Niçin Savaşıyoruz? Dördüncü Dünya Savaşı Başladı

6 Temmuz’da Meksika’da seçimler esnasında, gerçek bir politik deprem meydana geldi. Yetmiş yıla yakındır ilk defa Anayasal Devrimci Parti (ADP) Millet Meclisi’nde salt çoğunluğu, birçok eyaletin denetimini ve bu arada Mexico belediyesini kaybetti ve çoğunluk sosyal demokrat Demokrat Devrimci Parti (DDP) lideri Bay Cuauhtémoc Cardenos’a geçti. Chiopos’da Zapatist Milli Kurtuluş Ordusu (EZLN), bu seçimler konusunda açık bir talimat vermedi ve kendi kutsal mekânına Locandona ormanının yeşilliklerine çekildi. Hareketin lideri, komutan vekili Marcos, bize bu özgün analizi ve yeni uluslararası verilerin jeostratejisini buradan ulaştırdı.


Savaş devlet için hayati önemde bir olaydır; hayatın ve ölümün alanıdır bu; varkalmaya ya da yokoluşa götüren yoldur. Onu derinliğine incelemek zorunludur.

Sun Tzu, Savaş Sanatı

Dünya sistemi olarak neo-liberalizm, yeni bir toprak fethi savaşıdır. Üçüncü dünya savaşı ya da soğuk savaş hiçbir biçimde dünyanın iki kutupluluğu aştığı ve galibin hegemonyası altında istikrara yeniden kavuştuğu anlamına gelmiyor. Çünkü bir mağlup (sosyalist kamp) var ise de galibi adlandırmak zor. ABD mi? Avrupa Birliği mi? Japonya mı? Her üçü de mi?

“Kötülük İmparatorluğu”nun yenilgisi, zaptedilmesi bir yeni -dördüncü- dünya savaşını, tahrik eden yeni pazarlar açtı.

Bütün çatışmalar gibi, bu savaş da ulusal devletleri kendi kimliklerini yeniden tanımlamaya zorluyor. Dünya düzeni, Amerika’nın, Afrika ve Okyanus’un fethedildiği bir önceki çağa geri döndü. Geri geri giderek ilerleyen acayip bir modernlik bu. 20. yüzyılın şafağı, onca bilim kurgu romanı tarafından tanımlanan aklî bir gelecekten çok daha fazla geçmişin barbar yüzyıllarına benzemekte.

Geniş topraklar, zenginlikler ve özellikle de muazzam yetişkin emek gücü yeni efendilerini bekliyor. Dünyanın efendisi işlevi tek ama adaylar çok. “İyiliğin imparatorluğu”na ait sayılanlar arasındaki yeni savaş bundan kaynaklanıyor.

Eğer, üçüncü dünya savaşında kapitalizm ve sosyalizmin çeşitli alanlardaki ve değişken yoğunluk derecelerindeki mücadelelerini gördüysek; bu dördüncüsü büyük finans merkezleri arasında, dünya çapında, müthiş ve sürekli bir yoğunlukta cereyan ediyor.

Kötü bir adlandırmayla “soğuk” denilen savaş, çok yüksek sıcaklık derecelerine ulaşmıştı: uluslararası casusluğun dehlizlerinden Ronald Reagan’ın ünlü “yıldızlar savaşı”nın gezegenler arası uzayına, Küba’nın Domuzlar Körfezi’nin kumlarından, Vietnam’daki Mekong deltasına kadar; nükleer silahların çılgınca yarışından Latin Amerika’daki vahşi askerî darbelere; NATO ordularının karanlık manevralarından Che Guevara’nın öldürüldüğü Bolivya’daki CIA ajanlarının tertiplerine kadar. Bütün bu olaylar dünya ölçeğinde sistem olarak sosyalist kampın çökertilmesi ve toplumsal alternatif olarak çözülmesi ile sonuçlandı.

Üçüncü dünya savaşı galip, yani kapitalizm için “total savaş”ın yararlarını gösterdi. Savaş sonrasında, başlıca tartışmalı unsurları (Doğu’nun yenilgisi ile ortaya çıkan) önemli “sahipsiz alanlar”ın (no man’s land) çoğalması, bazı güçlerin (ABD, Avrupa Birliği ve Japonya) gelişmesi, dünya ekonomik krizi ve yeni enformatik devrim olan yeni bir dünya ölçeğinde düzenlemenin farkına varılmasını sağladı.

Bilgisayarlar sayesinde para piyasaları, kambiyo merkezlerinden başlayarak ve tamamen keyiflerine göre kendi yasa ve davranış kurallarını gezegenimize dayatıyorlar. “Globalleşme”, onların mantığının hayatın tüm alanlarına bütüncül biçimde yayılmasından başka bir şey değildir. Bundan böyle, ekonominin efendileri, ABD bizatihi bu malî iktidarın dinamiği -serbest ticari mübadele- tarafından yönetilmekte, telefonla idare edilmektedir. Ve bu mantık, toplumsal yelpazedeki faaliyetin tüm yanlarını kendine uygun hale getirmek için iletişim araçları gelişiminin teşvik ettiği geçirimlilikten, gözeneklilikten yararlanıyor. Sonuç olarak tamamen total bir dünya savaşı bu!

