Büyük Bir Düşün Sorunu: Natık Nuri'nin Yenilgisi

Özellikle son iki yıldır rejim içindeki değişik kanatların belirginleşmesi sürecini yaşayan İran’da son cumhurbaşkanlığı seçimleri, bu sürecin kesin bir bölünmeye ulaşması ve şimdiye kadar egemen konumunu koruyan muhafazakârlar için kesin bir yenilgi ile sonuçlandı.

Rafsancani’nin 1993 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Anayasa değiştirilerek ikinci kez aday olmasına imkân tanınması ve ardından seçimlerde ciddi bir rekabet olmadan kazanmasının üstünden bir-iki yıl geçmeden başlayan sonraki cumhurbaşkanının kim olacağı tartışmalarında muhafazakâr kanadın lideri Meclis Başkanı Ali Ekber Natık Nuri’nin adı öne çıkmıştı. Natık Nuri ve taraftarları neredeyse daha iki yıl öncesinden seçim kampanyalarına başladılar. Natık Nuri’nin kazanacağına o kadar kesin gözüyle bakılıyordu ki, kendisi ve taraftarları tarafından “gelecek cumhurbaşkanı” olarak görülüyordu. Belki bunu bir tür meşrû hak olarak da görüyorlardı. Çünkü İran İslâm Cumhuriyeti’nin son Cumhurbaşkanı Rafsancani ve ondan önceki cumhurbaşkanı, şimdiki dinî lider Ali Hamaney, bu göreve Meclis Başkanlığından geçmişlerdi.

Bu atmosfer ve beklentilerle girilen seçim ortamında, G-6 ve ulemanın sol kanadı uzun bir süre Natık Nuri’ye karşı tek başına çıkabilecek bir aday aradılar. Ama daha sonra iki grup da böyle bir adayı tek başlarına çıkaramayacaklarını düşünerek, 1996’daki son Meclis seçimlerinde bir oranda denedikleri ortaklığı bu sefer de göstermeye karar verdiler ve ortak aday arayışına girdiler. Bu iki grup eski başbakan Mir Hüseyin Musavi’yi uzun süre aday olmaya ikna için çalıştı ve bu ikna çalışmaları sürerken, Musavi’nin halkın geniş kesimlerinin desteğini harekete geçirdiği görüldü. Hattâ hemen bütün kesimlerde, aday olması durumunda, Musavi’nin cumhurbaşkanlığını kesin olarak kazanacağı görüşü hâkim oldu. Çünkü Musavi 8 yıllık başbakanlığı döneminde rüşvete yolsuzluğa bulaşmamıştı, temizdi ve yaygın sübvansiyonlar da dahil uyguladığı ekonomik politikalar, yoksul halk kesimlerinden yanaydı.

Devrimden hemen sonra 19 Şubat 1979’da kurulan İslâm Cumhuriyeti Partisi’nin Merkez Konseyi üyesi, geçiş döneminde ülkeyi hükümetin arkasından idare eden Devrim Konseyi üyesi, Temmuz 1981’de Dışişleri Bakanı, 10 Kasım 1981’de ise Başbakan olan ve savaş yılları boyunca sürdürdüğü bu görevi, 1989 yılında Rafsancani’nin cumhurbaşkanı seçilmesi üzerine yapılan anayasa değişikliğiyle Başbakanlık makamının kaldırılması ile sona eren Musavi, yaptığı kısa bir açıklama ile gerekçe göstermeden, adaylığı kabul etmeyeceğini bildirdi. Aslında aday olmamasının en önemli nedeni, içlerinde Yargı Erki Başkanı Ayetullah Muhammed Yezdi’nin de bulunduğu dinadamı-politikacıların da doğrudan katılımı ile, Kum Medresesi Hocaları Derneği’ni de arkalarına alan muhafazakâr kesimin rejimin üst katlarında işlediği “Musavi geliyor korkusuna” dayalı propagandalar ve bu propagandaların harekete geçirdiği muhafazakâr baskı idi.

Bunun ardından bir aday bunalımına giren sol-liberal koalisyon, sonunda ulemanın sol-radikal kanadının örgütü Mecma-yı Ruhaniyun-u Mübariz (Militan Dinadamları Birliği) üyesi eski Kültür ve İslâmî İrşad Bakanı Muhammed Hatemi’yi adaylığa ikna etti ve Hatemi adaylığını Ocak ayında açıkladı.

Hatemi, iki grup tarafından desteklenen, ama formel olarak iki grubun dışında, bağımsız bir aday olarak ortaya çıktı. Elbette bütün seçim propagandasını kendi seçim bürosunun yanı sıra, Militan Dinadamları Birliği ve ağırlıklı olarak G-6’nın Tahran ve eyaletlerde oluşturduğu seçim örgütlenmesi yürüttü. Hatemi, sol-radikal kanadın önemli örgütlenmeleri İran İslâm Devriminin Mücahitleri Cemiyeti ve İmam’ın çizgisindekiler adıyla tanınan sol-radikal geniş örgütler koalisyonu tarafından da desteklendi.

Bu koşullarda girilen seçim atmosferinde, müesses nizam, Rafsancani ve çevresi dışarıda bırakılmak şartıyla, tümüyle Natık Nuri’yi destekledi. Natık Nuri, Meclis Başkanı olmanın da verdiği avantajla hemen her gün televizyonda görünerek, iç ve dış geziler, açılışlar yaparak kampanyasını en geniş ve engelsiz biçimde yürüttü. Buna İran radyo televizyonunun açıkça Natık Nuri’den yana olan tavrı da eklenince yarış giderek “eşitsiz” bir hal almaya başladı.

Bu eşitsizliği asıl artıran ise, dinî kesimler ve yönetim katı üzerinde sorgusuz bir otoritesi olan dini lider Ali Hamaney’in Natık Nuri’yi desteklemesi oldu.

Natık Nuri’yi aday gösteren muhafazakâr ulemanın temel örgütü Came-ye Ruhaniyat-ı Mübariz’in (Militan Dinadamları Örgütü) eski genel sekreteri Ayetullah Mehdevi Keni, gazetelerde yayımlanan bir açıklamasında liderin “az ya da çok” Natık’ı desteklediğini söylerken, dinî liderin kendisi de Natık Nuri’yi desteklediğini açıkça belirten demeçler verdi; bu demeçlerinin hepsinde, “tarafsız olduğunu” iddia etmeyi ihmal de etmedi. Bu demeçler ve destek bir süre sonra o aşamaya geldi ki, Hatemi, seçimlerden sadece 5 gün önce bir açıklama yaparak, “eğer lider benim bu göreve uygun olmadığımı düşünüyorsa, bu fikrine uyacak ilk kişi ben olurum” diyerek, açıkça, “istiyorsanız çekileyim” demek zorunda kaldı. Ancak, tarihin garip bir cilvesi olarak, Hamaney böyle bir şey isteyemedi ve neredeyse adaylıktan çekilme durumuna gelmiş birisi, rejimin en tepedeki ruhani yetkilisi ve müesses nizamın karşı olmasına rağmen cumhurbaşkanı seçildi.

Ancak, bu noktada seçimden iki gün önce yaşanan bir gelişmenin etkili olduğunu teslim etmek gerekir. Hatemi yanlısı gençlerin, İran’da yas ayı olarak yaşanan Muharrem ayına denk gelen seçim kampanyası dönemindeki çoşkulu ve neşeli propaganda çalışmaları, Natık Nuri kesiminin eline bir koz verdi. Natık Nuri taraftarları, özellikle gençlerin, başkent Tahran’ın modern yerleşim birimlerinden Şehrek-i Garb (Batı Kent) mahallesinde yaptıkları çoşkulu kutlamanın Muharrem gibi kutsal bir yas ayında Şii inançlarına ve devrimin değerlerine aykırı olduğu propagandası yaptılar ve bu propagandanın dozunu giderek arttırdılar. Ancak, gerek bu propagandanın Hatemi’yi neredeyse din ve rejim düşmanı ilân edecek noktaya kadar yükselmiş olması, gerek kesin olarak bilinemese bile, seçim günü yaklaştıkça Hatemi’nin kazanma şansının ciddi olarak arttığının farkına varılmış olması nedeniyle, lider seçimlerden iki gün önce yaptığı son konuşmada, duruma müdahale etmek zorunda kaldı.

Dini lider radyo ve televizyondan yayımlanan ve ertesi gün bütün gazetelerde yer alan konuşmasında, Şehrek-i Garb’deki olaylarla ilgili propagandalara değinerek, burada yaşananların halk arasına ikilik ve düşmanlık sokmak isteyen “yabancı düşmanların bir komplosu olduğunu” ileri sürdü. Hamaney ayrıca, bu olaylara katılanların “rejime ve devrime bağlı bir kişinin (Hatemi) taraftarı olamayacaklarını” söyleyerek, Hatemi’yi akladı. Liderin bu konuşmadaki, eski konuşmalara oranla Hatemi’ye karşı nötr tavrı, hâlâ dinî liderin görüşlerine itibar eden seçmen kesimleri ve rejim katlarında Hatemi’ye cevaz verilmesi olarak algılandı. En azından lider, Natık Nuri’yi her koşulda desteklemeyeceğini, destekleyemeyeceğini kabul etmiş oldu.

Natık Nuri de bu sıralarda yaptığı konuşmalarda, cumhurbaşkanlığı seçimleri gelinceye kadar yaşanan ve bu günün gelmesini sabırsızlıkla beklediği yaklaşık üç yıllık bekleme dönemindeki kendinden emin tavrından uzaklaşmaya başladı. Natık Nuri, belki son zamanlara kadar kendisinin de paylaştığı “ne olursa olsun, her türlü yoldan Natık Nuri” kazanacak görüşünden sıyrıldı ve “seçim sonuçlarının ortada olduğunu, sıkı bir yarışın yaşanmakta olduğunu” söylemeye başladı. İlk zamanlar bu “bir seçim taktiği, centilmenlik gösterisi’’ olarak algılansa da, giderek Natık Nuri’nin gerçekten böyle düşündüğü ortaya çıktı. Natık Nuri, seçim günü oy verirken yaptığı açıklamada da “seçimin ortada olduğunu, sıkı bir rekabet yaşandığını’’ söyledi. Halbuki artık rekabet bitmiş, kazanan belli olmuştu.

Ayrıca dinî lider ve Rafsancani seçimlerden bir gün önce yaptıkları açıklamalarla seçimlerde hile yapılmasına kesinlikle izin verilmeyeceğini söylediler. Önceleri inandırıcı gelmeyen bu sözler, yaşanan gelişmeler ışığında inandırıcı geldi ve seçimlere katılmakta hâlâ kararsız kalan seçmeni sandığa itti ve seçimlerde iki aday arasındaki yarışın adil olmasına imkân tanınması, Hatemi’nin kazanmasının yolunu açtı.

Çünkü seçmenin ne için oy verdiği önemli olmakla birlikte, sandığa gitmeye ikna olmuş olması da önemlidir ve Hatemi’nin adaylığı ve seçim boyunca yaşananlar seçmeni sandığa gitmeye, yani “verdiği, vereceği oyun bir işe yarayacağına” ikna etmiş görünüyor.

