Her intihar hayatın değeri sorusunu yeniden ortaya atar: kadim ve çetrefil bir sorudur bu. Hayatın amacı ve anlamı nedir, insan niçin yaşar türünden büyük-metafizik sorular yukarıdan aşağıya, karmaşık olandan sade olana doğru kademe kademe inerek, seyrelip çeşitlenerek çoğun aynı problem etrafında dolanır: hayatın değeri. Hiçbir intihar aynı saiklerle vuku bulup, aynı nedenlerle görünürlük kazanmaz. Varlığını yaşam üzerinde egemenlik kurmakla devindiren modern iktidarı da, intihar eylemine tanıklık eden şahısları da, kavram üzerine söylem üreten –şair, roman yazarı, sosyal bilimci, psikolog vb- failleri de köşeye sıkıştıran başlıca unsurdur bu: bir konuşma biçimi olarak intihardaki sessizlik bölgesi yahut bilinmezlik ilkesi. Albert Camus bu sessizliğin felsefeyle ilişkisini kesin sınırlarla dile getirir:
“Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir. Gerisi dünyanın üç boyutlu olup olmadığı, düşüncenin dokuz mu, yoksa on iki ulamı mı bulunduğu, sonra gelir.”1
“Dünyanın üç boyutlu olup olmaması” meselesi hakikaten de intihar mefhumu karşısında bu derece tali yahut ehemmiyetsiz midir? Albert Camus nezdinde bilim, teoloji yahut felsefe: suyun kaldırma kuvveti, yaradılış mitleri ya da varlığın özü türünden meselelerden dem vurduklarında, önünde sonunda dünya ve hayat hakkında kendi söylemleri uyarınca “imgeler” sunarlar sadece. Ne var ki, bu imgeler hayatın yaşanmaya değip değmeyeceği hakkındaki kök-probleme tosladığında şangır şungur parçalanırlar. Zira başarısızlık, gelecek düşüncesinden yoksunluk, amaç yitimi, yoksulluk, bıkkınlık, haz kaybı, gündelik rutinin boğuculuğu ve sair yıkıcı haller ve bu hallerden doğan intihar arzusu mevcut imgelere galebe çalar. Felsefeyi hayat hakkında yeniden bir yargı vermeye çağıran, bakışlarını negatif olandan kaçırmayan bir jesttir Albert Camus’nünki, kurucu ve pozitif olan –“iyileştirici olan”- kof iyimserliklerden değil, karanlıktan çekilip çıkarılır...
***
Can Binali Aydın öykülerinde Albert Camus’nün radikal jestine benzer bir tavırla, edebiyat dolayımıyla siyaset düşüncesini ve pratiğini intihar mefhumuyla yüzleşmeye çağırmak ister gibidir. Yazar öznenin de, yer yer karakterlerin de bir sessizlik alanına çekilerek ifade etmek istedikleri bir sözleri, kısık sesli bir itirazları var bu hususta: bugün siyasetin en mühim meselelerinden biri, belki de en yakıcısı intihar olgusudur, siyaset bu olguyu sorunsallaştırmak zorundadır, gerisi demokrasinin kimi handikapları, küresel ilişkiler, aile dramları, kırık aşk hikâyeleri, borsa dalgalanmaları yahut seçim tarihleri ve sayılardır... Tıpkı felsefe gibi siyaset de yaşam hakkında yeni, daha diri ve dinamik yargılara, düşüncelere varmak, hayatın yaşanmaya değip değmeyeceği meselesini odağa alıp, esas itibariyle kalbura çevrilmiş “insan” fikrini gündemleştirmek durumundadır.
