Türkiye nüfusunun artışı gerek kamuoyu, gerekse bilimsel tartışmalarda sık sık ele alınmaktadır; çünkü, herkesin kabul ettiği gibi, bunun ülke için önemli sonuçları olmaktadır. Yaklaşık 60 milyonluk (şimdiki gibi) bir nüfusa, ya da ileride daha büyük (ama ne kadar daha büyük?) bir nüfusa sahip olmanın sonuçları tartışılmaktadır. Söze, nüfusun büyüklüğü konusunda siyasî bir liderin bir konuşmasından alıntı ile başlamak istiyorum. Ama bunu yapmamın nedeni, değişik, siyasî partilerin görüşleri konusunda bir tartışma başlatmak değil, sadece nüfus tartışmalarının altında yatan mantığı göstermeye çalışmaktır.
65 milyonluk Türkiye nüfusunu yetersiz bulan Erbakan... partililere “Çok çocuk yapın en az 4 çocuğunuz olsun” dedi. ... Nüfusu azaltmak için çalışanların Batı özentisi içindeki taklitçiler (aile planlamacıları) olduğunu öne süren Erbakan... “Artan nüfus yeryüzünde hakkı hâkim kılmanın saadeti, gücüdür” dedi. (Yeni Yüzyıl, 27 Şubat 1995)
Şu anda (1995) Türkiye’de kadınlar ortalama 2.5 çocuk doğurmakta, bu sayı da düzenli olarak azalmaktadır.[2] Yapılan hesaplamalar da, kadınların 2005 yılından itibaren, ortalama sadece 2 çocuk (artı, bebek ve erken yaştaki ölümleri telafi edecek küçük bir fark) doğuracağını göstermektedir. Bu hesaplamalar, DPT’nin, Yedinci Beş Yıllık Plan için kullandığı resmî nüfus projeksiyonlarıdır.[3] Nüfusun büyüklüğü konusunda da tahminler, nüfusun 21. yüzyılın ortasına kadar 98 milyona ulaşacağını ve o düzeyde kalacağını göstermektedir.
Doğurganlığın, anne-babaların ancak kendi yerlerini alacak sayıda çocuk yapmaları düzeyine inmesine karşın nüfusun artmaya devam edişinin nedeni, hemen aşağıda açıklanan ünlü “nüfusun etki gücü (momentum)”dür. DPT’nin, iki çocuklu aile “planı”, aslında Türk insanının şu andaki uygulamaları doğrultusundadır ve insanları başka bir uygulamaya zorlayıcı bir politika değildir. Öte yandan Erbakan’ın öğüdü, vatandaşlara şu andaki uygulamalarını değiştirip dört çocuk sahibi olmalarını söylemektedir. Bazı kişiler de bu mantığa katılmakta ve kadın başına iki doğum olması durumunda nüfusun artmayacağını düşünmektedir.
1995, 2005 ve 2050 yılları için yapılmış olan ve evli kadınların ortalama çocuk sayısının 2005 yılında 2.1’e ulaşacağını kabul eden DPT varsayımına dayanan nüfus piramitlerine bakarak, Türkiye’deki nüfusun etki gücünü görmek mümkündür. Doğurganlıkta artış olmadığı halde nüfusun neden artmaya devam ettiğini, yani nüfusun en azından 50 yıl kadar daha artması için ailelerin dört çocuk sahibi olması gerekmediğini göstermeye çalışacağım.
Kadın başına ortalama iki çocuktan fazla doğurganlığın olmaması durumunda, piramidin en alt yaş grubundaki (0-4 yaş) nüfus aynı kalır. Dikkat edilirse, her üç grafikte de piramit tabanının aynı kaldığı görülmektedir. Her beş yılda, her yaş grubu bir üst gruba geçmekte ve sonunda ölüm (ya da dışa göç) nedeniyle piramitten çıkmaktadır.
