, yalancı bir çocuk-adamın [Boris] anlaşmasız Avrupa çıkışını bir Corbyn başbakanlığına tercih edecektir: en azından, o çocuk-adam, devletin elindeki araçların tamamını kullanmaktan çekinmeyecektir.
Şu itiraz gelecek: yazar burada sadece kaşarlanmış politikacılardan ve “merkezci” kamuoyundan söz ediyor, bu kesimlerin herhangi bir Corbyn ihtimaline sempatiyle bakması zaten beklenemez; Davies de sadece bunu belirtiyor, kafeden, algoritmadan söz etmiyor. Ama yazarın nesnel ve mesafeli bir gözlem olarak takdim ettiği düşünce, kendisinin (demek çok geniş bir sol-lib çevrenin) huzursuzluklarını, kaygılarını ve tercihlerini (“bıçak kemiğinde dayandığında” da olsa) ele veriyor olmasın sakın? Benim izlediğim, bir-iki yıldan beri, demek Corbyn ve “ivmelenme” hareketi ortaya çıktığından beri, LRB gibi sol-lib yayınlarda mırınsız kırınsız bir destek beyanının görünmemiş olmasıydı. William Davies’in kibar itirazı, bu açıdan en berrağı.
Bu niye önemli? Şundan: O “yeni işçi sınıfının” önemli bir kesimi de bu sol-lib ikirciklenmenin erişim alanında yaşıyor. Bakılmalı: Londra’da “yeni işçilerin” gittikçe daha çok yaşadığı Camden veya Islington gibi semtlerde İşçi Partisi beklenenin ne kadar altında oy almıştır?
[1] Bu yanılsamanın anıtsal bir ürünü, E. P. Thompson’un ünlü kitabıdır, İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu (Birikim Yayınları, 2015).