Liderin yanı sıra, İran devletinin önemli iktidar merkezlerinden, yasaların Anayasa ve şeriata uygunluğunu denetleyen, milletvekili ve cumhurbaşkanı adaylarını onaylama yetkisine sahip Anayasayı Koruyucular Konseyi de (Şura-yı Nigahban) açıkça Natık Nuri’yi destekledi ve bunu gizleme ve görüntüde de olsa bir tarafsızlık gereği duymadı.

Konsey’in, cumhurbaşkanı adaylığı onaylanan adayları açıkladığı listede, Natık Nuri’nin adı başta, Hatemi’nin adı sonda yer aldı. Hatemi taraftarlarının onaylanan adayların isim sırasına göre açıklanması gerektiği şeklindeki itirazları üzerine, muhafazakâr kesimin önde gelen liderlerinden, Konsey’in genel sekreteri Ayetullah Ahmed Cenneti, “böyle bir yasal zorunluluk ve pratik olmadığını” söyledi. Rejimdeki her türlü yumuşama ve gevşeme eğilimine, her türlü serbestiye ilk karşı çıkan kişi olmakla ünlenen Cenneti, bunu söylemekle yetinebilirdi, ama yetinmedi ve aynen şöyle dedi:

“Adaylar, Şura-yı Nigahban’daki inceleme sonrası yapılan oylamada en çok oyu alandan en az oy alana doğru sıralandılar.” Cenneti böyle demekle Konsey’deki oylamada, Natık’ın en çok, Hatemi’nin ise en az oyu aldığını da açıkça söylemiş oldu ve böylece Natık’ı desteklediklerini hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde ortaya koydu.

Natık taraftarları, daha önce de belirtildiği gibi, seçim kampanyası döneminin Muharrem ayına rastgelmesinden de yararlanmaya çalıştılar. Dinî lider, ulemadan halkı hangi adaya oy vermeleri gerektiği konusunda aydınlatmasını istedi. Kum Medresesi Hocaları Derneği’nin, Natık’ı aday gösteren CRM ile birlikte, camilerde daha çok etkisi bulunması ve halkın Muharrem’de daha sık camiye gitmesinden yararlanarak, camilerde Natık lehine propagandanın güçlü olacağı tahmin edildi. Ama, sonuçlar Hatemi’nin de ulema arasında büyük desteği olduğunu ve bu faktörü de kendi lehine çevirdiğini ortaya koydu.

SEÇİM SÜRECİ-ENGELLEMELER

Müesses nizam Ocak’ta aday olacağını açıklayan Hatemi’yi engellemek için elinden geleni yaptı. Özellikle muhafazakârların sokaktaki vurucu gücü Ensar-i Hizbullah grubu tarafından yürütülen bu engellemeler o boyutlara ulaştı ki, Hatemi’nin en az altı eyalette propaganda yapması fiilen engellendi. Hattâ Ensari Hizbullah açıkça Hatemi’yi “ülkeyi Amerikaya satmak istemekle” bile suçladı.

Engelleme çabalarının bu boyutlara varması, Hatemi’nin seçim platformunda vurgulamayı özellikle ihmal etmediği “hukukun hâkimiyetinin sağlanması”nın anlamını ve seçmen katındaki çekiciliğini ortaya koyuyor. Hatemi bütün seçim propagandası ve seçildikten sonraki ilk basın toplantısı ve diğer konuşmaları boyunca hep “hukukun hakimiyeti’’ni vurguladı ve bunun sağlanacağını söyledi. Çünkü, kendi tamamen kısıtlı ve baskıcı çerçevesinde bile, ülkede hukukun egemenliği değil, bazı baskı gruplarının kural tanımazlığı hüküm sürüyordu. Özellikle Anayasayı Koruyucular Konseyi Genel Sekreteri muhafazakâr molla Ayetullah Ahmed Cenneti’nin desteklediği Ensar-i Hizbullah grubunun hükümet tarafından desteklenmeyen, ama engellen(e)meyen faaliyetleri hukukun egemen olmamasının en önemli örneğini oluşturuyor.

Yaklaşık iki yıl önce ortaya çıkan grup,“İslâmî yaşam tarzına karşı” olduğunu düşündüğü şeyleri protesto ediyor, bu davranış tarzı içinde olduğunu düşündüğü kişileri ve çevreleri uyarıyor ve zaman zaman da doğrudan zor kullanarak müdahale ediyor ve bu müdahaleler engellenmiyor.

Grubun, Tahran Üniversitesi’ndeki Mevlana ile ilgili bir konferansını basarak engellemek de dahil, özellikle uyguladığı baskı ve ölüm tehditleri sonucu, farklı bir İslâm ve siyaset yorumu olan Dr. Abdülkerim Suruş, önce Tahran Üniversitesi’ndeki derslerini ve konferanslarını kesmek sonra da ülkeyi terk ederek Londra’ya gitmek zorunda kaldı. Daha sonra Nisan ayında ülkeye döndüğü bildirilen Suruş, seçim döneminde özellikle sessiz kaldı.[1]

Aynı grup, kadınların bisiklete binmesinin günah ve İslâmî yaşam biçimine aykırı olduğu gerekçesiyle, belediyeye ait, Tahran yakınlarındaki Çiktar parkını bastı ve kadınlı erkekli bisikletçilere ve park görevlilerine saldırarak dövdü. Grubun saldırıları arasında, hoşlarına gitmeyen bir filmi oynatan sinemayı basmak ve baskın sırasında merdivenlerden düşen hamile bir kadının ölümüne neden olmak da var.

Grubun, kadın sporlarını ve kadın haklarını savunduğu kabul edilen Cumhurbaşkanı Rafsancani’nin kızı Faeze Haşimi’nin bürosu önünde yapmak istediği gösteri ise polis tarafından engellendi ve bu, tek engelleme ve yönetimin gruba tek müdahalesi olarak tarihe geçti.

İran’daki hukuk dışılıkların sadece bunlarla kalmadığı aşikâr. Ancak sokaklarda halkın yaşamına doğrudan müdahale eden ve “resmî devlet görevlileri’’ dışındaki kesimlerin gerçekleştirdiği baskılar olarak en öne çıkan uygulamalar Ensar-i Hizbullah’ın baskıları ve oluşturduğu tehdit.

Nitekim Hatemi, seçim sonrası yaptığı konuşmalardan birinde, bu grubu kastederek, “kimsenin hukukun dışına çıkmasına ve kendi görüşlerini başkalarına empoze etmesine izin vermeyeceğini” söyledi.

Bu grup Hatemi’nin seçim çalışmalarını da elinden geldiğince engellemeye çalıştı. Hattâ Hatemi, başkent Tahran’dan sonraki en büyük iki kent Meşhed ve İsfahan’daki propaganda konuşmalarını, bu gruba bağlı militanların saldırıları nedeniyle yarıda kesmek zorunda kaldı. Bunun rövanşını almak ve gözdağı vermek için olsa gerek, Hatemi seçilişinden sonra Tahran dışı ilk ziyaretini Meşhed’e yaptı.

Ama bütün destekler ve köstekler boşa çıkıp Hatemi kazanınca, sonuçta daha akıllı ve mantıklı mollaların daha önceki dönemlerde de ulemanın seçimlere ve siyasete karışmama gerekçesi olarak ortaya koydukları bir korku gerçekleşmiş oldu: “yanılmaz imamların yeryüzündeki yanılmaz temsilcisi” olan ulemanın doğru adına gösterdiği politika ve destekledikleri adayların yenilmesi sonucu ulemanın itibarının düşmesi. Evet, hiç olmazsa Hatemi’nin de molla olması nedeniyle, İran Şii uleması, şimdilik toptan bir itibar kaybından kurtulmuş oldu; ama İran’da iktidar tekelini elinden bırakmak istemeyen ulemanın muhafazakâr-sağ kanadı büyük bir itibar kaybına uğradı. Nitekim Hatemi’nin zaferi, başka birçoklarının yanı sıra, Natık Nuri’yi destekleyen Kum’daki bazı büyük Ayetullahların da yenilgisi olarak yorumlandı.

Muhammed Hatemi, 23 Mayıs’ta yapılan ve katılım oranının yüzde 88 olduğu cumhurbaşkanlığı seçimlerini geçerli oyların yüzde 69.63 ile kazandı.[2]

Seçim sonuçları birçok bakımdan ve birçok çevre için büyük sürpriz, hattâ şok oldu ama, herkes için sürpriz olmadığını, en azından bazı kesimlerin, böyle büyük bir destekle olmasa da, Hatemi’nin kazanmasını beklediğini belirtmekte fayda var.

G-6, seçimden önce yayımladığı kamuoyu yoklamasında Hatemi‘nin açık farkla önde olduğunu ortaya koydu ama buna kimse inanmadı. Natık Nuri’yi önde gösteren kamuoyu yoklamalarına da kimse inanmadı.[3]

Gözlemcileri ve seçmenleri şaşırtan, rejimin Hatemi’nin kazanmasına izin vermeyeceği fikri idi. Ama bu analizlerin eksiği, rejimin önemli direklerinden olan Rafsancani’nin ve gücünün büyüklüğünün hesaba katılmaması idi. Rafsancani şimdi görülüyor ki, kendi geleceği ve rejimin geleceğinde kendi yeri ile ilgili olarak büyük pazarlıklar sonucu ve gücünü ve etkisini kullanarak önemli bir plan hazırlamış.

Kampanya dönemindeki bütün engelleme çalışmalarına ve seçmenin seçimlerin adil geçmeyeceği yönündeki inancının getirdiği olumsuzluklara rağmen Hatemi’nin seçimleri kazanabilmesinin önemli nedenleri var. Bu nedenleri kabaca, bu baskılara göğüs gerebilme gücü ve halkın oylarını alabilmesine yol açan nedenler olarak ikiye ayırmak mümkün. Şimdi bu nedenlere geçelim.

Hatemi’nin müesses nizamın güçlü iktidar merkezlerinden gelen baskıları göğüsleyebilmesinin en önemli nedeni kuşkusuz, son 8 yılda güçlü bir siyasî mekanizma ve iktidar odağı yaratan Rafsancani ve ona yakın G-6 grubunun desteğidir. Bu destek ve Hatemi’nin kazanma zemininin hazırlanmasında Rafsancani’nin rolü o kadar büyüktür ki, seçimin sonunda asıl kazananın Rafsancani ve G-6 olduğunu söylemek bile mümkün. Çünkü Hatemi’nin üyesi olduğu radikal-sol ulemanın örgütü MRM’nin böyle bir desteği sağlayacak gücü yok ve bu son Meclis seçimlerinde görüldü. Bu nedenle halkın desteğinin seferber edilmesinde asıl rolü G-6 oynadı.

İlk başta Rafsancani etrafındaki yönetici ve bürokratların gruplaşması olarak ortaya çıkan G-6 sadece bir teknokratlar hareketi olarak görülümez, ama her halükârda bir elitler hareketi olarak görülebilir; fakat halkın geniş kesimlerinin desteğini almış ama şimdiye kadar yeterince harekete geçirememiş bir elitler hareketi. Bu nedenle liste olarak girdikleri Mart 1996 Meclis seçimlerinde beklendiği ölçüde başarılı olamadılar. Çünkü halkın Meclisin, özellikle de Natık Nuri’nin başkanı olduğu Meclisin değişiklik yapacağı şeklinde bir beklentisi yoktu. Ve bu Natık Nuri’nin Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki yenilgisinde de en önemli faktörlerden birini oluşturdu. Halk Natık Nuri’ye oy vermemesinin nedenini, “8 yıldır Meclis’te. Ne yaptı?” sorusuyla ortaya koydu.