Kişiler yaşlandıkça, o dönemde geçerli olan yaşa-özel ölümlülük koşullarına bağlı olan ölüm riskiyle karşı karşıya kalır. 1995 yılına ait piramidin ileri yaşlarında bulunan kişiler, doğumdaki yaşama umudunun şimdikine göre oldukça az olduğu geçmiş yıllarda doğmuşlardır.[4] Bu nedenle bu yaşlara ulaşanların sayısı da daha azdır. Ayrıca, yaşlı nüfusun doğduğu dönemde nüfus, daha azdı. Buna bağlı olarak doğumlar da daha azdı. Demek ki daha az doğum olmuş ve bunların içinden piramidin ileri yaş gruplarına ulaşacak az sayıda insan hayatta kalmıştır. Bu nedenle de piramidin tepesi, ileri yaşlarda oldukça daralmaktadır.
Ancak 1995’i izleyen yıllarda, kişiler yaşlanacak ve şu anda 65 yıl olan beklenen yaşam süresi nedeniyle daha çoğu hayatta kalacaktır. Beklenen yaşam süresi artmaya devam edecek ve nüfus projeksiyonlarına göre 70 yılı biraz geçecektir. Toplam nüfusun artmaya devam etmesinin ana nedeni, kişilerin ölmeyip ileri yaşlara kadar hayatta kalmasıdır. “Ölmemek” olgusu, piramitin ileri yaşlarda zamanla genişlemesine yol açmaktadır. Bunu 2050 yılı piramidini 2005 yılı piramidiyle karşılaştırarak açıkça görmek mümkündür.
Bütün bu artış, nüfusun etki gücü (momentum), 30 ve üstü yaş gruplarında görülmektedir.
Son piramit (2050), nüfusun etki gücü sona erdikten sonraki yaş ve cinsiyet yapısının ve nüfusun büyüklüğünü yansıtmaktadır. Nüfus durgunluk düzeyine ulaştıktan sonra bu piramit yıllar boyu aynı biçimde tekrarlanacaktır. Nüfus projeksiyonuna göre 21. yüzyılın ortasından itibaren doğurganlık düşmedikçe veya artmadıkça veya ölümlülük hızları düzelmedikçe veya bozulmadıkça; ya da dış göçler önemli artış veya kayıplara yol açmadıkça, Türkiye’de nüfus büyüklüğü ve nüfus yapısı değişmeyecektir.
Eğer Erbakan ya da ülkede bir politika veya kültürdeki bir değişiklik her aileyi dört çocuk sahibi olmaya ve her kadını da evlenmeye razı edebilirse, nüfus piramidinin en altı giderek genişleyecektir. Nüfus, hiçbir azalma eğilimi göstermeksizin, daha hızla artacaktır. Aile başına dört çocuk varsayımına göre yapılan projeksiyonlar, 2050 yılında nüfusun yılda yüzde 2.4’lük bir artışla 122 milyona ulaşacağını ve bu yüzdeyle artmaya devam edeceğini göstermektedir.
Şu anda (1995) ülke nüfusunun artış hızı yılda 1.6’dır[5] ve projeksiyonlarda 2000 yılına yüzde 1.4 olacağı ve önümüzdeki yüzyılın ortalarına kadar yaklaşık 0.0’a kadar düşeceği tahmin edilmektedir. Artış hızına ilişkin bu sayılar kamuoyunda sık sık şu anda kadın başına 2.5 çocuk olan toplam doğurganlık hızıyla karıştırılmaktadır. Toplam nüfusun yılda yüzde 1.6’lık bir hızla artışı ile şu anda 2.5 çocuk olan doğurganlık hızı tamamen farklı şeylerdir. Doğurganlık hızlı nüfus artış hızına yol açan etkenlerden biridir, ama kesinlikle aynı şey değildir.
YÜKSEK DOĞURGANLIK BİR SORUN MU?
1960’lardan itibaren devletin en üst düzeylerinde özellikle DPT ve Sağlık Bakanlığı’nda, Türkiye’de doğurganlığın çok yüksek olduğu ve aile planlamasıyla düşürülmesinin gerektiğine inanılıyordu. Buna ilişkin ilk yasa 1965’te çıkarılmış, bir başkası da 1983 yılında yürürlüğe girmiştir. Yasada belirtilen politikanın ileride tartışıldığı gibi resmî uygulamalar geçirilmesi için ciddi adımlar atılmamış olmasına karşın, doğurganlığın çok yüksek olduğu ve ülke için önemli bir sorun oluşturduğu görüşü gerek siyasî ve aydın çevrelerde, gerekse devlet kadrolarında yaygındı. Bazı karşıt görüşler bulunmasına ve çok defa bu sorunu dile getirmekten kaçınılmaktaysa da, yukarıda sözünü ettiğimiz görüş geçerliliğini korumaktadır.