Bu savaşın ilk kurbanlarından biri ulusal pazardır. Zırhlı bir aracın içinde sıkılan bir mermi gibi, neo-liberalizm tarafından açılan savaş sekiyor ve ateş edenin yaralanmasıyla sona eriyor. Modern kapitalist devlet iktidarının temel dayanaklarından biri olan ulusal pazar, global malî ekonominin top ateşleriyle dağıtıldı. Yeni uluslararası kapitalizm, ulusal kapitalizmleri geçersiz hale getiriyor ve kamu iktidarlarını gıdasızlıktan bitkin hale gelinceye kadar aç bırakıyor. Darbe o denli sert ve acımasızdır ki ulusal devletler, vatandaşlarının çıkarlarını savunacak güce sahip değildir.

Soğuk savaştan miras kalan süslü vitrin, -yeni dünya düzeni- neo-liberalizmin patlamasıyla kırılıp bin parçaya ayrıştı. Proleter devrimlerin esintisiyle değil ama, malî kasırgaların şiddeti nedeniyle, işletmelerin ve devletlerin çökmesi için birkaç dakika bile yeterli olmaktadır.

Oğul (neo-liberalizm) babayı (millî sermaye) parçalayarak yiyor ve geçerken de kapitalist ideolojinin yalanlarını yerle bir ediyor; yeni dünya düzeninde ne demokrasi, ne özgürlük, ne eşitlik ne de kardeşlik var. Gezegenimizin sahnesi, kaosun egemen olduğu yeni bir savaş alanına dönüştü.

Soğuk savaşın sonlarına doğru kapitalizm dehşet verici bir askerî araç yarattı: nötron bombası. Bu silah binalara hiçbir zarar vermeksizin hayatı yok ediyordu. Ama dördüncü dünya savaşı dolayısıyla yeni bir mucizevi silah keşfedildi: malî bomba. Hiroşima ve Nagazaki’dekinden farklı olarak bu yeni bomba sadece şehri (burada ulusu) imha etmekle ve orada oturanlara ölüm, dehşet ve sefalet getirmekle kalmıyor; hedefini ekonomik globalleşmenin yap-boz tahtasında basit bir parçaya dönüştürüyor. Patlamasının sonuçları, dumanı tüten harabeler yığını ve binlerce cansız vücut değil ama, gezegenimiz çapındaki yeni hipermarşenin ticari dev kentine eklenmiş bir mahalle ve dünya ölçeğindeki yeni istihdam pazarı için boy gösteren bir işgücüdür.

Avrupa Birliği dördüncü dünya savaşının etkilerini kendi bünyesinde yaşıyor. Globalleşme, yüzyıllardan beri düşman olan devletler arasındaki sınırları kaldırmayı başardı ve onları siyasal birliğe doğru yönelmeye mecbur etti. Ulus-devletlerden Avrupa federasyonuna giden yol, Avrupa uygarlığınınkinden başlayarak yıkım ve harabelerle döşenecek.

Tüm yeryüzünde dev kentler türemekte. Öncelikli olanlarını ise ticari bütünleşme bölgeleri oluşturuyor. Kuzey Amerika’da, Kanada, ABD ve Meksika arasındaki Kuzey Amerika Serbest Mübadele Anlaşması (NAFTA) şu eski fetih rüyasının, “Amerika Amerikalılarındır”ın tamamlanmasını öngörüyor.

Dev kentler (megapoller) ulusların yerini mi alıyor? Hayır, daha doğrusu sadece bu değil olan. Dev kentler uluslara yeni işlevler, yeni sınırlar ve yeni perspektifler yüklüyor. Ülkeler böylece tümüyle, bir yandan yıkım/ıssızlaştırma ve diğer yandan ulusun ve bölgelerin yeniden inşâsı/yeniden örgütlenmesini üreten devasa neo-liberal işletmenin bölümleri haline geliyor.

Eğer nükleer bombalar üçüncü dünya savaşı esnasında caydırıcı, göz korkutucu ve zorlayıcı idiyseler; dördüncü savaş sürecinde malî dev bombalar bir başka niteliktedirler. Onlar, egemenliklerinin maddi temellerini tahrip ederek, yeni ekonomiye ayak uyduramayan herkesi (örneğin yerlileri) dışlayarak bizatihi kendi gelişmelerini üreterek bölgelere (ulus-devletlere) saldırmaya yarıyorlar. Ama mali merkezler aynı zamanda ulus-devletlerin yeniden inşâsını da yürütüyor ve onları yeni mantığa, ekonominin toplumsalı ele geçirme mantığına göre yeniden örgütlüyorlar.

Yerli halkın dünyası, bu stratejiyi gözler önüne seren örneklerle doludur. Uluslararası Emek Organizasyonunun (OİT) Orta Amerika bürosunun Müdürü Ian Chambers, dünyadaki yerli halk nüfusunun (300 milyon kişi), yeryüzündeki doğal kaynakların % 60’ını içeren bölgelerde yaşadığını açıkladı. “Dolayısıyla, karışıklık ve çatışmaların çoğunun onların topraklarını istila etmek için patlak vermesi şaşırtıcı değildir”. Ardından çevre kirlenmesi, fahişelik ve uyuşturucu gelir.

