Muhalefetin Kudüs’ü
Polat S. Alpman

Türkiye’deki mütedeyyin siyasetçilerin ve İslamcılık hareketinin hamasi retoriklerle bezeli Filistin ağıtlarına karnı tok olanlar, ‘Kudüs Davası’ ile ilgili vaazları da dinlemeye pek istekli değil. Daha önce ifade edildiği üzere (Kudüs: Simidin Ortasındaki Boşluk) simidin ortasındaki boşluk haline gelmiş olan Kudüs anlatıları, bugüne kadar hiçbir sorunu çözemediği gibi Filistinlilerin İsrail Devleti’nin baskısı altında yaşadıkları zulümleri bir nebze olsun hafifletmiş değil. Bir başka ifadeyle, Türkiye’de siyasetçiler ne zaman Kudüs diye cümleler kurmaya başlasa, konu hızla Türkiye’deki iç siyasi çekişmelerin malzemesine dönüşmektedir. 

Bu örnekte de görüldüğü üzere, Kudüs Davası diye ortaya dökülen kalabalıkların ne dediği ve ne talep ettiği, neyi, nasıl gerçekleştiği gibi somut talepler değil, İslamcı hamasetle yoğrulmuş yığınla cümlenin boca edilmesidir. Yine de hatırlatalım, İsrail Devleti’nin Filistinlilere bu kadar kolayca zulmedebilmesinin başlıca nedeni Ortadoğu’daki siyasal sistemlerin ve rejimlerin varlığıdır. Bunlarla hesaplaşmadan, sadece ‘zalim İsrail’ ya da ‘Kudüs İslam’ındır’ gibi sloganlar İsrail Devleti’nin zorbalığını ortadan kaldırmayıp bunu olağanlaştıran ve İsrail milliyetçiliğini yeniden üreten dinamikleri güçlendiriyor. Bunu anlamak zor değil ama özcülüğün başlıca sapması gerçeği kendi kanaatleriyle sınırlamasıdır.

Haliyle, Trump ve Netanyahu’nun ‘yüzyılın anlaşması’ diyerek servis ettikleri anlaşmaya itiraz eden Saadet Partisi’nin mihmandarlığında düzenlenen ‘Büyük Kudüs Mitingi’, Kılıçdaroğlu, İmamoğlu ve Davutoğlu’nun katılımı sayesinde Kudüs ve Filistin meselesinden daha çok iç siyaset ile ilgili bir konuya dönüştü. Bir önceki haftalık bilgilendirme toplantısında Karamollaoğlu, Trump ve Netanyahu yönetimlerine sert cümlelerle parmak sallamış, anti-semitik olmadıklarını, mazlum Filistin halkının haklarını koruduklarını, Kudüs ile ilgili taviz verilirse bunun Türkiye’yi kaybetmek anlamına geleceğini söyleyip vatandaşları ve siyasi parti liderlerini Mitinge davet etmişti.

Bu davete karşılık verip mesajlarını ileten ve bilfiil icabet eden partilerden özellikle ikisi, Gelecek Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi liderleri ile Ekrem İmamoğlu’nun ‘Kudüs Davası’ ile ilgili içli konuşmaları bir kenara bırakılacak olursa, mevcut durumun Türkiye’deki iktidar bloğu için çok yönlü belirsizliğe doğru ilerlediği öne sürülebilir.

* * *


Saadet’in Kudüs konusunda ön almak istemesi ve İslamcı grupların enerjisini ‘Kudüs Davası’ üzerinden kendi çeperinde toplamaya çalışması, şaşılası bir şey değil. Burada konuşmaya değer olan, Karamollaoğlu’nun haftalık bilgilendirme toplantısındaki çağrısına CHP ve GP’nin liderlik düzeyinde katılması. Bunun nedenlerinden ilki, Erdoğan’ın siyaset tekniğinin muhalefet tarafından da sürdürülmeye değer görülmesidir.

Şu an İdlip saldırıları ve ‘Fetullahçıların siyasi ayağı’ konusunda yaşanan bunalım, Kudüs Mitingiyle birlikte gündeme gelen yeni dinamiklerle ilgili tartışmaları örtse de, burada tartışmaya değer bazı meseleler var. İslamcılığın siyasal sıkışmışlığını aşmak için Ortadoğu’daki sorunlarla ilgili hassasiyetler yaratması, yeni bir keşif değil. Türkiye’de İslamcılara yönelik baskı dönemlerinde de hareketin ilgisi genellikle bu bölgeye doğru kaymaktaydı. Müslüman-yoğun bölgelerdeki gelişmelerden söz edilirken dile getirilen temenniler ise bir yönüyle iç siyasete yönelik temennileri içerirdi. Burada değişen çok fazla bir şey yok. Ancak İslamcılığın kendi içerisinde yaşadığı siyasal parçalanmanın ve sosyo-politik çözülmenin, muhalefeti oluşturan bileşenlere yeni fırsatlar verdiği söylenebilir.

* * *


İktidar bloğunun bir boş gösteren olarak kullandığı ‘dava’ kelimesi, muhalefet alanının genişlemesiyle birlikte, kendi kontrolü altında tutmakta gittikçe zorlandığı, elden ele, dilden dile hızla geçiş yapabilen bir malzeme haline geldi. Hangi meseleyle ilgili ön almak, kendini tek ve biricik oyuncu olarak göstermek istese, ondan rol çalan, hatta ondan daha ileri giden bir muhalefet silsilesi ile karşılaşması, iktidarı kendi elleriyle yapıp ettiklerinin sonuçlarıyla yüzleşmeye zorluyor. Kentlere, iklime, sosyal dokuya, hukuka, dindarlara, doğaya, komşularına, akademiye, sağlığa, ekonomiye, eğitime, sokağa ve özetle yaşamın her alanına yönelik yapıp edilen politikaların hemen hepsi birer eleştiri konusu haline dönüşüyor. Kötü olan her şey iktidar bloğuna yazılırken, bu bloğun hamaseti ve diline doladığı ‘dava’ kelimesi, muhalefet tarafından özenle çekilip devralınıyor.