Ulusal ve uluslararası düzeyde politika üreten kurumların birleştiği nokta olan, hızlı nüfus artışını bir sorun olarak görüp çözümünü aile planlamasına bağlamak, oldukça eskilere dayanmaktadır. Örneğin yakın tarihte 14 Haziran 1994’te Cenevre’de yapılan bir törende BM Genel Sekreteri Dr. Butros Gali, Vehbi Koç’a Türkiye Aile Sağlığı ve Planlaması Vakfı Başkanı olarak, nüfus sorunları ve çözümleri konusunda halkın bilinçlenmesine yaptıkları son derece önemli katkı nedeniyle o yılın BM Nüfus Ödülü’nü sunmuştur. 1985’te kurulmuş olan Vakıf’tan “özel sektörün, hükümet programlarını sürükleyip güçlendirerek neler yapabileceğine bir örnek” olarak söz edilmiştir.[6]
Önde gelen sanayicilerden olan merhum Koç 1970’lerden beri “iki çocuklu aile” modelinin sözcülüğünü yapmaktadır. Ödülü kazanan TAP Vakfı, konusunda ilk ve ilerici bir kuruluştur. Türkiye’de ilk kez olmak üzere 1988’de TV’de bir aile planlaması programı başlatmıştır. Vakıf aynı zamanda erkek çocuğa sahip olmakta ısrar eden erkekleri konu alan ve sonradan ödül kazanan “Berdel” filmini yapmıştır. Bunlara ek olarak Vakıf, ilaç şirketlerinden bir konsorsiyum oluşturmuş, televizyon reklamları yaptırmış ve ağızdan alınan hap ve prezervatif kullanımının arttırılması için, bu tanıtımla birlikte, ülkenin her yerinde eczanelerde bulundurulmasını desteklemiştir. Ayrıca iki tane model aile sağlığı kliniği de açmıştır.
Ancak o tarihlerde, 1988’de kadın başına düşen toplam doğurganlık (1950’lerde 6.6) 3.3 çocuğa düşmüş durumdaydı. Ödülün kazanıldığı yıl olan 1994’e gelindiğinde toplam doğurganlık 2.7, Vakfın merkezinin bulunduğu İstanbul’da ise 2.0 çocuktu. Bu sayılar DİE bilgileridir ve kanımca oldukça güvenilirdir.[7]
Türkiye’de kullanılan aile planlaması yöntemlerinin türleri ve yaygınlıkları ve bunların yanısıra, çoğu kez sağlığa ilişkin konularda bilgi toplamak için 5 yılda bir araştırmalar yapılmaktadır. Bu araştırmalara göre, 1988 ve 1993 arasında ağızdan alınan hap ve prezervatif (kaput) kullanımında artış olmamış, hattâ bir azalma olmuştur (Hacettepe 1994, s.38). Kampanyaya katılan ilaç firmaları ise satışlarını artırmıştır. Belki bu firmaların piyasa payları arttmıştır veya Hacettepe’nin araştırmaları yeterince güvenilir değildir.
En önemli sonuç ise toplam doğurganlık hızındaki (TDH) düşüşün devam etmesidir. Demek ki aile planlamacıları ile Refah Partisi başkanı arasındaki tartışma boşunadır. Bu parti başkanı halkın, daha az veya çok çocuk sahibi olmak için bir şey yapmasına gerek olmaksızın nüfusun arttığını görecektir. Aile planlamacıları da en azından Türkiye ortalaması olarak sayısal hedeflerine, aşağı yukarı ulaşmış durumdadırlar. Ortalama olarak durum böyle bile olsa tabiî ki bazı grupların doğurganlığı diğerlerine göre yüksektir.