Bu yeni savaşta, ulus-devletin motoru konumundaki siyasetin yeri yok. Siyaset sadece ekonomiyi idare etmeye yarıyor. Siyasetçiler de işletme yöneticisinden başka bir şey değiller.

Dünyanın yeni efendilerinin doğrudan yönetmeye ihtiyaçları yok. Ulusal hükümetler işleri kendileri hesaplarına yönetmekle yükümlüdürler. Yeni düzen dünyanın tek bir pazar olarak birleştirilmesidir. Devletler hükümet diye geçinen idare müdürlerinden başka bir şey değildirler ve yeni bölgesel ittifaklar, siyasal federasyonlardan daha fazla ticari birleşimlere benzemektedir. Neo-liberalizmin ürettiği birleşme ekonomiktir; dünya ölçeğindeki devasa hipermarket sadece metaların serbest dolaşımıdır, insanların değil.

Bu globalleşme bir genel düşünce modeli de yaymaktadır. İkinci Dünya Savaşı esnasında Avrupa’da daha sonra Vietnam’da ve yakın dönemde Körfez bölgesinde Amerikan birliklerinin izlediği Amerikan tarzı hayat şimdi bilgisayarlar aracılığıyla tüm yeryüzüne yayılıyor. Söz konusu olan ulus-devletlerin maddi temellerinin yıkımıdır ama aynı zamanda tarihsel ve kültürel bir yıkımdır da.

Ulusların şekillendirdikleri tüm kültürler - Amerikan yerlilerinin asil geçmişi, parlak Avrupa uygarlığı, Asyalı toplumların bilge tarihi, Okyanusya ve Afrika’nın atalardan kalma zenginlikleri Amerikan hayat tarzı tarafından aşındırılmakta, kemirilmekte, tahrip edilmektedir. Neo-liberalizm tek bir modelin içinde eritmek üzere ulusların ve ulus gruplarının yıkımını, ortadan kalkmasını da dayatıyor. Dolayısıyla söz konusu olan neo-liberalizmin insanlığa karşı açtığı tam bir yeryüzü ölçeğinde savaştır, bu savaşların en pis ve en zalimce olanıdır.

Şu anda bir yap-bozla karşı karşıyayız. Bunu yerli yerine oturtmak, günümüz dünyasını kavramak için birçok parça yok ortada. Bununla birlikte, bu savaşın insanlığın tahribiyle bitmemesini umabilmek için onun yedi parçasını bulabiliriz. Manzarayı, dünyanın başını ağrıtan öteki parçalarla birleştirerek çizmek, boyamak, kesip biçmek ve yeniden oluşturmak içindir bu yedi parça.

Bu parçaların ilki, zenginlik ve yoksulluğun dünya toplumunun iki kutbunda yoğunlaşmasıdır. İkincisi dünyanın bütünüyle sömürülmesidir. Üçüncüsü insanlığın işsizleşmiş kısmının kâbusudur. Dördüncüsü iktidar ve suç arasındaki iğrenç ilişkidir. Beşincisi devletin şiddetidir. Altıncısı büyük politikanın esrarıdır. Yedincisi insanlığın neo-liberalizme karşı yürüttüğü çeşitli direniş biçimleridir.

Parça 1

ZENGİNLİĞİN YOĞUNLAŞMASI VE YOKSULLUĞUN DAĞITIMI

Birinci şekil parasal bir işaret olarak oluşuyor.

İnsanlığın tarihinde, bir saçmalığı dünya düzeninin alamet-i farikası olarak önermek için düşünülmüş çeşitli modeller vardır. Neo-liberalizm bu madalya takmalar sürecinde istisnai bir yer işgal edecektir. (Çünkü) onun zenginliği “paylaşma” konsepti çift katlı bir saçmalıktır; birileri için zenginliklerin, milyonlarca diğerleri için ise ihtiyaçların biriktirilmesi. Adaletsizlik ve eşitsizlik günümüz dünyasının içgüdüsel niteliğidir. Dünyada 5 milyar insan var. 500 milyonu refah içinde yaşıyor, 4.5 milyarı ise yoksulluğun acısını çekiyor. Zenginler sayısal azınlıklarını milyarlarca dolarları ile telafi ediyorlar. Dünyanın 358 en zengin kişisi, sadece onlar, dolar milyarderleri, yeryüzünün en yoksullarının yarısının, yaklaşık 2.6 milyar kişinin yıllık gelirlerinden daha fazlasına sahiptirler.

Büyük uluslarüstü işletmelerin gelişmesi gelişmiş ulusların ilerlemesi anlamına gelmiyor. Aksine bu devler daha zenginleştikçe, zengin denilen ülkelerdeki yoksulluk daha da ağırlaşmakta. Zenginler ve yoksullar arasındaki mesafe muazzam; sosyal eşitsizlikler yumuşamak şöyle dursun, giderek derinleşmekte.

Çizdiğiniz parasal işaret, dünyanın ekonomik iktidarını temsil ediyor. Şimdi ona dolar yeşilinin rengini veriniz. İğrenç kokuyu kaynağında duman, çirkef ve kan olan bu kokuyu bir yana bırakın.