Gelgelelim trajik bir sonuç vardır gelinen aşamada: Ölüm de tıpkı yaşam gibi kıymetten düşmüştür, intihar da bu süreçten hasarlar almıştır tabii. İntihar gayet normal bir seçenek gibidir artık: “Sinemaya mı gidelim, intihar mı edelim? ‘Fark etmez.’ Bira mı, siyanür mü içelim? ‘Fark etmez.’” Öznenin içine sıkıştığı dünyadan firar etme, kendi ölümünün kararını alarak son bir eylemle yaşamının faili olma isteği sallantıda olduğu kadar hayli sıradanlaşmıştır da. Zira öznenin intiharının bir “protesto” olma kapasitesi, insandaki diğer kapasiteler gibi iyiden iyiye daralmış, tükenmiş gibidir. Neredeyse her şeyi elinden alınmış modern öznenin elinden kendini öldürme hakkı ve bu hakkı tecessüm ettirecek enerji de alınmıştır. Nitekim doğru düzgün yaşayamayan özne gönlünce ölemiyordur da: “istediğim gibi olmayacaksa neden ölüyordum.” İstenildiği gibi ölünemiyordur zira kişinin “kendi canının” tasarrufunun kendinde olması kesin olsa bile, “ölümden pay almak” isteyen “ötekiler” vardır; sinsi engelleyiciler, yaşam destekçileri kılığında:
“(...) Mahalle baskısı yüzünden ölemiyordum. Ailem, doktorum, dostlarım, bakkal... Orta ikide âşık olduğum sınıf arkadaşım Bahar (...) mesajlarıma cevap vermeyenler, hiç mesaj atamadıklarım –bilhassa onlar- seve seve ölümümden pay isteyeceklerdir, düşmese de. İnsanlar delil bırakmadıkları suçları bölüşürken adil davranırlar. Delil yoksa, suç da yoktur çünkü ve suç yoksa ceza da. Benimse ölümümü ihaleye açma fikri aklımın ucundan bile geçmiyordu. Öyleyse ölümümü kriminalleştirmeliydim. Böylece en azından sonrasında kafam rahat edecekti. Ama kim tek başına kendine öldürülmüş süsü verebilirdi ki? Cinayet en az iki kişinin gerçekleştirebileceği bir şeydi. Bu yüzden öldürülmekten vazgeçtim, hiç suçu yokken birine yıkılabilirdi ölümüm. Zaten binlerce failsiz ölümüz vardı, en azından ölüsüz bir failimiz olmasındı.2
Ölüm de en az yaşam kadar sahipsizdir, herhangi bir yere bırakılamıyordur. Can Binali Aydın’ın işitilmemiş, görülmemiş olan özneleri bu dünyada, bu koşullarda –herkes kadar ve herkes gibi- haksızlığa uğramışlardır; içine kara bir şakanın da sızdığı intihar arzusu da telafi edilemeyen bu haksızlıklara sessiz ama kuvvetli bir karşı çıkış niteliğindedir. Masaya sürülecek eldeki son kozdur. Ne var ki, bu karşı çıkış da tıkanır: yaşamdan değil ama ölümden pay almak isteyen varlıklar –toplum- özneyi çepeçevre kuşatmıştır. “Mesajlara cevap vermeyenler”, hiç “mesaj yollanmamış” olanlar olumlu değil, olumsuz yük ve içeriklerle eylemin önüne geçerler. “İhaleye” yanaşmayan özne yaşamda kaybettiği “haysiyetini” hiç değilse ölümde tekrar kazanmak istiyor, ölümünü kimseyi suçlu çıkarmadan tekil bir olay olarak dünyaya salmak istiyordur ama “mahalle baskısı” kişinin bu fail olma isteğini sahte yahut anlık bir suçluluk duygusunu omuzlayarak bile olsa baltalıyordur. Özne bu suçluluk duygusu zevkini topluma –kişinin kendi hayatındaki minyatür topluluğa- kaptırmak istemez ama çaresizdir. Bir tür örgütlü suç şebekesi olarak işleyen toplum, bireye birey olma hakkını ve imkânını ölümde bile tanımıyordur. Hiçbir sorumluluk üstlenmeyen toplum ve onu şekillendiren iktisadi ve siyasi ilişkiler öznenin intiharından tereyağından kıl çeker gibi sıyrılıyordur. Özne istediği gibi yaşayamamıştır, istediği gibi ölemiyordur da...
İntiharı bir teşebbüs hattında, gelgeç bir düşünce yahut kesik kesik işleyen bir his koordinatında tutan bir paradoks olarak istenildiği gibi ölememe: Tereddütten yahut cesaretsizlikten öte, yaşamı da ölümü de sorguya açamayan bir tutulma, kasılma, kireçlenme halidir bu. Yaşamın karşısına ölümü, ölümün karşısına yaşamı çıkaran katı bir toplumsal düzenek söz konusudur; bu düzenek ve ona uygun zihniyet yaşam özelinde başka ve daha cazip bir yaşam anlayışına sahip değildir, siyasal düşünüş ve duygulanımların da kör noktasıdır burası. Can Binali Aydın’ın karakterlerini uyanış ve zincire dönüş arasında hapseden başlıca faktör de istenildiği gibi yaşayamama ve ölememe arasındaki çözülemeyen bu ikilik, bu son derece aktüel gerilim, bu arada kalma, sınırlar yahut çizgiler üzerinde donakalma süreçleridir. Karakterler intihar teşebbüslerinden ağır yaralarla ama genelde sağ çıkarlar; ağız, kemikler, dişler –hissedilemeyen beden- paramparça olur ama “Şişli Etfal’de bir mumya gibi” yatıp da “33. günde” uyanılır yoğun bakımlardan... Sıkıntılı yaşam daha da sıkıntılı şekillerde devam eder, çoktan dağılmış anlamlar daha da ufalanır...
1 Albert Camus, Sisifos Söyleni, çev: Tahsin Yücel, İstanbul, 2016, s. 21.
2 Can Binali Aydın, Yalnızım İnsanla Geçilmiyor, İstanbul: Everest Yayınları, 2020, s. 45-46.