‘Dava’ malzemesini kaptırmış olmak, Kudüs Mitingi’nde CHP liderinin İslam bayraktarlığına soyunmasını kolaylaştırdığı gibi İslamcılık hareketinin geleneksel temsilcilerinden biri olan Milli Görüş hareketi tarafından da ağırlanmasına vesile oluyor. Türk Tipi Başkanlık rejimine geçerken sadece kendisinin ittifak kurabileceğini, muhalefet bileşenlerinin herhangi bir biçimde yan yana gelemeyeceğini öngören AKP açısından bu tür yakınlaşmaların öfkeyle karşılanması, aşağılanması ve büyük komplo anlatılarıyla açıklanması pek etkili olmuyor. Mitinge katılanların siyasal bir ittifak arayışı için değil, Kudüs için orada olduklarını ifade etmeleri ise kimsenin umurunda değil, çünkü Kudüs, daha doğrusu Filistinliler kimsenin umurunda değil. Bu nedenle dava, Erdoğan’ın ve iktidar bloğunun elinde tutmakta zorlandığı bir manivela haline gelirken, iktidar bloğu topyekûn el yükseltmeye, sertleşmeye ve siyasal bölünmeleri, gerilimleri ileri taşımaya gayret ediyor.

İktidar bloğunun Suriye meselesinde taraflarla yaşadığı ve aşamadığı ağır bunalım ve kendini savaş seçeneğine sıkıştıran diplomasi sığlığı da bu sürecin bir parçası olarak yorumlanabilir. Tıpkı Fetullahçılık meselesinde olduğu gibi, Suriye meselesinde de verdiği-vermediği her kararın yıkıcı neticelerle sonuçlanması ve İslamcılık siyasetinin hiçbir aşamada hükümet için hayırlı sonuca dönüşememesi, retorik düzeyinde bile İslamcılığı geriye iterken milliyetçiliği yükseltti. Dış politikanın hemen her aşamasında yüksek retoriklerle kurulan hamasi diplomasicilik gösterisinin neden olduğu yorgunluktan istifade eden muhalefet ise dilediği argümanı dilediği gibi kullanabileceği bir alan kazandı. CHP’nin Kudüs hassasiyeti, biraz da çökmeye yüz tutan hariciyenin sayesinde oldu. Bu nedenle Kılıçdaroğlu’nun kendini bir anda Haçlı saldırısına karşı direnen Eyyübîler’den saymasına şaşmamak gerek.

Bu miting vesilesiyle ortaya çıkan tablo, Erdoğan’ın siyaset tekniğinin büyük ölçüde işe yaradığını, Türkiye’deki egemen kimliğin gittikçe kurumsallaştığını gösteriyor, denebilir mi? Yaşadığımız dönemin siyasal ve sosyal gelişmeleri, hafızaların felç olmasıyla malûl, henüz tarih olmamış geçmiş bile hatırlanamayacak kadar yıpranmış, aşınmış. Kudüs Davası’nın Türkiye’deki İslamcılık hareketi için ne anlama geldiği üzerine tekrar düşünüldüğünde CHP’nin bu mitinge katılmasının, CHP’den daha çok İslamcılık hareketi açısından değerlendirilmesi gereken bir mesele olarak ele alınabilir. Bu nedenle iktidar bloğunun semboller üzerinde ortaklaşmayı engellemeye yönelik siyaset tekniğinin muhalefetin farklı kanatları tarafından yeniden inşa edilmesi, başarılı bir manevra olarak kabul edilebilir.

Bu manevra yeteneğini Türkiye’nin gerçek sorunlarıyla ilgili gösterilip gösterilemeyeceği ise Türkiye’deki siyasal alanın yeniden düzenlenmesiyle ilgili tartışmalarla şekillenecek. Bugün için Türkiye, neo-patrimonyal otoriter bir rejim olarak kendi sınırlarına dayanıp, sahip olduğu birikimleri ve enerjisini iktidar ilişkilerini yeniden üretmeye harcarken, ekonomik ve siyasal sorunlar gündelik yaşamın içinde gittikçe daha fazla hissedilir hale geliyor. Böylesi koşullar altında seçmenlerle konuşabilmenin yollarını ‘Kudüs Davası’ ile aramak bir tercih. Kudüs hakkında konuşurken aslında iç siyaseti ile ilgili konuşulduğu ise bir gerçek. CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun buradaki başarısını ise 15 Temmuz’daki darbe girişiminden sonra AKP’nin düzenlediği Yenikapı mitinginde yuhalanırken, bugün benzer bir seçmen kitlesi tarafından alkışlanmasında aramak gerek. Bu değişim, sadece muhalefette olmaktan kaynaklanan bir durumun mu, yoksa Türkiye’deki kimlik siyasetinin gittikçe gerilemesinin bir sonucu mudur, bunu zaman gösterecek. Ancak belki de Türkiye’deki muhafazakar seçmenler, bütün siyasal meşruiyetini etno-dinsel kimlik üzerinden inşa eden iktidar pratiğinden yorulmuş, kimliklerinin bu kadar hoyratça kullanılmasından sıkılmıştır. Şimdilik görünen şey, birlik arayışının kimlikleri pek umursamadığıdır ve bu, muhalefet için bir başarıdır.