Parça 2

GLOBALLEŞME VE SÖMÜRÜ İkinci şekil bir üçgen çizerek oluşuyor

Neo-liberallerin yalanlarından biri, işletmelerin ekonomik büyümelerinin zenginlik ve istihdamın en iyi dağılımıyla sonuçlandığını söylemeye dayanır. Yanlıştır bu. Tıpkı bir kralın gücünün artışının uyruklarının gücünün artması gibi bir sonuç içermemesi gibi. (Daha ziyade tersi olur.) Malî sermayenin mutlakçılığı zenginliklerin dağılımını iyileştirmez ve istihdam yaratmaz. Yoksulluk, işsizlik ve oturmamışlık onun yapısal sonuçlarıdır.

1960-70’li yıllarda (Dünya Bankası tarafından eline günde 1 dolardan daha az geçen diye tarif edilen) yoksulların sayısı 200 milyon kadardı. ’90’lı yılların başında sayıları 2 milyardı.

Daha fazla insan yoksul ve yoksullaşmakta. Daha az kişi zengin ve zenginleşmekte. Yap-bozun 1. parçasının dersleri böyledir. Bu akla aykırı, saçma sonucu sağlamak için dünya kapitalist sistemi metaların üretimini, dolaşım ve tüketimini “modernleştiriyor”. Yeni teknolojik devrim (iletişimsel) ve yeni siyasal devrim (ulus-devletlerin harabeleri üzerinden doğan megapoller), esasında toplumsal güçlerin, asıl olarak da işgücünün yeniden örgütlenmesi demek olan “yeni bir toplumsal devrim” meydana getiriyorlar.

Dünyanın ekonomik olarak aktif nüfusu, 1960’taki 1.38 milyardan 1990’daki 2.37 milyara vardı. Daha fazla çalışabilir insan var, ama yeni dünya düzeni onların belirli alanlarda ya da işlevleri yeniden düzenlenmiş (yahut da işsizler ve geçici işçiler gibi işlevsizleşmiş) olarak kaydediyor. Faaliyet başına istihdam edilen dünya nüfusu son yirmi yılda kökten değiştirildi. Tarım ve balıkçılık sektörü 1970’de % 22 iken, 1990’da % 12’ye düştü. İmalat % 25’den % 22’ye indi ama (ticaret, nakliye, bankacılık ve hizmetler gibi) üçüncü sektörler % 42’den % 56’ya çıktı. Gelişmekte olan ülkelerde tarım ve balıkçılık % 30’dan % 15’e düşerken, üçüncü sektör 1970’teki % 40’dan 1990’daki % 57’ye yükseldi.

Giderek daha çok işçi yüksek üretkenlikteki faaliyetlere yönlendirilmekte. Sistem tıpkı bir dev patron gibi davranmaktadır. Onun için dünya pazarı “modern” tarzda yönetilen tek bir işletmeden başka bir şey olmayacaktır.

Ancak neo-liberal “modernlik” ütopik “rasyonellik”ten ziyade kapitalizmden doğan bir yaratığa daha yakın görünmektedir. Çünkü kapitalist üretim çocuk emeğine müracaat etmeye devam etmektedir. Dünyadaki 1.15 milyar çocuğun en az 100 milyonu sokakta yaşamakta ve 200 milyonu da çalışmaktadır. Tahminlere göre 2000 yılında bunların sayısı 400 milyon olacaktır. Sadece Asya’da 146 milyonunun imalatta çalışacağı hesaplanmaktadır. Ve Kuzeyde de yüzbinlerce çocuk aile gelirlerine katkı yapmak veya yaşayabilmek için çalışmaktadır. Aynı şekilde birçok çocuk zevk, eğlence sektöründe istihdam edilmektedir. Birleşmiş Milletler’e göre her yıl bir milyon çocuk seks ticaretine itilmektedir.

Dünyadaki işsizlik ve milyonlarca işçinin geçici işlerde çalışması, ortadan kalkma arifesinde gözükmeyen gerçeklik budur işte. OECD ülkelerinde işsizlik 1966’da % 3.8 iken, 1990’da % 6.3’e yükseldi; Avrupa’da % 2.2’den 6.4’e çıktı. Dünya ölçeğinde haline gelen pazar küçük ve orta büyüklükteki işletmeleri yok etmektedir. Yerel, bölgesel pazarların ortadan kalkışı ile, korumadan yoksun kalan bu işletmeler dev uluslarüstü işletmelerin rekabetine dayanamazlar. Böylece milyonlarca işçi kendini işsizlikte bulmaktadır. Neo-liberal saçmalık şudur: İstihdam yaratmak şöyledursun, istihdam yok ederek üretimin büyümesi - BM, istihdamsız büyüme’den bahsediyor.

Ancak kâbus burada bitmiyor. İşçiler geçici iş koşullarını kabul etmek zorunda. Çok daha büyük bir istikrarsızlık, daha uzun işgünü, daha düşük ücretler. Globalleşmenin ve hizmet sektörünün patlamasının sonuçları böyledir.

Bütün bunlar özgül bir fazlalık üretmektedir: Yeni dünya düzeninin sakat bıraktığı, giderek sayıları artan insanlar; sakatlanmışlar, çünkü artık üretmiyor, tüketmiyor ve artık bankalara borçlanamıyorlar. Sonuç olarak fırlatılıp atılabilirler. Malî piyasalar bugün devlet ve devlet gruplarına kendi yasalarını dayatıyorlar. Sakinlerini yeniden dağıtıma tabi tutuyorlar. Ve sonunda tespit ediyorlar ki hâlâ daha gereğinden fazla insan var.