Ama değişiklik yapabilecek bir makam olan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, uygun adayın da bulunmasıyla halk desteği harekete geçti. Daha doğrusu halkın daha önce siyaseten yabancılaşmış kesimi, bu kez doğrudan kendi kaderi ve günlük yaşamı ile ilgili gördüğü bir tercih anında ağırlığını koyabilme imkânı bulduğuna ve bu imkânın değerlendirilmeye değer olacağına ikna oldu ve ağırlığını koydu.

Ancak bu tür düşünüş tarzı, yani halkın bu tarzda güdülerle oy vereceği beklentisi ve açıklamaları ancak büyük oranda başkent Tahran olmak üzere kentli nüfus için geçerli olabilir. Ve sadece rejimin temel prensiplerini hiçbir zaman benimsememiş, yani dinî rejimin herhangi bir partisinin taraftarı olmayan kesim için.

Ama bu partilerin taraftarı olan ve son Meclis seçimleri de dahil daha önceki seçimlerde oy vermiş kesimleri harekete geçirecek mekanizmalar farklıdır. İşte bu aşamada, G-6’nın önde gelen liderlerinden Tahran Belediye Başkanı Gulamhüseyin Kerbasçi’nin, Hatemi’nin seçim kampanyasını nasıl yürüttüklerini anlatırken kullandığı, ’’adını vermeden siyasî partiyi kurduk’’ sözü ve ulemanın temel eğitim merkezlerinden biri olan, neredeyse tamamen bir medrese-kent görünümündeki Kum sonuçları ilginçtir. Kebrasçi, başkent Tahran’da ve ülke çapında yüzlerce seçim karargahında parti gibi çalıştıklarını açıklarken, Kum Medresesi mezunu binlerce genç mollanın kendi seçim kampanyalarında çalıştığını da açıkladı.

Şii ulemanın İran içindeki en önemli merkezi olan Kum’da bulunan medreselerin hocalarını biraraya getiren Kum Medrese Hocaları Derneği, Natık Nuri’yi CRM ile birlikte aday gösteren iki örgütten biri olmasına rağmen, Kum’da Natık Nuri ancak yüzde 32 oy alabilirken Hatemi yüzde 58.78 oy aldı. Ayrıca Kum’da seçim propagandaları sırasında gergin anlar yaşandı. Hattâ bir toplantıda ulemadan önde gelen birinin Natık Nuri’nin seçilmesi gerektiğini anlatırken Hatemi aleyhine bazı sözler söylemesi üzerine ulemanın genç üyeleri ve öğrencilerin önemli bir kesiminin durumu açık ve sert bir biçimde protesto ettikleri bile ileri sürülüyor.

Kum’daki bu durum, ulemanın içinde zaten radikal sol, yani MRM’nin bir desteği olduğu şeklinde açıklanabilir. Ama, Kerbasçi’nin yukarıdaki açıklaması, ulema içinde, özellikle genç ulema, yani devrim sonrası kuşak dinî öğrenciler içinde G-6’nın önemli desteğinin olduğunun da bir göstergesidir. Kerbasçi’nin, G-6’nın Hatemi için yürüttüğü seçim kampanyasına Kum din okulundan yeni mezun binlerce genç mollanın da aktif olarak katılımı ile ilgili sözleri bunun bir göstergesi.

Hatemi, İran’da Şii ulemanın Kum dışındaki iki önemli merkezinde de yükek oy oranları sağladı; İsfahan eyaletinde yüzde 70, Meşhed’in başkenti olduğu Horasan eyaletinde de yüzde 60 oy aldı.[4]

Hatemi’nin dinî merkezlerde, bütün karşı propagandalar ve engellemelere rağmen bu kadar çok oy almasının arkasındaki başka önemli bir neden de, ailesinin Şii dinî çevrelerdeki ünü ve molla çevrelerindeki sağlam yeridir. Ünlü ayetullahlar yetiştirmiş bir ailenin çocuğu olan Hatemi, İran’daki üç büyük dinî aileye de akraba; Tabatabai’ler, Musavi’ler ve Ruhani’ler. Ayetullah Humeyni ile de ailevi bağlantısı olan Hatemi’nin eşi ise Lübnan Şiilerinin liderlerinden İranlı molla İmam Musa Sadr’ın yeğenidir.

Bunun yanı sıra, şehirli biri ve Farsça’yı bütün orta sınıfın anlayacağı standart Tahran lehçesiyle konuşan Hatemi yaklaşık 10 yıl süren kültür bakanlığı sırasındaki uygulamaları ile de sanat ve kültür çevreleri ile aydınların ve şehirli orta sınıfların desteğini kazandı. Hatemi’nin bu bakanlıktan ayrılmasından sonra[5] son yıllarda uygulanan muhafazakâr kültür politikaları ve kültür ve sanat alanındaki baskılar nedeniyle oldukça bunalmış olan aydınlar, yazar ve sanatçılar, okur-yazar orta sınıf, bu baskıcı politikalara devam edeceği kesin olan, hattâ daha da sertleştirme ihtimali bulunan Natık Nuri karşısında, daha liberal politikalar uygulamayı vaad eden ve geçmiş dönemdeki uygulamaları nedeniyle bu vaatleri inandırıcı olan Hatemi’yi desteklediler.

Halk ayrıca Hatemi’nin sağ-muhafazakâr grupların kültür üzerine getirdiği kısıtlamaları kaldırılabileceğine inandı. Ayrıca Hatemi, halkın rejimden uzak kesimlerine ve rejim içinde olsa da baskı altında tutulan kesimlerine tolerans mesajını verebildi. İran İslâm cumhuriyetinde müesses nizamın arzusu hilafına seçilen ilk cumhurbaşkanı olan Hatemi, bunu, büyük oranda içinde yukarıda sayılan kesimlerin de bulunduğu, şimdiye kadar bir biçimde rejim dışında kalan kesimleri siyasî sürece katarak gerçekleştirdi.

Var olan rejimde bir değişme bir yana, günlük hayatta en küçük bir iyileşmeden de umudunu kesmiş bu gruplar, baskının dayanılmaz boyutlarında gördükleri en ufak azalma ihtimaline yüklendiler ve bu ihtimalin gerçekleşme gücünü mümkün mertebe arttırmak için ellerinden geleni yaptılar. Bu çabalarında o kadar ileri gittiler ki, şimdiye kadar siyasal sürecin dışında kalan, rejim tarafından “hastalıklı Batı kültürünün piçleri” olarak tanımlanan gençler, seçim propagandası döneminde, belki de eskiden adını bile bilmedikleri, ama seçimler nedeniyle bir umut ışığı haline gelen Hatemi’yi destekleyen propaganda çalışmalarına aktif olarak ve kitlesel biçimde katıldılar. Bu gençlerin dağıttığı el ilânlarından biri Hatemi’ye verilen desteğin ve ona ne için oy verildiğinin, onda billurlaşan beklenti ve umutların, bu beklentilerin gerçek olup olmadığının, Hatemi üzerinden yapılan projeksiyonun bütün anlamına kendine toplayan ilginç bir özellik taşıyor. Bu el ilânında sadece bir tek slogan yer alıyor: “Piruzi-yi Hatemi = İstiklal-i Endişe.” Yani, “Hatemi’nin Zaferi = Düşünce Özgürlüğü.”

Aslında Hatemi’nin kazandığı zaferin İran’da düşünce özgürlüğü getirmeyeceği çok açık. En azından Hatemi, rejim karşıtı, rejimi düzenin çerçevesi dışından eleştirenlere hiçbir biçimde özgürlük vaad etmedi. Ama bu el ilânında dile gelen, Hatemi, üzerinden yapılan bir projeksiyon, bir özgürlük isteği, bir çığlık. Ve gençlerin, kadınların, aydınların, yazar ve sanatçıların, rejimin resmî güçlerinin yanı sıra, sokak çetelerinin baskılarından yılanların özgürlük isteğini dile getiren bir çığlık. Hatemi’ye oy verenler, aslında onun şahsında gördükleri, gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini pek bilmedikleri bu umuda oy verdiler.

1996 Meclis seçimlerini “kadınlar seçimi” olarak adlandıran bazı İranlı yazarlar, cumhurbaşkanlığı seçimlerini ise “gençlik seçimi” olarak niteliyorlar. Gerçekten de Rafsancani ve Hatemi, bu seçimlere gençlerin kitlesel olarak katılması ve sonuçları belirlemesinin “gözardı edilemeyecek yeni bir olgu olduğunu” teslim ediyorlar.[6]

SEÇİM SONUÇLARI NASIL ALGILANDI?

Seçimin her kesim için farklı bir sonucu var ya da herkes sonuçları istediği gibi yorumluyor; bunda olağan dışı bir şey yok, her ülkede her seçim için aynı şey söz konusudur. Ancak İran cumhurbaşkanlığı seçimlerinde farklı bir şey var gibi. Aslında Hatemi’ye oy verenler, bu oylarla rejime, rejimin güç merkezlerine istedikleri mesajı da açık biçimde, hiçbir yanlış anlaşılmaya yol açmayacak biçimde verdiler: bu rejimden hoşnut değiliz ve değişim istiyoruz; (bu değişimin ne kadar olacağına ise artık siz karar verin şimdilik). Ve bu mesaj da bu merkezler tarafından verildiği gibi anlaşıldı, asla yanlış anlaşılmadı. Ama bu merkezler, mesajın verildiği gibi algılandığı kabul etmiyorlar, bu mesajın ağırlığını azaltmaya çalışıyorlar. Dinî lider, kazanan Hatemi, yenilen Natık Nuri, ve her koşulda kazanan Rafsancani, hepsi aynı tutum içinde.

Seçimin, açık bir “değişim, şimdi” mesajını verdiği toplumun hemen her kesimi tarafından açıkça ifade edilirken, çünkü bu mesajı onlar vermişlerdi, rejimin muhafazakâr kesimleri ve hatta Rafsancani ve Hatemi bu kadar oyu farklı, kendi içlerinde aynı biçimde olmak üzere, farklı yorumluyorlar. Daha seçimlerin sonuçlarının açıklandığı geceden başlamak üzere dinî lider ve diğerleri, verdikleri demeçlerde halkın Hatemi’yi seçmesinden çok, katılım oranının yüksekliğine dikkat çekerek, bunun “halkın rejime açık desteğini ifade ettiğini, halkın rejime bağlı olduğu için bu oranda sandığa gittiğini’’ savunmaya başladılar. Hattâ dinî lider Hamaney, Hatemi’nin seçilmesini “tarihî bir destan” olarak niteleyecek kadar ileri gitti ve bu destanın halkın İslâma, rejime ve Humeyni’ye bağlılığında ifadesini bulduğunu savundu. Aslında bu, yaşanan şoku atlatma yönünde, kendilerinin bile inanmadığı bir yorumdu.

