Depresyon ve Melankoli (6): Nereden Başlamalı?
Erdoğan Özmen

Demek içinde bulunduğumuz tarihsel uğrağı benzersiz kılan şey, öznelliklerimizdeki yapısal bir değişimin, karakter yapılarımızdaki bir tür mutasyonunun eşzamanlı olarak ortaya çıkmakta oluşudur. Diğer bir deyişle, tarihin şimdiki neoliberal/pan-kapitalist uğrağı, öznenin istilaya uğrayarak ya da parçalanarak varlığının dağılacağı ve ortadan kalkacağı korkularına yenik düşmesiyle karakterize bir uğraktır. En ilkel korku ve anksiyetelerin zamanına gerilemenin varlığımızı muhafaza etme ve sürdürmenin koşulu haline gelmiş olmasıdır bu. Bugün karşılaştığımız sefil insanlık manzaraları; komşuya, ötekine reva görülen gaddarca muameleler, evini kaybetmiş ve yollara düşmüş biçare türdeşlerimize hak gördüğümüz, üzerinde durduğumuz insanlık kaidesinin kaybına işaret eden korkunç vahşet/utanç sahneleri başka nasıl mümkün olurdu ki? 

Nispeten uzun bir hikayeyi kısaca anacak olursak: İstilaya uğrama/zorla sınırlarına girileceği/sınırlarının ihlal edileceği kaygısı (intrusion anxiety) -ya da diğer bir deyişle birleşme/kaynaşma kaygısı (fusion anxiety)-, ego sınırlarının kırılgan, zayıf ya da işlevini yerine getiremiyor oluşuna, özneyi ötekinin/nesnenin müdahale ve istilalarından koruyamayışı haline, bu ‘tehlikeyi’ savuşturmaya ilişkin bir yetersizliğe ve güçsüzlüğe işaret eder. Bu durumda özne kendini, ötekinin ruhsal yapısı tarafından istilaya uğramış gibi hisseder. Zorla içine girilmiş, sınırları çiğnenmiş ve sömürgeleştirilmiş bir ruhsal yapıya sahip olma duygusudur bu. Bu durum kaçınılmaz olarak bir yabancılaşma etkisi/sonucuyla bir aradadır.

Kimliğin oluşumu ya da inşası, intrusion kaygısının anlaşılması için de güçlü bir çerçeve sunar. Kimliğimizin inşası, içsel olarak deneyimlediğimiz şey için, o şeye karşılık öteki tarafından sunulmuş imgelere yaklaşma, onlarla bir olma/örtüşme arzusu eşliğinde ilerleyen bir süreçtir. İçsel olarak deneyimlediğimiz bütün uyarım ve gerilimleri kendimiz için temsil edecek herhangi bir kapasiteden yoksun olarak başlarız hayata. Bunu bizim için, bizim adımıza ötekinin yapması gerekir. Ancak buradaki birleşme ve özdeşleşme eğilimini dengeleyecek zıt bir sürecin yokluğunda sonucun tam bir felaket olacağını görmek zor değil. Birörnek varlıkların, sıradan kopyaların, aynıların, Aynı’nın boğucu dünyası demektir bu. Öyleyse hem sunulmuş o imgeler hem de öteki karşısında belirli bir mesafeyi garanti edecek, belirli bir uzaklığa izin verecek bir süreç de işlemeli, eşzamanlı olarak edimselleşmelidir. Simgesel yasanın, yani Baba’nın yasasının kurucu yasaklarının işlevi de aynı çerçeveye yerleşir. Baba’nın adına yürürlüğe konan yasa, anneyi oğluna yasaklayıp aralarındaki akrabalık ilişkisini tesis ederken bireyleşme-ayrılmayı zorunlu kılar. Ensest tabusudur bu. Benzer şekilde aynı yasa, kız çocuğunun hem anneye hem de babaya yönelik arzusunu reddederek, kızın kadınlık/annelik simgesel evrenini üstlenmesini ve oraya dahil olmasını ve aynı akrabalık kurallarını sürdürmesini gerektirir. Oedipal yapıyı, demek, öznenin kökensel ikili ilişkiden çıkmasını/ayrılmasını mümkün kılan üçlü bir ilişkinin kurulması olarak anlamalıyız. Bu ‘ilerleme’ kendimizi farklı arzulara sahip farklı ötekiler arasında konumlandırmamızı sağlar. Gerçekten de ileriye doğru yapılan bu olağanüstü hamle yoluyla, oldukça önemli bir diğer vasfın, insana özgü düşünüm/tefekkür kapasitesinin (reflective capacity) filizi yeşermeye başlar. Hem kendine hem ötekine üçüncü bir konumdan, kendi dışından bakabilme yetisinin, ve önemli bir nitelik/kapasite olarak bakışın bundan böyle kazanacağı olağanüstü derinlik de aynı matrisin ürünü olacaktır.