Dolayısıyla işte üçgene dünya ölçeğindeki sömürü piramidine benzeyen bir şekil.

Parça 3

GÖÇ, BAŞIBOŞ KÂBUS Üçüncü şekil bir daire çizerek oluşuyor.

Daha önce, üçüncü dünya savaşının sonunda fethedilecek (eski sosyalist ülkelerden) ve yeniden fethedilecek ülkelerin varlığından zaten bahsetmiştik. Buradan kaynaklanan piyasaların üçlü stratejisi: “Bölgesel savaşların” ve “iç çatışmalar”ın çoğalması; sermayenin alışık olmadığımız bir birikim hedefi takip etmesi ve büyük emekçi kitlelerinin yer değiştirmesi. Sonuç: Dünya ölçeğinde milyonlarca göçmenlik bir büyük çark. Soğuk savaş galiplerinin vaadettiğine göre “sınırsız” dünyadaki “yabancılar”. Bunlar eğer hapishanelere atılmamış ya da öldürülmemiş iseler, yabancı düşmanlığının zulmünden, istihdam güvensizliğinden, kendi kültürel kimliklerini kaybetmekten, polis baskısından ve açlıktan ıstırap çekmektedirler.

Sebebi ne olursa olsun göç kâbusu büyümeye devam etmektedir. BM’nin Sığınmacılar Yüksek Komiserliği’nin açıkladığı sayıların düzenli bir tırmanışı vardır: 1975’te 2.5 milyon, 1975’te 27 milyondan fazla.

Neo-liberalizmin göç politikası, göçmenliği durdurmaktan çok, dünya emek pazarını istikrarsızlaştırmak amacına yöneliktir. - Yok etme, ıssızlaştırma, yeniden inşâ ve yeniden örgütlenme mekanizmalarıyla - dördüncü dünya savaşı milyonlarca insanı yer değiştirmeye sürüklüyor. Onların kaderi kâbusları sırtlarında, bir işi olan emekçiler için bir tehdit, patronu unutturacak bir doğal bostan korkuluğu ve ırkçılığa bir bahane oluşturmak için dolanıp durmaktır.

Parça 4

MALİ GLOBALLEŞME VE

SUÇUN GENELLEŞMESİ

Dördüncü şekil bir dikdörtgen çizerek oluşuyor.

Eğer suç dünyasını mezar ötesi ve karanlığın eşanlamlısı olarak düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Soğuk savaş denilen dönemde, örgütlü suç hayli saygıdeğer bir imaj edinmişti. Sadece modern bir işletme gibi çalışmaya başladığından ötürü değil, aynı zamanda ulus-devletlerin ekonomik ve politik sistemlerine derinliğine sızmış olduğundan dolayı da.

Dördüncü dünya savaşının başlangıcı ile, örgütlü suç etkinliklerini dünya ölçekli hale getirdi. Beş kıtanın suç örgütleri, dünya ölçeğinde işbirliği “ruhu”nu edindiler ve yeni pazarların fethi için işbirliğine giriyor, biraraya geliyorlar. Sadece kirli parayı aklamak için değil, yasadışı işlerine yönelik sermaye temin etmek için de yasal işlere yatırım yapıyorlar. Tercih ettikleri faaliyetler, lüks emlak, eğlence sektörü, medyalar ve banka.

Ali Baba ve 40 bankacı mı? Daha da kötüsü. Ticari bankalar kirli parayı kendi yasal işleri için kullanıyor. Bir Birleşmiş Milletler raporuna göre: “Suç örgütlerinin gelişmesi, borçlu ülkelerin IMF kredilerini alabilmek için kabullenmek zorunda kaldıkları yapısal düzeltme programları yüzünden kolaylaştırıldı.”

Organize suç mali cennetlere de güveniyor. Sayıları 55 kadar olan bu yerler, -ki biri de Cayman adalarındadır- bankacılık merkezi olarak beşinci sıradadır ve orada oturanların sayısından fazla kayıtlı banka ve şirkete sahiptirler. Kirli parayı aklamaktan başka bu mali cennetler vergiden kaçmayı da sağlıyorlar. Buraları hükümetler, işadamları ve mafya şefleri arasındaki ilişkilerin de mekânıdır.

İşte, içinde yasallığın ve yasadışılığın yansımalarının değiş-tokuş edildiği dikdörtgen ayna, suçlu aynanın hangi köşesindedir? Onu soruşturacak olanın köşesi hangisidir?

Parça 5

YASADIŞI BİR İKTİDARIN

YASAL ŞİDDETİ Mİ?

Beşinci parça bir beşgen oluşturuyor

Globalizasyon kabaresinde devlet, asgari zorunlu parçası, baskı gücü hariç her şeyden soyunduğu bir strip-tease’e koyuluyor. Yıkılmış maddi temeli, geçersizleşmiş egemenliği ve bağımsızlığı, etkisizleşmiş politik sınıfı ile ulus-devlet, dev işletmelerin hizmetinde basit bir güvenlik aygıtı haline geliyor. Toplumsal harcamalara dönük kamu yatırımları yönlendirmek yerine, toplumu daha etkin biçimde denetlemesini mümkün kılacak donanımları iyileştirmeyi tercih ediyor.