OYLARIN ANLAMI

Hatemi ve Rafsancani de oyların protesto oyu olduğunu kabul etmezlerken, dinî lider Hamaney, oyların protesto oyu olarak yorumlanmasına kızıyor ve “Batılı gözlemciler seçimin bir protesto olduğunu söylediler. Ne protestosu? Halk tarafından seçilen cumhurbaşkanının sloganları neydi? cumhurbaşkanı seçilen kişinin sloganları yasa ve düzen, ayrımcılığın sona erdirilmesi, toplumsal adalet, İslâmî ve devrimci hedeflere yaklaşılması. Bunlar İslâmî devlet sistemine aykırı şeyler mi? Bunlar tam da İslâmî sistemin sloganları” diyor.

MRM genel sekreteri, 3. dönem Meclis Başkanı Kerrubi de geniş katılımın halkın rejime desteği olduğunu söylüyor. Bu onların da Hatemi’nin kazandığı geniş destekten, daha doğrusu şimdiye kadar seçimlere ve siyasî rejime yabancılaşmış muhalif sessiz çoğunluğun ağırlığını koyarak sistem içinde de olsa önemli bir değişikliği gerçekleştirebilme gücünü göstermiş olmasından ürktüklerini gösteriyor. Çünkü bu seçimlerin sonucunda, İslâmî rejimini desteklemeyen, ona karşı olan ve ilk yılları vahşet boyutlarına varan bir şiddetle yürütülen 18 yıllık bir baskı rejimine karşı olanlar, ilk defa gördükleri küçük bir değişim umudunda siyasî sürece katıldılar ve bu katılımları ile önemli bir hareketi gerçekleştirdiler. Ve belki de ilk kez, rejim muhalifleri çoğunlukta olduklarını anladılar ve kendi güçlerinin farkına vardılar. Hatemi’yi aday gösterenler de dahil şimdi bütün müesses nizam, bunu geçiştirmenin yollarını arıyor.

Hatemi’ye verilen oylar, ulemanın veya en azından ulemanın muhafazakâr kesiminin iktidarı tekeline almasına, hegemonyasına, fanatikliğine ve dar kafalılığına bir başkaldırıyı da içeriyor. Bunu en veciz biçimde ifade eden ise, bir zamanlar Humeyni’nin halefi seçilen, ama rejime eleştiriler yönelttiği için bizzat Humeyni tarafından azledilen ve sesi kesilen Ayetullah Ali Montezari tarafından ifade edildi.

Humeyni’nin ölümünden sonra da siyaset yapması, Hamaney ve Rafsancani tarafından yasaklanan ve uzun yıllar gömüldüğü sessizlikten son yıllarda çıkmasına ufak ufak izin verilen Montezari, seçimlerden sonra Kum’dan Hatemi’ye gönderdiği mesajda, Hatemi’nin seçilmesini “halkın gerçekleştirdiği bir devrim”, “olağanüstü bir olay” olarak niteledi. Hatemi’nin seçilmesinin halkın haklarını kullanmasını engelleyen ve boş vaatlerde bulunan sağ kanada karşı bir protesto da olduğunu söyleyen Montezari, Hatemi’yi de, ”umarım bu değişiklik sadece kişisel bir değişiklik olarak kalmaz. Yoksa, güvenilirliğini ve desteğini kaybedersin” diye uyardı.

HATEMİ’NİN SEÇİLME NEDENLERİ

Aslında Hatemi’nin kazanması en muhafazakâr yorumcuların bile kabul ettiği şekilde, halkın radikallik ve muhafazakârlığa karşı ılımlılığa oy verdiğini gösterdi. Hatemi, İran siyasî sahnesine hâkim olan bıktırıcı İslâmî retorikten farklı bir retorik, farklı bir gündem, farklı bir bakış açısı getirebildiğini gösterdi. Seçimlerden önce televizyonda yayımlanan üniversitelerin İslâmîleştirilmesi konulu bir yuvarlak masa toplantısında söyledikleri bunun güzel bir örneği.

“İslâmî üniversite İslâmî kuaför ve İslâmî hamamdan tamamen farklı bir şeydir” diyerek egemen ve üniversiteyi tümden İslâmîleştirmeyi (ne demekse) savunan düşünceden farklı bir yorum getiren Hatemi, özgür düşüncenin ve akademisyenlerin sosyal güvenlik ihtiyaçlarının garanti altına alınmasının önemini vurguladı.

Hatemi, örneğin dış politika konusunda, temel çizgiden şaşmayacağını söyledi ama, birçok kez ’ulusal çıkarlardan’’ bahsetti ki bu son yıllarda hiç sözü edilmeyen ve İslâmî ilkeleri öne çıkaran muhafazakâr kanadın görüşlerinden oldukça farklı bir tutumdu. Bu tutumuyla ideolojik gerekçelerle (yani İslâm devriminin savunulması ve ihracı) İran’ın devlet olarak sahip olduğu ulusal çıkarlarının zarar görmesine karşı olduğu izlenimini verdi. Seçiminden sonra yaptığı dış politika ile ilgili ilk açıklamasında da diğer ülkelerle ilişkilerde yumuşamaya önem verdiğini, basitçe söylemek gerekirse, ”maraza çıkarıcı” konulardan ve hareketlerden uzak durulması gerektiğini vurguladı.

Hatemi’ye niçin oy verildiğinin anlaşılması, Hatemi’nin ister samimi, ister seçim gereği verdiği vaatlerin etkisinden çok, ona oy verenlerin onda ne gördükleriyle ilgilidir. Seçmenler Hatemi’de bir değişim umudu görmelerinin yanı sıra, ona oy vererek aslında daha çok, Natık Nuri’ye, yani müesses nizamın adayına (yani bir tür İran’ın Sunalp’i oluyor) oy vermeyerek, artık rejimden, rejimin gidişatından, baskılardan bıktıklarını açık bir şekilde ifade eden bir protestoda bulundular. Ve açık bir mesaj verdiler: rejimden hoşnut değiliz. Tabiî, bu mesajın anlaşılıp anlaşılmayacağı ayrı bir konu.

HALK NİÇİN HATEMİ’YE OY VERDİ?

Uzun yıllar süren devrim ve savaş yıllarından, savaş sonrası “onarım cihadı” döneminin ardından, artık basitçe bir ifade etmek gerekirse yorulan İran halkı, gördüğü bu değişim ve ferahlama şansını kaçırmak istemedi. Çünkü, yaşanan uzun savaş ve devrim yıllarının ardından, katlanılan bunca fedakârlığa rağmen İran halkı Şah zamanındaki kadar hatta ondan da fazla yoksul ve daha fazla baskı altında. Zengin ve fakir kesimler arasındaki uçurum Şah zamanındakinden de daha fazla. Ortalama işçi ve devlet memuru ücretinin 70-80 dolar olduğu, başkentin güney kesimindeki geleneksel ticaretin merkezi Büyük Pazar’da bir işçinin ayda 40 dolar ücretle çalıştığı Tahran’ın, Şah zamanındaki zenginliğinden, sadece devrimin ilk yıllarında öldürülen, mallarına el konan ve yurtdışına kaçan bazı zengin sakinlerini kaybeden zengin ve mutena kuzey kesiminde dairelerin fiyatı milyon dolardan başlıyor. Gençler arasında işsizlik oranı çok fazla ve gençlerle ilgili hemen her, alakalı alakasız haberde, sık sık işizlik nedeniyle gençlerin evlenemediklerinden bahsedildiğine rastlamak mümkün.

Ve İran devrimden 18 yıl sonra, devrimde doğanların ve dolayısıyla devrim ortamında büyüyenlerin 18 yaşına geldiği, devrim kuşağının nüfusun yüzde 50’sinden fazlasını oluşturduğu İran bugün bir gençlik ve kültür krizi ile karşı karşıya.

İran’ın son zamanlarda parlayan kadın politikacısı, Cumhurbaşkanı Rafsancani’nin kızı Tahran Milletvekili Faeze Haşimi, 8 Haziran’da Ahbar gazetesinde yayımlanan demecinde seçim sonuçlarını ve halkın, kendisinin de desteklediği Hatemi’ye oy vermesinin nedenlerini değerlendirirken, halkın ekonomik beklentileri ile toplumsal, kültürel ve siyasî beklentileri olmak üzere iki grup beklentisi olduğunu belirterek, “ekonomik sorunlar bir iki yıl içinde çözülemez. İkinci grup ile ilgili olarak ise halk Anayasa’da belirtilen özgürlüklere saygı gösterilmesini istiyor. Kültürel alanda genç kuşak kendisine güvenilmesini istiyor” dedi.

Devrimden 18 yıl sonra hâlâ üniversitelerin İslâmileştirilmesini tartışan İran’da, geçen Ocak ayında, başkent Tahran’ın gençlik arasındaki gözde buluşma ve gezinti yerlerinden Gandi Caddesi’nin bulunduğu aynı adlı zengin bir semtte işlenen bir cinayet “gençlik sorununu” patlattı.

Bu meşhur caddenin adından mülhem “Gandi Cinayeti” diye anılan olayda ikisi de 16 yaşında olan iki genç sevgili, kızın ailesinin ilişkilerine karşı çıktığı gerekçesiyle, 1997’nin Ocak ayında kızın 14 yaşındaki kız kardeşini ve 9 yaşındaki erkek kardeşini bıçaklayarak öldürmekten idama mahkûm oldular, ama kızın babasının davadan vazgeçmesi üzerine ölümden kurtuldular ve hapis cezasına çarptırıldılar. İki sevgili kızın annesini de bıçaklayarak öldürmeye teşebbüs etmişlerdi.

Olay, “İslâmî” İran’da gençliğin içinde bulunduğu durum konusunda büyük bir tartışmaya yol açtı. İran basınının büyük kesimi, olayın “hastalıklı Batı kültürünün etkisiyle” meydana geldiğini savunarak, kültürel saldırıya karşı savaş açılması çağrısında bulundu. Muhafazakâr gazeteler, gençliğin içinde bulunduğu durumla ilgili olarak “uydular, bilgisayarlar, Batı filmleri, uyuşturucu ve internet’in yarattığı kültürel güvensizliği” suçlarken, kültürel konularda daha ılımlı olan kesimler, bu sorunların basit toplumsal faktörlerden kaynaklandığını savunarak, “devrim olduğunda bu çocuklar kaç yaşındaydı?” diye sordu. Bu çocukların çoğu devrimden sonra doğdular ve ömürlerinin neredeyse tamamını savaş, devrim ve sıkı kontroller altında geçirdiler. Yani bunlar, deyim yerindeyse devrimin ürünleri ve bu ürünleri kimse kendisinin diye benimseyemiyor.

Hatemi, işte diğer vaatlerinin yanı sıra, özellikle gençlerin sorunlarına çözüm bulunması gerektiğini vurguladığı ve gençlerin sorunlarının en başında gelen kültürel hayatta ve sokakta, özel hayatta artık dayanılmaz noktalara gelmiş baskı ve kontrollerin gevşeyebileceği umudunu verebildiği için bu baskılarından en çok etkilenen toplumsal kesimlerin başında gelen kadınların yanı sıra gençlerin de kitlesel olarak oyunu aldı ve bazı İranlı yazarlar son cumhurbaşkanlığı seçimlerini bu nedenle haklı olarak “Gençlik Seçimi” olarak adlandırdılar.

