Bir aşkınlık aracı olarak motosiklet
Geçen yazıda “Eşyanın Dilinden Anlamak”tan bahsetmiştim. (Birikim Haftalık-Narsisizmin Çaresi Belki de Bir Şeyleri Tamir Etmektir) Matthew B. Crawford’un 2009 tarihli kitabı. Banu Karakaş çevirmiş ve Metropolis Yayıncılık 2019’da yayımlamış. Türkçe isim orijinalinden daha güzel bence; orijinali “Shop Class as Soulcraft: An inquiry into the value of work”. Bir yandan da orijinal isim kitaptaki aşkınlık arayışını daha iyi yansıtıyor. Ruhu biçimlendiren bir yer olarak atölye. Eşyanın Dilinden Anlamak’taki “bu dünyadalık” nerede, bu nerede. Eşyanın dilinden anlamak, “marmelat yaparken şekeri sonradan koy, şeker meyveyi sıkar”daki gibi bir şey. Vurgu eşyanın tabiatını bilmek ve bu bilgiyle davranmakta. Aşkınlıkla bir ilişkisi varsa bile herhalde epey dolaylı bir ilişki (gerçi iyi yapılmış bir ayva marmelatının aşkınlıkla ilişkisi o kadar da dolaylı olmayabilir).
Motosikletle yollara düşmek ve hayatın anlamını aramakla ilgili kült kitap, tabii 1974 tarihli olan. Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı (Robert M. Pirsig, çev. Süha Sertabiboğlu, 1995 Ayrıntı Yayınları). Crawford tamirhaneden bahsederken Pirsig yollarda olmayı anlatıyor- bu fark da zamanın ruhuyla ilgili bir şey olmalı herhalde. 1970’ler, Jack Kerouac’ın hâlâ hatırlandığı bir zamandı.Ellerinle çalışmanın, eşyanın dilinden anlamanın, el becerisinin değerini bilmenin giderek hızlanan, dünyayla, birbirimizle, kendimizle ilişkimizi mahveden bu hayatın panzehiri olabileceğine ilişkin sezgi yeni değil tabii, romantik Art and Crafts hareketi 19. yüzyılda başlamıştı. Ama bu sezginin daha sık, daha güçlü biçimde ifade edildiğini teslim etmeliyiz. Senett, hocası Arendt’in “çalışan insan” ile “araç yapan insan” ayrımını şüpheyle karşıladığını söyleyerek başladığı Zanaatkâr’da (çev. Melih Pekdemir, 2009, Ayrıntı Yayınları) tam da bunu anlatıyor: Elle çalışmanın neden tam da şimdi bu kadar mesele edildiğini:
“İnsanlar kendi yaptıkları şeyler sayesinde kendileri hakkında da fikir sahibi olabilirler; yani maddi kültürün bir anlamı vardır. Yaşlandıkça öğretmenim Arendt de Homo faber’in sahip olduğu muhakeme gücünün insanlığı bizzat kendisinden koruyabileceği konusunda daha umutlu olmuştu. Ben de ömrümün kışında, çalışan insan-hayvan konusunda daha fazla umut beslemeye başladım.”
“Zanaatkârlık, yani eşyaları güzelce yapabilme becerisi” diyor Sennett, Renate Hiller de (A World through the hands) “ellerimizle çalışırken, kozmosla bağlantı kurarız; aynı zamanda işe yarar ve güzel bir şey yaparız.(…) Ellerini kullanmak, insan için yaşamsaldır”.
İhtiyacımız olan her şeyi internetten alabilirken bunu söylemek biraz arkaik gibi görünebilir; yahut nostaljik. İhtiyacımız olan her şeyi internetten alabildiğimiz gibi, neye ihtiyacımız olduğunu da algoritmalar bize söylüyor aslında: onu beğenmiştin, bunu da beğenirsin. Özgürlük eğer tercih imkânı olsaydı, bir özgürlük cennetinde yaşadığımızı düşünebilirdik.