Şiddet pazarın konumlarından akıp dururken ne yapmalı? Meşrû şiddet nerededir? Nerededir gayrımeşrûluk? Özgür arz ve talep oyunu böylesi bir tekelle meydan okurken, zavallı ulus-devletlerin talep edebileceği şiddet tekeli hangisidir? Dördüncü parçada organize suç, hükümet ve mali merkezlerin hepsinin birden gayet samimi biçimde birbirleriyle ilişkili olduklarını göstermedik mi? Organize suçun gerçek ordulara güvendikleri apaçık değil mi? Şiddet tekeli artık ulus-devletlere ait değildir; pazar onu açık arttırmaya koymuştur.

Eğer şiddet tekeli anlaşmazlığında pazar yasalarına değil de “alttakilerin çıkarları”na müracaat edilirse, elbette dünyasal iktidar burada bir saldırı görecektir. Silahlanan yerlilerin ve isyan halindeki Zapatist Milli Kurtuluş Ordusu’nun (EZLN) neo-liberalizme karşı insanlık adına meydan okuyuşunun en az incelenen (ve en fazla mahkûm edilen) yönlerinden biri işte budur.

Amerikan askerî iktidarının simgesi Pentagon’dur. Yeni dünya polisi, orduların ve milli polislerin neo-liberal megapollerde düzen ve ilerlemeyi güvence altına alan basit birer güvenlik aygıtı olmalarını istemektedir.

Parça 6

MEGA POLİTİKA VE CÜCELER Altıncı parça kargacık burgacık bir yazı olarak oluşuyor.

Ulus-devletlerin mali piyasalar tarafından saldırıya uğradıklarını ve megapoller bünyesinde çözülmeye zorlandıklarını söylemiştik. Ancak neo-liberalizm savaşını sadece ulusları ve bölgeleri “birleştirerek” yürütmüyor. Onun imha-ıssızlaştırma ve yeniden inşâ-yeniden örgütleme stratejisi ulus devletlerde bölünmeler de üretiyor ayrıca. Bu dördüncü savaşın paradokslarından biri de budur: Sınırları yok etmeye ve ulusları birleştirmeye yönelik bu savaş sınırların çoğalmasını ve ulusların dağılmasını tahrik ediyor.

Eğer biri bu globalleşmenin bir dünya savaşı olduğundan hâlâ kuşku duyuyorsa, SSCB’nin, Çekoslovakya’nın ve Yugoslavya’nın bölünmesini, ulus-devletlerin temellerini, onların uyumlarını kıran krizlerin kurbanlarını teşvik eden çatışmaları gözönüne getirsin.

Megapollerin oluşumu ve devletlerin parçalanması ulus-devletlerin tahribinin bir sonucudur. Bunların birbirinden ayrı olaylar olması söz konusu mudur? Gelmekte olan bir büyük buhranın belirtileri bunlar mıdır? Birbirinden kopuk olgular mıdır bunlar?

Ticari sınırların ortadan kaldırılması, telekomünikasyondaki patlama, haber, bilgi otoyolları, mali piyasaların gücü, uluslararası serbest mübadele andlaşmaları, bütün bunlar ulus-devletlerin ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmaktadır. Paradoksal olarak, globalleşme ekonomik geçitlerle birazcık birbirine bağlanmış su geçirmez kompartmanlardan oluşma, parçalara ayrılmış bir dünya meydana getiriyor. Neo-liberal yap-bozun işe yaramaz dünya birliğini yansıtan kırık aynaların dünyası bu.

Ancak, neo-liberalizm birleştirmek istediği dünyayı parçalara ayırmıyor sadece, aynı zamanda bu savaşı yönetecek siyasal-ekonomik merkezi de meydana getiriyor. Mega politikadan söz etmenin hayatî önemi var burada. Mega politika ulusal politikaları yutuyor ve onları piyasa mantığı ile dünya ölçeğindeki çıkarlara sahip bir merkeze bağlıyor. Bu merkez adına savaşlara, kredilere, malların alım satımına, diplomatik tanımalara, ticari ambargolara, siyasal desteklemelere, göçmenlere dair yasalara, uluslararası bozuşmalara, yatırımlara, sonuç olarak tüm ulusların yaşamlarını sürdürmelerine karar veriliyor.

Ülke yöneticilerinin siyasal rengini verdirme gücüne sahip olan da mali piyasalardan başkası değil. Onların gözünde hesaba katılan şey ekonomik programa saygıdır. Malî ölçütler kendini tüm hükümetlere dayatıyor. Dünyanın efendileri piyasaların çıkarına zarar verecek hiçbir tedbir almamak koşuluyla bir sol hükümetin varlığına da anlayış gösterebilirler. Onlar egemen modelle bozuşacak bir politikayı asla kabul etmeyeceklerdir.

Mega politikanın nazarında ulusal politikalar, mali devlerin boyunduruğuna uymak zorunda olan cüceler tarafından yönlendirilmektedir. Bu daima böyle olacaktır... ta ki cüceler isyan edinceye kadar.