Hatemi ayrıca ekonomide büyümenin yanı sıra, sosyal adalet vaadederek yoksul kesimlerden ve ücretlilerden de destek almayı başardı.

HATEMİ’NİN BAŞARI ŞANSI

Hatemi’nin başarma şansı konusunda oldukça farklı görüşler var. Hatemi’nin değişimleri gerçekleştirebileceğini savunanların asıl dayanakları, Kültür ve İslâmî İrşad Bakanı olduğu dönemde gerçekleştirdikleri. Bunlara daha önce değinmiştik.

Öte yandan, Rafsancani’nin aksine ikinci kuşak, yani devrim sırasında birinci iktidar halkasından değil, merkezin hemen dışındaki ikinci halkadan olan Hatemi’nin değişimleri başarabileceği ileri sürülüyor. Devrimin yapıcısı olan ve 1989’da cumhurbaşkanlığına seçildiğinde içeride ve Batı’da, bugün Hatemi’nin seçilmesiyle yaşanan umut atmosferinin ve aşırı beklentilerin benzerini yaşatan Rafsancani’nin “belli konularda kollarının bağlı olmasına rağmen”, Hatemi’nin böyle bir kısıtlama ile malül olmadığı belirtiliyor.

Rafsancani’nin 8 yıl önce cumhurbaşkanı seçilmesiyle başlayan kısıtlı ve kontrollü değişim döneminde sokaktan televizyona, ekonomiden siyasal hayatın açılmasına kadar bir dizi değişiklik yaşandı. Bunun en önemli istisnası ise elbette dış politika ve rejimin ülke içinde ve dışındaki muhaliflerine yönelik bastırma politikası idi.

Hatemi’nin bu değişim döneminin, “reformların” devam ettiricisi, doğal bir uzantısı olması mümkün. Devrimin ilk kuşağından, devrimin direklerinden biri olmasına rağmen kendini değiştirmesini bilen Rafsancani, İran’ın eğitime ve modern bir hükümete sahip olması gerektiğini anladı. Rafsancani, ülkenin ve ülke ekonomisinin yönetiminde ideolojik tercihlerin yanı sıra işin gereklerinin de yerine getirilmesinin zorunlu olduğunu fark etti ve buna uygun bir yönetim oluşturmaya çalıştı. Ancak bunu büyük ölçüde başaramadı. Çünkü, kendisinin de belirli limitleri olmasının yanı sıra, sistemin getirdiği çok güçlü sınırlamalar var. Birçok kurumun başkanını doğrudan dinî lider atıyor. Bunlar arasında genelkurmay başkanı, devrim muhafızları komutanı, İran’ın ulusal petrol şirketinden sonraki en büyük ekonomik kuruluşu Şehitler ve Savaş Yaralıları Vakfı’nın (Bonyad-ı Mustafazan ve Canbazan) başkanı, Rüşdü’nün başına ödül koyan 15 Hordad Vakfı ve benzeri vakıflar, radyo televizyon kurumu başkanı ve diğerleri. Ve dinî liderin dışında geleneksel ticaret sınıfının odaklandığı Bazar-ı Bozorg’un (Büyük Bazar) desteklediği muhafazakâr kanadın elinde olan Meclis’in getirdiği kısıtlamalar ve engellemeler var.

Aynı kısıtlamalar Hatemi için de halen geçerli. Ancak Hatemi’nin belki bir şansı, çok büyük bir oy desteği ile seçilmesinin yanı sıra, İran’da artık Rafsancani’nin uygulamaya koyduğu programları, yani ekonomide özelleştirme dahil liberalleşme ve piyasa koşullarına doğru açılma, toplumsal hayatta serbesti ve hükümet ve devlet işlerinin yönetiminde modern yönetim ilkelerine uyulmasını isteyen bir kesimin açıkça partileşmiş olması ki, bunlar artık İran Onarımının Uygulayıcıları (Kargozaran-ı Sazendegi-yi İran) adı ile yakında bir parti kuracaklarını cumhurbaşkanlığı seçimlerinden yaklaşık bir ay sonra açıklayan Rafsancani yanlısı G-6 grubu.

Hatemi’nin ikinci bir şansı, artık ülke yönetiminde “dinî liderden sonra ikinci adam” konumuna yükselmiş Rafsancani gibi birinin desteğini gerektiği zaman, elbette Rafsancani’nin çizdiği çizgiden çıkmadığı sürece, arkasında hissedecek olması. Sonradan bakıldığında, aslında Rafsancani’nin kendini ve kendi başlattığı değişimlerin geleceğini garanti altına almak için çok iyi bir planlama yaptığı bile söylenebilir. Çünkü Rafsancani desteklemese idi Hatemi seçilemezdi. Çünkü Hatemi’yi destekleyen ve seçilmesinde büyük bir paya sahip olan G-6 grubu, nerdeyse hemen her adımını Rafsancani’ye sorarak atıyor. Rafsancani de kendi başlattığı değişimlerin devamını istediği, bu değişimleri Hatemi’nin devam ettirebileceğine inandığı ve belki de Hatemi’yi destekleyen diğer grup radikal Militan Dinadamları Birliği ve G-6 arasında bu konuda yapılan sıkı pazarlıklar sonucu varılan, ama kamuoyuna açıklanmayan anlaşma sonucu Hatemi’nin adaylığını destekledi.

Hatemi, seçimlerden sonra yayımladığı mesajda, ’’İran bütün İranlılara aittir ve ideoloji ve görüşlerine bakmaksızın, hepsine ihtiyacımız var’’ dedi. Bu oldukça cesaretli ve muhafazakârları kızdırıcı bir mesaj, Rafsancani’nin onarım cihadını başlattığında yurtdışındaki bütün İranlı uzman ve sermaye sahiplerine, ülkeye dönmeleri için yaptığı çağrının hemen hemen aynısı. Ama Rafsancani’nin çağrısı, muhafazakârların tepkisi ve karşı çıkışı üzerine, çok az sonuç vermiş, başarısız olmuştu. Bu da aynı sonuca gidebilir.

Hatemi’nin bütün serbesti ve rahatlama beklentilerine cevap verme ve rejim sınırları içinde de olsa bir değişimi gerçekleştirme şansı, büyük oranda içinde çalışacağı rejimin kurumsal ve yapısal özellikleri tarafından sınırlanmış durumda. Bu bakımdan Hatemi’nin manevra alanı oldukça dar. İran’da Anayasa ile asıl çerçevesi çizilen ve geçen 18 yıllık pratik içinde ana hatları belirlenen iktidar, aslında “dağıtılmış” bir iktidar. Burada dağıtılmışlıktan kastedilen, geleneksel güçler ayrılığının da ötesinde bir şey, sanki bilerek oluşturulmuş bir güçler parçalanmışlığı.

Bu yapıya kısaca bakarsak iç ve dış politikanın genel hatları ve yönelimleri, her şeyin ve herkesin üstünde olan, rejimin birinci adamı dinî lider tarafından belirleniyor. Anayasa’ya göre ikinci adam durumundaki Cumhurbaşkanı ise kendi atadığı, ama Meclis tarafından tek tek onaylanan bakanlardan oluşan kabinesiyle birlikte politikalarını uygulamada, iktidarını Meclis, Heyeti Teşhis-i Maslahatı Nizam, Şura-yı Nigehban, Ulusal Yüksek Güvenlik Konseyi ile paylaşmak zorunda.

Genel politikalar dinî lider tarafından belirleniyor ve bunların uygulanması için gerekli yasal düzenlemeler Meclis tarafından gerçekleştiriliyor ve hükümet tarafından uygulamaya konuyor. Ancak, hükümet ile Meclis arasında anlaşmazlık çıktığında, ya da yasaların anayasa veya şeriata aykırılığı gündeme geldiğinde işe, altısı hukukçu, altısı molla 12 kişiden oluşan Şura-yı Nigehban karışıyor. Eğer Şura-yı Nigehban ile Meclis arasında anlaşmazlık çıkarsa bu kez devreye Heyet-i Teşhis-i Maslahat-ı Nizam giriyor. Bütün bunlara yasal olarak etki eden Ulusal Yüksek Güvenlik Konseyi, Kültür Devrimi Yüksek Konseyi gibi anayasal kurumları da unutmamak gerek. Yargı ise, başında bir din adamının (şu anda Ayetullah Muhammed Yezdi’nin) bulunduğu bağımsız bir erk olarak örgütenmiş durumda.

Anayasa ile belirlenmiş bu kurumlara bir de etkin güç odaklarını (ki en güçlüleri, seçimlerde Natık Nuri’yi destekleyen Militan Dinadamları Örgütü, Kum Medresesi Hocaları Derneği, çeşitli vakıflar) ve geleneksel ordunun yanında, kendi kara, deniz ve hava kuvvetleri ile örgütlenmiş ayrı bir ordu olan Devrim Muhafızları ve Besiçleri de (gönüllüler) eklediniz mi iş oldukça karışıyor.

Halihazırda Meclis ve Yargı erki muhafazakârların etkinliği altında ve Meclis’in Hatemi’yi engellemeye çalışacağı ve bunun da iki güç arasında bir çatışmaya yol açacağı kesin gibi ve Meclis’teki sağcı kanadın Hatemi ile ciddi bir çatışmaya hazırlandığını gösteren manevralar var.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yenilen Natık Nuri Haziran başında Meclis’te yapılan oylamada, yeniden Meclis başkanı seçildi. Bizzat Hatemi’nin girişimi ile, oylamada sol-liberal koalisyon, Natık karşısında aday çıkarmadı. Çünkü seçimi kazanamayacaklarını biliyorlardı ve burada alacakları bir yenilgiyle Cumhurbaşkanlığı seçiminde kazandıkları zaferi gölgelemek istemediler. Ama Natık Nuri taraftarı bazı milletvekilleri buna rağmen “’eğer Hatemi Meclis ile işbirliği yapmazsa bakanlar kuruluna güvenoyu alamaz” tehdidini savurmaktan geri kalmadılar.

1988-1992 yılları arasında görev yapan 3. Meclis döneminde İran iki güç arasında benzer bir çekişmeye sahne olmuştu. O dönem Meclis’e hâkim olan Rafsancani’nin şimdiki müttefiki radikal-sol kanat, Rafsancani’nin 1989’da Cumhurbaşkanlığına geldikten onra başlattığı ekonomide ve toplumsal hayatta liberalleşme politikalarını engellemek için büyük çaba göstermişler Rafsancani’ye kök söktürmüşlerdi.[7]

Bu nedenle dördüncü Meclis seçimlerinde, birçoğunun milletvekilliği adaylığının Şura-yı Nigehban tarafından reddedilmesi ve benzer taktiklerle iyice zayıflatıldılar ve seçimlerde ağır bir yenilgi alarak tasfiye edildiler. Natık Nuri taraftarları da aynı tutumu izlerlerse, büyük ihtimalle başlarına aynı şey gelebilir ve 2000 yılında yapılacak Meclis seçimlerinde tamamen tasfiye olabilirler. Çünkü Hatemi’ye cumhurbaşkanlığında oy verenler gelecek Meclis seçimlerinde ağırlıklarını koyacaklar ve seçime katılan kanatlar bu oyu (20 milyon) kapmak için ellerinden geleni yapacak ve bu kitleyi çekecek tavizler vermek zorunda kalacaklar. Ama muhafazakâr sağ kanat şimdiden bu değişime şiddetle karşı duracağının işaretlerini veriyor.