Arendt’in politik eylemi özgürlük alanı olarak görmesi, oradaki değişim imkânındandı: Olduğun şeye mahkûm olmamak, olabileceğin şeyi yaratmak imkânından. Kendi marangozluk tecrübesini anlatırken Peter Korn ise (Why We Make Things and Why It Matters- The Education of a Craftsman, Square Peg, 2015) ahşapla çalışmanın, onun doğasını anlamanın kendisi için nasıl dönüştürücü olduğundan bahsediyor. Ahşabın dilinden anlamanın kendi dilini geliştirmesini nasıl sağladığından. O anlatırken eşyanın doğasına mahkûm ve bu mahkûmiyet altında insani kapasitesini ortaya koyamadan didinen biri gelmiyor aklımıza. Eşyaya hâkim olmaya çalışan biri de gelmiyor. Aslına bakarsanız, “dünya kuran” biri geliyor. Çünkü işin içinde sadece ahşap yok, öğrenciler, çıraklar, meslektaşlar, zımpara ve testereler… Korn kendi yaptığının dünya kurmak olduğunu iddia etmiyor; güzel masalardan, güzel iskemlelerden, birkaç günlük atölye çalışmalarından ellerinde güzel tabureler ve hayatlarına ilişkin yeni bir içgörüyle çıkan insanlardan söz ediyor. Dünyayı değiştirmenin bu kipi fazlasıyla mütevazı ve apolitik mi görünüyor?
Jessica Green öyle düşünmüyor (yok, oyuncu olan değil, bu dokumacı Jessica: http://alittleweather.com/blog) “Kültürel bir değişim yaratmak istiyorum” diyor. “Belki imkânsız bir hedef fakat uğrunda çabalamaya değmez mi?” Jessica hakkında konuşurken arkadaşları ve komşuları, “evet, kumaş dokuyor ama aslında ilişkilerin de dokumacısı” diyorlar- örgütçü demek istiyorlar diye düşündüm ben okurken. Çünkü son on yılda örgütlediği insanlar, etkinlikler, dayanışma ağları… gerçekten çok etkileyici. Tabii bir o kadar da hem kendisinin hem de işin içine katılan herkesin hafızasında getirdiği bağlantıları canlandırması, dokumayı bir düzeyde hafıza dokuması olarak da kurması.
Anneannesinden kalan dokumalar, birer meta değil, hafıza ve değer taşıyan, onlardan giysiler, masa örtüleri, yastıklar yapabileceği nesneler. Bunu yaparken harcadığı emek, kapitalizmin müthiş icadı olan “soyut emek” değil. Somut, Jessica’nın elleriyle, hayatıyla, geçmişiyle ve bugünüyle doğrudan bağlantıda bir emek türü. İçinde yaşadığı ve eylediği ilişkiler ağıyla da.
El emeğiyle zihin emeğinin ayrışmasının yarattığı toplumsal ve insani (ve felsefi) problemler üzerine yazılmış çok iyi bir kitap, Türkçe’ye çevrilmişti: Alfred Sohn-Rethel’in Zihin Emeği, Kol Emeği (https://www.metiskitap.com/catalog/author/2766) Sohn-Rethel’in bu kitapta Kapitalizmin meta formu ile düşünce formu arasındaki özdeşlik üzerine söyledikleri, elleriyle çalışmanın, ahşabın dilinden anlamanın, anneannenin emaneti dokumadan yastık yapmanın… tatlı bir nostaljiden yahut pastoral bir ütopyadan çok daha fazlası olabileceğine ilişkin ipuçları barındırıyor. Aynı zamanda, bir somut emek alanı olarak evi de hatırlatıyor (bu adamların ev diye bir yer yokmuş gibi yazmalarından ve konuşmalarından illallah dedim!).
“Görünmeyen emek” tartışmaları, kadınların evdeki çalışmalarının çalışma sayılmamasını, karşılıksız olmasını, değerinin bilinmemesini mesele eder. Görünmeyen emek, cinsiyet eşitsizliğinin hem sebebi, hem sonucudur. Üretim değil, “yeniden üretim”dir. Tarihin ve politikanın kıyısında bir faaliyet. Tekrar ve tekrar. Yeniden ve yeniden. Ki gerçek üretim mümkün olabilsin, soyut emeğin taşıyıcısı olan somut bedenlerin varlığı sürdürülebilsin. Böyle bakınca, insanın özgürleşmesiyle en uzak faaliyet alanı gibi görünüyor gerçekten de. Politika öncesi, zorunlulukların alanı. Mümkünse kaçılıp kurtulunması gereken bir yer.
Bana öyle geliyor ki, ev işiyle kapitalizm arasındaki ilişkiye dair bütün o eski feminist tartışmayı yeniden hatırlamanın ve yirmi birinci yüzyıl kapitalizminde aldığı yeni biçimleri yeniden düşünmenin zamanıdır. Kişisel olanın politikasını yapabilmiş bir hareketin, feminist hareketin ve düşüncenin, yeni emek formları ve bunlara karşı geliştirilebilecek mücadeleye ilişkin son derece yaratıcı ve dönüştürücü sözler söyleyebileceğini biliyorum.