O halde mega politikayı temsil eden şekil budur. Onda en küçük bir aklîlik bulmak imkânsızdır.

Parça 7

DİRENİŞ CEPLERİ Yedinci parça bir cep çizerek oluşuyor.

“Başlarken, senden Direnişle siyasal muhalefeti birbirine karıştırmamanı rica ederim. Muhalefet iktidara karşı çıkmaz ve onun en tam biçimi bir muhalefet partisi biçimidir. Oysa Direniş, tanım olarak bir parti olamaz; yönetmek için yapılmaz o... direnmek içindir” (Tomas Segovia, Alegatorio, Mexico, 1996).

Globalleşmenin görünüşteki şaşmazlığı gerçekliğin itaat kabul etmez inatçılığını buluyor karşısında. Neo-liberalizm kendi savaşını izlerken protestocu gruplar, protestocu grup çekirdekleri, isyan nüveleri tüm dünya ölçeğinde biçimlenmekteler. Cepleri tıka basa dolu mali güç sahipleri direniş cepleri ile karşılaşıyorlar. Evet ceplerle. Her boydan, her renkten ve çeşitli biçimlerde. Onların tek ortak noktaları var: “Yeni dünya düzeni”ne ve bu dördüncü dünya savaşının temsil ettiği insanlığa karşı suça direnme iradesi.

Neo-liberalizm milyonlarca insana boyun eğdirmeye girişmekte ve onların “fazla, aşırı” olacak olanlarını elden çıkarmayı istemektedir. Ama bu “fırlatılıp atılabilir”, “elden çıkarılabilir”ler ayaklanıyorlar. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, gençler, yerliler, çevreciler, homoseksüeller, lezbiyenler, sero pozitifler, işçiler ve yeni düzenin başını ağrıtan, örgütlenen ve mücadele eden, savaşan herkes. “Modernlik”ten dışlanmışlar, direnişlerin ağını dokuyor.

Örneğin Meksika’da, Tehuantepec Boğazı’nın bütünsel gelişme programı adına yetkililer büyük bir sanayi bölgesi inşâ etmek istiyorlardı. Bu bölge “delme aletleri fabrikaları”nı, Meksika petrollerinin üçte birini işleyerek ve petrokimya ürünleri hazırlayacak bir rafineriyi ihtiva edecekti. İki okyanus arasında transit güzergâhlar inşâ edilmiş olacaktı: Yollar, bir kanal ve bir elektrikli tren hattı. Ve yine güneydoğu Meksika’da, Lacandona ormanlarında, hem tarih ve şeref bakımından hem de petrol ve uranyumca zengin yerlilerin topraklarındaki sermayeye el koymak amacıyla katı bir bölgesel gelişme programını uygulamaya koydular.

Bu programlar, güneydoğuyu ülkenin kalanından ayırarak Meksika’yı bölmekle sonuçlanacaktı. Aslında bunlar, odağında Zapatist Milli Kurtuluş Ordusu’nun yer aldığı, 1994’te doğan anti-neo-liberal ayaklanmayı çember içine almayı gözeten kerpeten gibi bir karşı-ayaklanmacı strateji içinde yer almaktaydı.

Ayaklanan yerliler hakkında bir parantez açmak gerekiyor: Zapatistler, Meksika’da, ulusal egemenliği savunmanın ve ona yeniden sahip olmanın anti-neo-liberal devrimin bir parçası olduğunu ileri sürüyorlar. Ama paradoksal biçimde EZLN ülkeyi bölmek istemekle itham ediliyor.

Gerçek şudur ki; bölünmeyi talep eden yegâne kesim, petrolce zengin Tabasco eyaletinin girişimcileri ve Anayasal Devrimci Parti’ye (PRI) üye Chiapas kökenli federal milletvekilleridir. Zapatistlere gelince, onlar, globalleşmeye karşı ulusal devleti savunmanın zorunluluğunu ve Meksika’yı küçük parçalara ayırma girişimlerinin, kızılderili halkların özerkliğine dair haklı taleplerden değil yöneten kesimden kaynaklandığını düşünüyorlar.

EZLN ve yerlilerin ulusal hareketi, kızılderili halkların Meksika’dan ayrılmasını istemiyor. Onlar, kendi özgüllükleri ile ülke bütünlüğünün bir parçası olarak tanınmayı bekliyorlar. Demokrasi, adalet ve özgürlükle yönetilen bir Meksika’yı yürekten istiyorlar. EZLN’nin ulusal egemenliği savunmasına mukabil, Meksika Federal Ordusu onun maddi temellerini tahrip eden ve ülkeyi uyuşturucu kaçakçılarına olduğu gibi yabancı büyük sermayeye de peşkeş çeken bir hükümeti koruyor.

Güneydoğu Meksika’nın dağlarında neo-liberalizme direnenlerden başkası yok. Meksika’nın öteki bölgelerinde, Lâtin Amerika’da, ABD’de, Kanada’da, Maastricht Antlaşması Avrupası’nda, Afrika’da, Asya ve Okyanus’da direniş cepleri çoğalıyor. Hepsinin kendi ayrı hikâyesi, kendi özgüllükleri, benzerlikleri, kendi talepleri, kendi mücadeleleri ve kendi başarıları var. Eğer insanlık hayatta kalmak ve kendini iyileştirmek istiyorsa, onun yegâne umudu, dışlananların, hesaptan düşülenlerin, “kaldırılıp atılabilir” olanların meydana getirdiği bu ceplerdedir.