TEHLİKELİ BİR EĞİLİM

Aslında, seçim sonuçlarının yanlış anlaşılmasının ya da anlaşılmak istenmemesinin doğurduğu tehlikeli bir eğilim var. Rejimin bütün düzey ve kurumları ve yetkilileri, seçimlere katılım oranının artışını ve seçilen adayın aldığı büyük oy oranını rejime karşı bir bağlılık olarak anlamaya daha doğrusu böyle anlatmaya çalışıyorlar. Bunun bir protesto oyu olduğunu kavramak işlerine gelmediği için böyle davranıyorlar. Ama eğer bunun böyle olduğuna gerçekten inanırlarsa tehlikeli olur.

Doğrudan dinî lidere bağlı ve onun görüşlerini yanıtan Kayhan yayın grubunun İngilizce günlük gazetesi Kayhan International’da yayımlanan bir başyazıda savunulan görüşlere gerçekten inanıyorlarsa daha da tehlikeli olur. Bu başyazıda, seçimlerde oy oranının artışının, “her ne kadar sayıları gözardı edilebilir olsa da, hızla ilerleyen İslâm devrimin trenine şimdiye kadar binmemiş olanların, ve yine sayıları yine gözardı edilebilir olsa da şimdiye kadar bu treni durdurmaya çalışanların (seçimlerin yapıldığı) Cuma günü bu trene son anda binmeye karar verdikleri ve böylece pişman olup İmam’ın (Humeyni) çizgisine bağlılıklarını gösterdikleri” savunuluyor.

Bu bakış açısı ya çok aymaz ya da kötü niyetli, iki durumda da tehlikelidir. Eğer İran yönetiminde bu düşünce hâkim olursa, (ki olmaması için hiçbir neden yok, hattâ çok neden var)[8] seçim sonuçları algılanmamış, bilerek bilmeyerek yanlış algılanmış olacak ve seçimlere daha çok özgürlük, biraz sokakta ferahlama, biraz toplumsal adalet için katılmış olanlar yeniden ve bu kez büyük bir düş kırıklığına uğramış olmanın öfkesiyle tekrar siyasî rejime yabancılaşacaklar ve İran toplumu sonu belli olmayan bir durağanlık ve donuklaşma, hattâ çöküş sürecine girecektir.

Kayhan’ın dahil olduğu muhafazakâr kesimin, ki bu kesim Natık Nuri’den çok doğrudan liderin görüşlerine yakındır, bu algılayış tarzı, rejime verilen bir açık protesto oyunu, rejime şimdiye kadar teslim olmamış kesimlerin, hattâ onu yıkmaya çalışan kesimlerin teslim olması olarak algılıyorsa, bu büyük bir hoyratlık, siyasî İslâmın özünde var olan, her şeyi kendine yontmayı marifet ve siyasî çözümleme sanan bıktırıcı bir körlüktür.

Kayhan grubu ve Natık Nuri yanlısı gazete ve dergiler dışında hepsi de rejimin sansürü ile yayımlanan bütün günlük, haftalık yayın organları, halkın “daha çok kişisel özgürlük, daha çok kültürel rahatlık ve daha çok sosyal adalet için” Hatemi’ye bu oranda oy verdiğini açık açık yazarken, bunların bu düşüncede ısrar etmeleri, arkalarındaki güç dikkate alındığında ürkütücü bir bağnazlık olarak ortaya çıkıyor.

Bu tip düşüncelerin hâkim olması ve değişimin engellenmesi aynı zamanda rejim içinde de olsa bazı değişikliklerin yapılabileceği umuduyla Hatemi’ye oy veren büyük bir toplum kesiminin de umutlarını boşa çıkaracak. Bizzat G-6 grubuna dahil bir politikacının da söylediği gibi, “halkın bu değişim taleplerinin gözardı edilmesi ve sadece hükümette ve yönetimde bazı kişilerin değişmesi ile yetinilmesi kamuoyunda hayalkırıklığına ve bilinmeyen sonuçlara yol açabilir.”

DÜZENİN YARARI VE RAFSANCANİ’NİN YERİ

Daha önce de söylendiği gibi, Hatemi’nin, eğer gerçekten istiyorsa girişeceği değişimlerdeki en büyük destekçisi ve şansı, eski cumhurbaşkanı Rafsancani ve ekibi diyebileceğimiz G-6 grubu.

Rafsancani aslında, son iki yıldır, cumhurbaşkanlığı dönemi bittikten sonra ne olacağı gibi bir sorunla İran yönetimini hayli meşgul etmiş bir politikacı. Şimdi bu sorun büyük oranda, en azından formel planda çözümlenmiş durumda ve varılan çözüm Hatemi’nin elini güçlendiriyor.

Rafsancani cumhurbaşkanlığı seçimlerinden yaklaşık iki ay önce 17 Mart 1997’de, dinî lider Hamaney tarafından, zaten cumhurbaşkanı olarak başkanlığını üstlendiği Heyet-i Teşhis-i Maslahat-ı Nizam’ın (Düzenin Yararını Belirleme Heyeti) başkanlığına, bu sefer şahsen ve 5 yıllığına yeniden atandı. Dinî lider bu atama ile birlikte, yeni üyeler de atayarak heyetin üye sayısını artırırken, heyetin artık “dini liderin temel siyasî konulardaki danışma organı olarak çalışacağını” da belirtti. Bu atamadan sonra Rafsancani’nin artık gelecek dönemde ülke siyasetinin belirlenmesinde dini liderden onra ikinci adam olduğu, böyle olmadığı yönündeki bütün itirazlara rağmen, artık kesinleşmiş oldu.[9]

Çünkü, yasaların anayasaya ve şeriata uygunluğu konusunda Meclis ile Şura-yı Nigehban arasında çıkan anlaşmalıklarda son sözü söyleme yetkisine sahip olan Düzenin Yararını Belirleme Heyeti,[10] kendisine yeni verilen, aslında ilk kurulduğunda var olan ama şimdiye kadar uygulamaya konulmayan “dinî liderin danışma organı” konumu ile de artık ülke siyasetinin, özellikle siyasette ortaya çıkan olağanüstü sorunların ele alınıp, bunlarla ilgili politikaların belirleneceği, temel organı haline geldi. Yani hem Meclis, hem de hükümetin üstünde bir temel politika belirleme ve yönlendirme organı. Çünkü alacağı kararlar ve lidere vereceği tavsiyelerin doğrudan liderin emri olarak herkesi bağlaması sayesinde rakipsiz bir iktidar organı. Ve bu organın başında bulunan Rafsancani, heyete eski muhafazakâr üyelerin yanı sıra yeni atanan kendi yanlısı liberaller ile Abdullah Nuri ve eski Başbakan Hüseyin Musavi gibi bazı radikal-sol kanat siyasetçilerle birlikte, burada kendi istediği politikaları çıkarma, en azından istemediği politikaları engelleme gücüne sahip artık.

NEVVAL THE INDIANA JONES: BİRAZ DA GÜLELİM

”Sıcak yaz günlerinin kurumuş dudaklarına

hasret kaldığımız yağmurlu günlerden birinde ...”

(Yeni Yüzyıl’ın eki Cafe Pazar, 6 Temmuz 1997)

Şimdi biraz da İran seçimlerinin Türkiye’deki yankılarına, sadece bir açık oturum özelinde değinelim.

Türkiye gibi, her türünde olduğu gibi, İslâmcı devlet kurtarıcılarının da yüzyılı aşkın bir süredir, “Batı’nın tekniğini alalım, kültürüne tekmeyi basalım” dediği bir ülkede, bazı kişilerin hâlâ “bakın bu İslâmcılar en ileri teknolojiyi kullanıyorlar, herifler kompüterize abi” demelerini anlamak mümkün değil. Aslında anlamak mümkün de, bu naiflik karşısında delirmemek mümkün değil.

Buna benzer bir durumu ATV’de yapılan “İran Değişiyor mu?” konulu, yuvarlak masa Siyaset Meydanı’nı izlerken, hemen programın başında yaşamak zorunda kaldım. İran’dan ’’ayağının tozuyla döndüğü’’ seçim gecesi ve seçimin ilk sonuçlarının alındığı Cumartesi gününün akşamı canlı olarak katıldığı ATV ana haberlerinde “İran değişiyor, değişecek’’ korosunun başını çeken Nevval Sevindi, Siyaset Meydanı’nda da aynı fikri şiddetle savundu. Doğal olarak, Nevval Sevindi’nin İran rejiminin değişmesi gerektiği ve bunun da iyi bir şey olduğu fikrini yürekten destekliyorum. Ama bu, yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ne anlama geldiğini anlamaya çalışırken, seçim sonuçlarının bu isteğin tezahürü, gerçekleştiği şeklinde bir algıya dönüştüğünde, kendisine katılamıyorum. Bu fikirlerin özellikle yanlış, hattâ saçma ve bazen de gülünç olması söz konusu olduğunda kendisine katılmak daha da zorlaşıyor. Tekrar belirtmek istiyorum. Nevval Sevindi’nin İran rejiminin değişmesi gerektiği fikri, ki katılıyorum, başka, seçimlerin gerçek anlamı ve seçimlerdeki aktörlerin kimlikleri, bu değişimi yapmak isteyip istemedikleri, nereye kadar yapmak istedikleri, yapabilip yapamayacakları konusu tamamen başkadır.

Ayakkabı meselesi-

Nevval Sevindi, İran seçim sonuçlarının değişmeyi getireceği fikrinin temel dayanaklarından biri olarak, doğallıkla, seçilen aday Hatemi’nin bu işi istediğine ve bu işe uygun olduğuna, onun “mollalara karşı kazandığı, farklı bir molla olduğu” iddiasını öne sürüyor. Siyaset Meydanı’nda “o da molların adamı diyorlar ama, mollaların ayakkabı giymeleri günahtır” dedi, Hatemi’nin “ayakkabı giydiğine” işaret ederek. Niçin? Hatemi’nin “modern” ve “farklı” bir molla olduğunu savunmak için. Hattâ onun “doğuştan molla olmadığını” söyledi. Ne demekse? Biraz “doğuştan sakat değil, yani doğuştan mollalıkla malûl değil” der gibi.

Bu söylediklerinin ikisi de anlamsız, yanlış, giderek komik. “Mollaların ayakkabı giymesinin günah olduğu” iddiası, kara bir cahilliğin ürünü değilse, Hatemi ve İran seçimleri ile ilgili yüksek uçuşun desteklenmesine yönelik zayıf ve gerçek dışı bir dayanak. Ya da bu “İran’dan Türkiye’ye bilgi akmıyor” (ne demekse) diyebilen, bu deyişiyle ‘bana ulaşmayan, daha doğrusu benim haberim olmayan bilgiye bilgi demem’ diyen Nevval Sevindi’nin ve bilgilenme kaynaklarının İran ve Şii İslâmı ile ilgili cahilliklerinin bir ürünü. İran’da ya da dışında, ülkenin dinî ve kültürü ile ilgili bu kadar cahil bilgi kaynakları bulmak da herhalde modern bir “antropoloji vakası” olsa gerek.