***


Günümüz bireyinin trajik yazgısını, bir bakıma kendi içine çökmek demek olan depresyondan muzdarip oluşunu yerleştireceğimiz düzeydir burası. Bir yandan söz konusu anksiyete ve korkularla yüzleşmek zorundayken diğer yandan da tam bir bağ/ilişki yokluğu, çözülmüş bağlar, tek başınalık ve yalıtılmışlık koşulları içinde kendini temellendirme, kendi olma göreviyle karşı karşıyadır. Başka bir söyleyişle, kendini mütemadiyen kusursuzlaştırılması gereken bir proje, bir performans öznesi olarak görmektir bu. Çıkış noktasından, başlangıçtaki desteğinden yoksun olduğu ölçüde imkansız bir görevdir bu. Demek “Kendi olmak” için dayanacağımız ve yola çıkacağımız bir Kendi’nin yokluğu ölçüsünde, günümüz öznesinin kendini takatsiz ve tükenmiş hissettiği asıl mücadelesi kendi ile kendi arasındaki daima sonuçsuz kalmaya mahkum mücadeledir. Her eylemi ve girişimini daimi bir ertelemeye tabi tutarak daha baştan geçersiz kılmanın yollarını bulacaktır. Açıktır ki, buradaki erteleme tavrı/savunması zamanı kontrol etmeye çalışmak gibi obsesif bir tasarıdan ziyade, bizzat üstlenilen görevin imkansızlığını perdeleme işlevi görmektedir. Performans/proje öznesinin mantığı uyarınca, mecburen bir performans biçimine/usulüne sahip olan ve dolayısıyla kendimizi tam olarak bağlı/yükümlü hissetmediğimiz bir edimi gerçekleştirdiğimizde ise çoktan kendi kendimizi gözetleme, kendi kendimizi izleme konumuna yerleşmiş durumdayızdır.

***


Bugün yapmamız gereken, çoktan mağlup olduğumuzu, umutlu olmak için gereken kuvvetten ve sebeplerden yoksun olduğumuzu, korkunç ve vahşi bir dünyada yaşadığımızı kabullenerek başlamaktır belki de. Yapmayı tasarladığımız her ne ise, bunu mutlaka en geniş kolektifle, mütemadiyen ve öncelikle aramızdaki bağlara/ilişkilere işaret eden, birbirimize muhtaçlığımızı ve zayıflıklarımızı ilan etmekten çekinmeyen ortaklıklar içinde/sayesinde gerçekleştirmenin yollarını bulmaya çalışarak başlamalıyız belki de. Bütün eylemlerimizin, yapıp/etmelerimizin referansını ve garantisini sonuçlardan filan ziyade, sadece ortaklıkta, ortak eylemlilikte arayarak. Kendimizi olabildiğine savunmasız ve çaresiz hissettiğimiz son virüs salgınının en önemli dersinin bu olduğunu unutmayalım: Her birimizin esenliği, iyiliği ve güvenliğinin olmazsa olmaz koşulu tüm diğerlerinin esenliği, iyiliği ve güvenliğidir. Burada bir de, Tuncay Birkan’ın Gazete Duvar’da yayınlanan “Bir imza kampanyası vesilesiyle: Öncüsüz örgütlenme ihtiyacı” yazısını anmak isterim: “Sorulması gereken soru çok açık: Gezi’de milyonlar vardı, bu bildirinin altında neden 1376 imza var?”. Her şeyden önce ve yeniden kendimizi birlikte, bir arada ve dolayısıyla muktedir hissetmeye ihtiyacımız var en çok.   

Ve bugün karşı karşıya olduğumuz, belimizi büken, çaresiz ve güçsüz hissettiren her konuda, varolan kapitalizm dışında -tutarlı ve sistemli bir alternatif şöyle dursun- herhangi bir şey tahayyül edemez hale düşmüş zihniyet dünyalarımızı da ıskalamadan en baştan ve en naif soruları sorarak başlamalıyız. En katlanılmaz bulduğumuz -ve biraz da bu yüzden artık üzerinde durmaya bile değmez diye düşündüğümüz ama gündelik gerçekliğimizi yapılandırmaya devam eden- o katı gerçeklere ilişkin en ilk, en basit, en duygusal soruları sorarak. Zamanımızın önümüze getirdiği tek avantaj bu belki de. Bugün en radikal cevaplara ulaşmanın yolu en naif soruları sormaktan geçiyor artık. Bununla ilgili olarak da Ümit Kıvanç’ın Gazete Duvar’daki 28 şubat 2020 tarihli “Bütün bunlar ne uğruna” yazısını anayım: “Sen ne uğruna yaşıyorsun? Ne uğruna yapıyorsun bütün bunları? Ne uğruna eziyet ediyorsun insanlarına? Ne uğruna ölüme gönderiyorsun evlatlarını? Ne uğruna, kimin uğruna?”