Buradaki de bir direniş cebi örneği ama buna aşırı bir önemlilik atfetmiyorum. Örnekler direnişlerin sayısı kadar çok ve bu dünyanın dünyaları kadar da çeşitli. O halde hoşunuza gidecek bir örnek oluşturun. Bu cepler hadisesinde tıpkı direniş olayında olduğu gibi çeşitlilik, farklılık bir zenginliktir.


Bu yedi parçayı çizdikten, boyadıktan ve kestikten sonra fark ediyorsunuz ki bunları biraraya getirmek imkânsızdır. Sorun da budur: Globalleşme birbiri içine geçmeyen bu parçaları birleştirmek istedi. Bu nedenle ve bu yazıda bahsedemediğim diğer nedenlerle yeni bir dünya kurmak zorunludur. Birçok dünyayı, tüm dünyaları içerebilecek bir dünyayı.

Sevgi içinde yuvalanmış rüyaları anlatan bir dipnot:

Yanıbaşımızda deniz dinleniyor sanki. Uzunca bir zamandır sıkıntıları, belirsizlikleri ve sayısız rüyalarımızı paylaşıyor ama şimdi sıcak orman gecesinde benimle birlikte uyumakta. Rüyalarımdaki ekinler gibi dalgalanışına bakıyorum ve değişmez olanı yanıbaşımda nemli ve serin, yeniden bulmanın hayranlığını duyuyorum. Soluksuz kalmak beni yataktan çıkarıyor ve yıllar öncesinde olduğu gibi bugün de yaşlı Antoine’a götürmesi için kalemimi elime alıyorum.

Yaşlı Antoine’dan, nehrin yukarılarına yapılacak bir keşif için bana eşlik etmesini istemiştim. Azıcık yiyecekten başka hiçbir şey götürmemiştik. Saatlerce dolambaçlı patikaları izledik, açlık ve sıcaktan acınacak hale gelmiştik. Öğleden sonra bir yaban domuzu sürüsünün izini sürmekle geçti. Onlarla karşılaştığımızda neredeyse gece olmak üzereydi. Ama çok iri bir yaban domuzu sürüden ayrılıp bize saldırıya geçti. Tüm askerî bilgimi seferber ettim; silahımı atıp en yakın ağaca tırmandım. Yaşlı Antoine saldırı karşısında hiç telaşa kapılmadı ve koşup kaçacak yerde bir ağaç kümesinin ardına geçti. Dev domuz tüm gücüyle ona doğru yöneldi ve dalların, dikenlerin arasına takılı kaldı. Daha kendisini kurtaramadan yaşlı Antoine köhne karabinini omuzladı, ateş etti, akşam yemeği hazırdı.

Güneş batarken (M-16 5.56 mm çapında, atış hızı ayarlı, 460 metreden tam isabetli, nişangâh dürbünlü ve 90’lı şarjörlü) modern otomatik tüfeğimi temizlemeyi bitirdim. Sefer günlüğünü yazıyorum. Olan biteni es geçerek sadece “Domuzla karşılaştık ve A tek mermiyle öldürdü. Yükseklik 350 m. Yağmur yağmadı” yazıyorum.

Etin kızarmasını beklerken yaşlı Antoine’a benim payıma düşen parçayı kamp yerinde hazırladığımız eğlenceye ayırdığımı söyledim. “Eğlence mi?” diye sordu ateşi beslerken. “Evet” dedim, “Hangi ay olursa olsun, daima kutlanacak bir şeyler vardır.” Ve tarihî olayların takvimi ile Zapatist kutlamalar hakkında parlak bir bilimsel incelemeyle sürdürdüm konuşmamı. Yaşlı Antoine beni sessizce dinledi; bunların onu pek ilgilendirmediğini düşünerek uyumak için çekildim.

Hayallerime dalmışken yaşlı Antoine’ın defterimi eline aldığını ve bir şeyler yazdığını gördüm. Ertesi gün, kahvaltıdan sonra eti bölüştük ve her birimiz kendi yoluna gitti. Kamp yerine varınca raporumu verdim ve olup bitenin bilinmesi için keşif defterini gösterdim. Defterin o sayfasını göstererek “Bu senin yazın değil” dediler. Orada, kendi yazdıklarımın altında yaşlı Antoine iri harflerle şunları yazmıştı: “Hiçbir şeye ve akla ve güce sahip değilsen, daima aklı seç ve gücü düşmanına bırak. Sayısız savaşta güç, zaferi elde etmeyi sağlar ama bir savaş akıldan başkasıyla kazanılmaz. Güçlü asla kendi kuvvetinden akıl çıkaramayacaktır, oysa biz akıldan kuvvet çıkarabileceğiz.”

Ve ayrıca, altta küçük harflerle: “Bayramınız kutlu olsun.”

Açıkça, artık aç değildim. Zapatist bayramlar, alışıldığı üzre gerçekten de neşeli olmuştu.

Le Monde Diplomatique, Ağustos 1997