Mollalar genellikle yine Nevval Sevindi’nin dediği gibi “terlik” değil, nalın giyerler, ama ayakkabı da giyerler ve bu hiç de günah değildir. Eğer günah olsa, değil Hatemi, hiçbir molla ayakkabı giymezdi, giyemezdi. Halbuki, İran yönetiminde görev alan almayan birçok mollanın ayakkabı giydiğini görmek için araştırmaya gerek yok, sadece ayaklarına bakmak yeterli. Ayrıca, ilginç bir örnek olması nedeniyle değinmek istiyorum, belki bir tür karşılaştırma imkânı olabilir. Bugün İran’da muhafazakâr mollalar kanadına karşı oluşturulan G-6 grubunun önde gelen liderlerinden Tahran Belediye Başkanı Gulamhüseyin Kerbasçi de aslında eğitim olarak Kum Din okullarında okumuş biridir ve “asıl olarak’’ molladır ama ne molla kıyafeti giyer ne de nalın. Hattâ yakasız gömlek bile giymez. Türkiye’de ya da Avrupa’da hemen her sıradan erkeğin giydiği şekilde ceket pantalon ve yakalı gömlek giyer. Sakalı bile istisnai bir sakal değildir. Sadece kravat takmaz; o kadar. Yani mollaların değil ayakkabı giymesi, normal cübbelerini giymemeleri bile günah değildir.

“Doğuştan molla değil” iddiasına gelince, bu iddianın saçmalığını anlamak için fazla gayrete gerek yok. En basit bilgi düzeyinde bile, mollalığın, bir medrese eğitim süreci sonucunda elde edilen belirli dini payeleri taşıyan Şii ruhban sınıf üyelerine verilen genel ad olduğunu söylemek yeterli.[11] Kimse doğuştan molla değil, ne Natık Nuri ne Humeyni? Çünkü molla doğulmaz, molla olunur. Yani mollalık gazeteciliğe benzemez!

Aslında Hatemi’nin dinî-soy “statüsü” konusunda Nevval Sevindi, söylediği nadir doğrulardan birini söyledi, ama onu da yanlış anladığını ortaya koyarak. ’’Hatemi Seyid, Muhammed soyundan” dedi ve bunu desteklemek ister gibi “Seyid Muhammed” diyerek Hatemi’nin seyidlik ünvanı ve ilk adını (Muhammed) birlikte, kendi tezine destek olarak söyledi. Hatemi’nin seyid yani, Hz. Muhammed’in kızı Fatıma ve Ali’nin soyundan olduğu doğru (tabiî kesin bir şeceresine sahipmiş gibi bunu söylemiyoruz. Bu ünvanı taşıyor ve bu ünvanın göstergesi olan siyah turban bağlıyor, kimse de buna itiraz etmiyor). Seçim propagandasında da bunu en yoğun bir şekilde kullandı. Hattâ taraftarları, seyid olduğunu, başka şekilde bilmeyen ve duyurulamayan, okur yazar olmayan seçmenler de görüp fark edebilsin diye, seçim pusulalarına adayların resimlerinin konulmasını istediler. Çünkü böylece seçmenler Hatemi’nin siyah turban giydiğini görecekler ve böylece seyid olduğunu anlayacaklardı.

Ama, Nevval hanımın söylediği gibi, Hatemi seyid olduğu için adı Muhammed değil, Muhammed her yerde çok yaygın bir ad, sadece Muhammed adına sahip olmak seyidliği göstermez, seyid olmayanlar da Muhammed adını alabilirler.

Okumuş adam

Hatemi ile ilgili Türk ve Batı basınında en çok vurgulanan konulardan biri de amiyane tabirle “okumuş adam” olması. Bir mollanın zaten okumuş adam olmaması mümkün değil. Ama burada vurgulanmak istenen, Hatemi’nin Batı’yı da ve (Batı’da) okumuş olduğu. Ama Batı’yı ve Batı’da okuyan birçok dinadamı zaten var. Bu da bir farklılık yaratmaya yetmez. Örneğin, Sudan Meclis Başkanı ve ülkedeki dinci hareketin lideri Hasan El Turabi, İranlı ünlü yazar Ali Şeriati, Türkiye’den de bir sürü örnek. Avrupa’da okumuş olmak, ne bu kişileri “modern” yapıyor, ne de ondan her ne anlıyorsak, olumlu yönde değişim isteklerini taşımalarını. Aksine, birçoğu, kural olmamakla beraber, en katı baskıcı dinsel rejimlerin ideologları, savunucuları ve uygulayıcıları.

Ayrıca Hatemi’nin “özgürlükleri getireceği, değişimleri sağlayacağı” fikrine destek olsun diye, onun Almanya’da doktora yaptığı, hattâ doktorasını özgürlük sorunu üzerine en çok düşünmüş filozof olan Kant üzerine yaptığı iddia edildi. Benim bildiğim ve bütün uluslararası haber ajanslarının bu arada Anadolu Ajansı’nın da yayımladığı, ayrıca İran’daki yayın organlarında yer alan biyografisine göre Hatemi, Almanya’ya gitmiş. Ama orada bir doktora yaptığına dair herhangi bir kayıt yok. Varsa bile yanlış olur. Çünkü Almanya’da kalış süresi çok az. Hatemi İran devriminin en önemli önderlerinden biri olan ve devrimden sonra bir suikast sonucu ölen Ayetullah Beheşti’nin (ki kendisi İran mollaları arasında nadir Batı’da okumuş kişilerdendir) önerisi üzerine Hamburg’daki İslâm Merkezi’ni idare etmek için 1978’de Almanya’ya gitti ve 1979’da devrimden hemen sonra 1979’da, en geç 1980 başında İran’a döndü. Çünkü 13 mart 1980’de yapılan ilk Meclis seçimlerinde milletvekili seçildi. Yani en azından vakti yoktu kocaman bir Kant doktorası yapacak kadar. Yani Kant doktorası bir efsane.

Yanlış anlaşılmasın, ben burada “eğer Hatemi Kant doktorası yapmış olsaydı hakikaten söylenen değişiklikleri yapardı, ama yapmamış işte demek ki değişikleri yapamaz” diye bir mantık yürütmüyorum. Anlatmak istediğim, bu tarz bir “okumuş adam canım” mantığının zayıflığını göstermek. Çünkü bu tarz bir okumuşluk anlayışı çok teknolojist, hadi o sihirli kelimeyi söyleyeyim pozitivist bir siyaset anlayışının ürünü. Çünkü “ne okumuşlar gördük, adam değiller’’!

Hatemi’nin okumuşluk imajı elbette İran’da bazı seçmenlerin ona oy vermesinde etkili oldu. Özellikle de rakibi Natık Nuri’nin, deyim mazur görülsün biraz “mahalle kabadayısı” sıradan bir adam görünümü karşısında. Çünkü İran ne de olsa bir doğu ülkesi ve “Batı hayranlığının” mevcut rejimin bütün karşıt çabalarına rağmen, yönetim katları da dahil hâlâ varlığını sürdürdüğü bir Doğu ülkesi. Batı kültürü, “orada okumuş” olmak, “adam olmanın” yeterli vesikası gibi algılanıyor. Bu kadar laftan sonra Hatemi’nin giyim kuşamı ile ilgili söylenecek bir iki şey kaldı, belki böylece Hatemi taraftarlarının gönlüne biraz su serperiz.

Hatemi, kendisiyle yapılan görüşmeler ve tanıtım yazılarında “iyi giyime düşkün ve iyi giyinen biri” olarak tanıtılıyor. Yani “süflü” değil. Bu bahsi tamamlamak için bari bunu da söyleyelim.

HUMEYNİ İSLAM HÜKÜMETİNİ HEDEFLEMEDİ Mİ?

Bu noktada aynı açık oturumda yaşanan başka bir tartışmaya ve belki cehaletten, belki belirli ve tutarlı bir tavır alıştan kaynaklanan bir iddiaya da değinmekte yarar var. Cengiz Çandar’ın “Humeyni başta İslâm hükümetini hedeflemiyordu” iddiasının yol açtığı tartışmaya. Çandar burada İran İslâm devriminin içine tedricen İslâmî bir rejimin yerleştirilmesi ile Humeyni’nin daha başından böyle bir hedefi olup olmadığını karıştırıyor. Rejimin daha ilk gününden katı bir İslâmî rejim olarak kurulmayışını (kurulamayışını belki) ve sonradan (o da çok kısa bir sürede) böyle bir rejime evrilmesini, Humeyni’nin baştan böyle bir hedefi olmadığının kanıtı olarak gösteriyor.

Bunun bence iki nedeni olabilir. Birincisi cahillik ki mazur görülebilir. Bu cahilliği gidermek için söyleyeyim, sadece Humeyni’nin daha 1969 yılından itibaren, (en azından kaydedilebilir yazılı tarih bu olduğunu için bunu alıyoruz, yoksa ta siyasî mücadelesinin en başından itibaren) bir İslâm hükümeti kurmayı hedeflediği biliniyor. Humeyni, 1969 yılında Irak’taki kutsal Şii kenti Necef’te verdiği İslâm hükümeti konulu derslerde bu fikrini ve ünlü Velayet-i Fakih düşüncesini geliştirmiştir. Daha sonra bu dersler El Hukumah, El-İslamiya (İslâm Hükümeti) başlığı ile kitap halinde yayımlanmıştır.[12]

İkinci neden ise bence çok yaygın ve burada da söz konusu olan bir mantığa dayanmaktadır. Bu mantık, bir tür Demirel’in “bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” mantığı gibidir. Demirel için burada yadsınamaz bir gerçek olarak sağcıların cinayet işliyor olması önemli değildir. O siyasî mücadelesi içinde böyle bir sözü telaffuz etmez, edemez, mümkün değildir. İşte bir kısım İslâmcı, eski solcu, yeni liberal, yeni solcu aydın arasında özellikle İslâmcılar ve siyasî İslâm söz konusu olduğunda otomatik olarak devreye giren ve pek rağbette olan bir mantık da böyle bir şeydir. Sonradan artık savunulamayacak bir hal aldığı görülen ve bir şekilde “İslâmî” olduğunu iddia eden rejimlerin, durumların, aslında ilk başlatıcıları tarafından başlangıçta, daha teori saf ve temizken böyle tasarlanmadığı, böyle istenmediği, sonradan, çoğu “kötü karşıtların” zorlamaları ve onların saldırıları karşısında savunma gerekçesiyle alınan önlemler ve bir yerden sonra artık ipin elden kaçmasıyla bu hale geldiği savunması. Ki bu tür düşünce tarzına, “özürcü” düşünce tarzı denir ve çok yaygındır. Eski Sovyetler Birliği ile ilgili savunularda da olduğu gibi. Ne demeli, saflar değişiyor, fikirler değişiyor hattâ çok sevdikleri deyimle dünya değişiyor, ama alışkanlıklar ve düşünce kategorileri, mantık yürütme tarzı değişmiyor.

[1]Seçim dönemindeki sessizliğini, seçimden sonra Newsweek dergisine verdiği demeçle bozan ve Oxford'da vereceği seminer için hazırlıklara başlayan Suruş'un pasaportuna, ülkeden çıkışı yasaklandığı gerekçesiyle Temmuz ortalarında el konuldu.

[2]Hatemi Natık Nuri'nin doğum yeri olan Mazendaran ve dindarlığı ile tanınan Lorestan eyaletinin dışında bütün eyaletlerde yüzde 50'den fazla oy aldı. En yüksek oy aldığı yer doğum yeri olan Yezr yüzde 84, en düşük aldığı yer yüzde 43 ile Mazendaran. Mazendaran ve Lorestan dışında en düşük aldığı eyalette yüzde 57 oy aldı. 26 eyaletin 15'inde yüzde 70'den fazla oy aldı. 6 eyalette yüzde 80 ve üzerinde oy aldı. Natık Nuri ise yüzde 52 ve yüzde 51 oy aldığı Mazendaran ve Lorestan dışında hiçbir yerde yüzde 35'i geçemedi ve 6 eyalet dışında yüzde 30'dan az oy aldı.

[3]Bu arada Natık Nuri'yi önde gösteren kamuoyu yoklamalarının ilginç ve önemli bir özelliğine de değinmek gerekir. Bu kamuoyu yoklamalarında kim kazanır sorusuna Natık Nuri cevabı verenlerin oranı kime oy vereceksiniz sorusuna Natık Nuri cevabını verenlerden en az yüzde yirmi daha fazla idi. Halk, kendileri kime oy verirse versin Natık Nuri'nin kazanacağına inanıyordu büyük oranda.

[4]Hatemi'nin bu iki merkezdeki propaganda çalışmalarının Ensari Hizbullah'ın en şiddetli saldırılarına marûz kaldığını da belirtmekte fayda var. Bu arada, Tahran kent merkezinde 3 milyon 415 bin oydan Hatemi 2 milyon 636 binini (yüzde

77) alırken, Natık Nuri 506 bin oy aldı (yüzde 14). Bu, geçen yılki meclis seçimlerinde 1 milyon oy ile Tahran milletvekili seçilen Natık Nuri'nin oyunun düştüğünü göteriyor.

[5]Sansürü yumuşatan ve birçoğu daha sonra kapatılacak 400'den fazla gazete ve periyodik yayına izin veren Hatemi, aydın ve kültürel çevrenin desteğini kazanan bu dönemki uygulamalarının “fazla liberal” olduğu gerekçesiyle muhafazakârların hışmına uğradı. İran'ın ünlü kadın yönetmeni Rahşan Beniitimad tarafından, son on yılda yaptığı büyük atılımla uluslararası festivallerde ödül üstüne ödül kazanan “İran sinemasının babası” olarak Hatemi, bakanlığı döneminde yabancı yayınların İran'da satışına konan yasağı kaldırdı. Şimdiye kadar radikal devrimci politikalarla çelişkiye düşüp istifa eden tek kişi olan Hatemi, 1992'de uyguladığı serbestleştirici politikalar nedeniyle muhafazakârların ağır baskısı altında istifa etmek zorunda kaldı. İstifa mektubunda, kişisel ve toplumsal özgürlüklerin İslâm adına reddedilmesinin İslâma ihanet olduğunu ilân etti. Hatemi, kendisini ülkeden uzak tutmak için önerilen Vatikan büyükelçiliğini reddetti.

[6]Nitekim Rafsancani, cumhurbaşkanlığı seçiminden sonraki ilk basın toplantısında, gençlerin seçimlere geniş katılımının ilk defa yaşanan önemli bir olgu olduğunu kabul ederek, bu olgunun gözardı edilemeyeceğini söyledi. MRM genel sekreteri Kerrubi de, gençliğin siyasî ve kültürel etkinliklere katılmaya davet edilmesi gerektiğini belirterek, muhalif bir tarzda siyasî sürece giren gençliğin, rejimin içine çekilmesi gereğini vurguladı. Hatemi de gençlerin geniş katılımının İslâmi sisteme verilen tam desteğin bir göstergesi olduğunu savunarak, gençler sistem içi etkinliklere çekilmelidir dedi.

[7]Rafsancani'nin başlattığı sınırlı ekonomik ve toplumsal liberalleşme politikaları her iki cumhurbaşkanlığı döneminde Meclis çoğunluğunun bu politikalara karşı (Rafsancani'nin birinci cumhurbaşkanlığı devresinde radikaller, ikinci ve son cumhurbaşkanlığı devresinde muhafazakârlar) kesimlerin elinde olması nedeniyle önemli ölçüde başarısız oldu.

[8]Bu nedenlerin başında, lider meclis ve devrim muhafızları ve tutucu ve güçlü vakıfların yanı sıra, genelkomutan yardımcısı Batının bilgisayar ve uydu istilası askerî olarak engellenecektir diyen Devrim Muhafızları var. Devrim Muhafızları Komutan Yardımcısı General Rahim Savafi, 18 Şubat 97'de basında yer alan bir demecinde, “ABD başta düşmanların bilgisayarlar ve uydular aracılığıyla İran'a yönelttiği ahlâksız programların uzun dönemde ülkenin güvenliğine karşı ciddi bir tehdit oluşturabilir. Bu saldırıya silahlı kuvvetlerimiz tarafından kararlı bir şekilde karşı durulmalıdır” dedi.

[9]Artık İran'da Rafsancani, dinî liderden sonra tartışmasız ikinci adamdır ve bütün yalanlama ve “öyle değil” açıklamalarına rağmen İran, dini lider, Rafsancani ve Cumhurbaşkanı Hatemi'nin oluşturduğu bir troyka tarafından yönetilecek ve burada Meclis Başkanı Natık Nuri'ye yer yok.

Bu arada Hamaney'in şu ya da bu şekilde dinî liderliğinin (Veli-yi Fakih) sona ermesi durumunda Rafsancani'nin onun yerini alacağı söylenti ve beklentilerine de değinmek gerek. Ancak, bunun tersi de, yani daha radikal bir değişiklik de mümkün. Hamaney'den sonra artık tek kişinin veliyi fakih olmayacağı, Rafsancani'nin bunun yerine bir konseyden oluşan liderliği tercih ettiği de yaygın ve güçlü bir kanı. Yani, Hamaney'den sonra üçüncü bir veliyi fakih olmayacak.

[10]İran rejiminin oturmaya başladığı dönemlerde çıkan sorunlar karşısında “şeriat ile düzenin çıkarlarının zaman zaman çatıştığı” ortaya çıktı. 18 Ocak 1988'de o zamanki Cumhurbaşkanı, şimdiki dini lider Ali Hamaney, Koruyucular Konseyi tarafından reddedilen, yabancı ticaretin millileştirilmesi, mal dağıtımı ve yolsuzluğun cezalandırılması ile ilgili yasaların da aralarında bulunduğu bazı yasaları yeniden görüşülmek üzere Meclise gönderdi. Ancak bu sorun Meclis, hükümet ve Anayasayı Koruyucular Konseyi arasında çözümlenemeyince, Ocak 1988'in sonlarına doğru yasama, yürütme ve yargı erkinin başkanları Humeyni'ye yazdıkları ortak bir mektupla, bu çatışmaların mevcut mekanizmalar içinde çözülemeyeceğini belirttiler ve çözüm yolu bulmasını istediler.

Bunun üzerine 6 Şubat 1988'de Humeyni Heyeti Teşhisi Maslahat'ı Nizam'ı atadı. İlk üyeleri arasında Anayasayı Koruyucular Konseyi'nin 6 molla üyesi ve aralarında Cumhurbaşkanı ve Meclis Başkanı'nın da bulunduğu önde gelen 7 devlet adamının bulunduğu heyete, Meclis ile Koruyucular Konseyi arasında yasaların Anayasa ve şeriata uygunluğu konusunda çıkan anlaşmazlıkların halli, lidere danışmanlık ve belki de en önemlisi olmak üzere, “düzenin normal yollardan hallolunamayacak sorunlarının ele alınıp hal çaresi” bulunması verildi. Şimdiye kadar kullanılmayan lidere danışmanlık organı işlevinin yanı sıra, Heyet bu son yetkisi ile de, özellikle uluslararası ilişkilerde (örneğin Salman Rüşdü ile ilgili ölüm fetvası gibi) kritik kararların, kritik politika değişikliği kararlarının alınabileceği tek organ konumunda.

Ve geçen Mart ayında başına Rafsancani'nin 5 yıllığına şahsen atanmasının ardından yeni konumuna uygun düzenlemeler de ardından gelmeye başladı.

Eskiden Cumhurbaşkanlığına bağlı olan Stratejik Araştırmalar Merkezi, İdari Yüksek Konsey'in 15 Haziran tarihli oturumunda, cumhurbaşkanlığının önerisi ve İdare ve İstihdam İşleri Kurumunun onayı ile alınan bir kararla Heyet-i Teşhis-i Maslahat-ı Nizam'a bağlandı. Rafsancani böylece şimdiye kadar kendisine bağlı olan bir kurumu yine kendi emri altına alan ve yeni konumunu daha da güçlendiren bir düzenlemeyi daha yapmış oldu.

[11]Bu eğitimle ilgili kısa bir bilgi için bkz. Sami Zübeyde, İslam, Halk ve Devlet. Çev. S. Oğuz (1994- İstanbul: İletişim Yayınları), s. 74, dipnot.

[12]Humeyni'nin buradaki İslâmî hükümet anlayışının ayrıntıları için Zubeyde;1994, Bölüm 1.

Bu İslâmî hükümet görüşüne eski Başbakan Mir Hüseyin Musavi, seçimlerden sonra ilginç bir yorum getirdi. Musavi uzun yıllardan sonra ilk kez katıldığı önemli bir konferansta, Necef'teki teorik İslâmî hükümet tartışmaları ile İran İslâm Cumhuriyeti Anayasası'nın formülasyonu arasında büyük bir mesafe olduğunu bilmemiz gerekir. Yolun her zaman kolay olmadığını biliyorduk. Bu nedenle laiklik peşinde olan ve dindar bir hükümetten korkan milliyetçi muhalifler ve 18 yıldan sonra hala Anayasa çizgisine gelmeyen fanatik bir düşman vardır. Eğer bu yönde bir şey söylemiyorlarsa halktan korktukları içindir'' dedi.

İran'ın sömürgeci güçlerle hiçbir görüşme yapamayacağını ve sömürgecileri destekleyenlerin görüşlerine hiçbir şekilde yaklaşamayacağını söyleyen Musavi, İslâmî yenileşme hareketlerini yorumlarken de şunları söyledi:

Her zaman iki eğilim vardı, bu eğilimler modernleşme, kültür ve uygarlaşmanın İslâm dünyasında yarattığı tehdidin doğurduğu sorunları çözmek için sahneye çıktılar. Bazıları için İslâm Batı’ya karşı yapılan savunma için araçtır. Ama bazıları için İslâma dönüş bir araç değil amaçtır ve Humeyni de bu kesime aittir. İmam (Humeyni) değişik tip İslâmlar olduğunu söyledi. Bazıları ABD, süper güçler, kapitalistler, fanatik sözde kutsal kişilerin, sıkıntı çekmeyen zengin kişilerin, oportünistlerin, açgözlülerin emrindedir. Bir de çıplak ayaklıların, tarihin lanetlilerinin İslâmı ve basitçe söylemek gerekirse saf Muhammedi İslâm vardır. İmam için İslâmî kozmopolitanizm bir ilke idi.