DEMOGRAFİK DEĞİŞMELERİN KISA TARİHÇESİ
Nüfusun 1923’teki yaş yapısı, uzun savaş ve yokluk yıllarının izlerini taşımaktadır. Genç kuşaklar, özellikle erkekler, sayıca azdır. 1923’ten önce uzun yıllar boyunca nüfusun doğal olarak kendini yenileme (replacement) süreci, hem azalan doğurganlık hem de yüksek bebek ve çocuk ölümlülüğü nedeniyle bozulmuştur. Demografik olarak ortaya çıkacak ilk şey, doğurganlığın artmasıydı. Barış harika bir şeydi. Aileler biraraya gelmiş; yeni aileler kurulmuş ve gerek aile gerekse ülke düzeyinde demografik bir iyileşme süreci başlatmıştır.[8]
Doğurganlıktaki çarpıcı düşüş ancak 30 yıl sonra, 1950’lerde başlamış, 1970’lerde hızlanarak zamanımıza kadar gelmiştir. Demek ki, Türkiye’de 1950’lerde neredeyse yüzde 3’e varan nüfus artışına yol açan temel demografik değişiklik, gelişen sağlık koşulları ve artan yaşam umududur. Yani bu artışta, artan doğurganlıktan çok azalan ölüm hızları etken olmuştur.
Doğuştaki ortalama yaşam umudunda, inanılmaz bir artış gözlenmektedir. II. Dünya Savaşı öncesi için hesaplanan 35 yıllık yaşam umudu, 1989’da 30 yıllık bir artış göstermiştir. Bu yılda ülke çapında yapılan bir araştırma, doğuştaki yaşam umudunun erkeklerde 63, kadınlarda 66 yıla çıktığını göstermektedir (DİE, 1991, s.101). Doğuştaki yaşama umudunun belirlenmesinde, bebek ve 2-3 yaşlarındaki ölümlerin önemli rolü olmaktadır. Eskiden çocukların üçte birinden çoğu, yaşamlarının ilk yıllarında ölmekteydi.[9] Bugün ise bu oran yüzde 5’i aşmamaktadır. Bu kadar çok çocuk ölünce, ölenlerin yaşadığı yıl sayısı yaşama umudu hesaplarına fazla katkıda bulunamamaktadır. Dolayısıyla bebek ve erkek yaşlardaki çocuk ölümlerindeki azalmalar, doğuştaki ortalama yaşama umudunun artmasında temel bir rol oynamıştır. Bunun dışında başka nedenler de olmuştur. Örneğin, doğumlarda son 30 yıldaki azalmalar, kadınların doğum sırasında veya gebelik komplikasyonları sonucundaki ölümlerinde de eskiye göre azalmaya yol açmıştır. Beslenme, yaşam koşulları ve sağlık hizmetlerindeki gelişmeler kuşkusuz ölümleri azaltan etkenler arasındadır.
Bütün olarak bebek ve erkek yaşlardaki çocuk ölümlerindeki genel değişmeyi yansıtan bebek ölümlerindeki (BÖH) değişmeler, aşağıda tablo biçiminde sunulmuştur. Buna ek olarak toplam doğurganlık hızındaki (TDH) artış ve düşüş de grafik olarak gösterilmiştir.[10] İleride, doğurganlıktaki düşüşü daha ayrıntılı biçimde tartışacağız. Şimdiki durum düşük doğurganlık ve düşüş ölüm hızlarını yansıtmaktadır. Noktalı çizgiler, yakın gelecek için beklenen tahminlerdir. Ölüm hızları ve doğurganlık, zaman içinde nüfus artışını ve nüfusun yaş yapısını bekleyen temel etkenlerdir. Dış göçler de belli bir rol oynamasına karşın, bu rolün etkisi araştırmalar ile tam olarak saptanmamıştır ve de dış göç, diğer iki etken kadar önemli bir rol oynamamaktadır. Sonuçta, ülke nüfusunun toplam oluşumu büyük ölçüde bu iki etkene; doğurganlık ve ölümlülüğe dayanmaktadır.
Doğurganlıkta, 1923’ten başlayıp 1930’ların ortalarında en yüksek noktaya ulaşıp II. Dünya Savaşı sırası da çok az bir düşüşle aşağı yukarı o noktada seyreden artış, nüfus piramidinin 0-4 yaş grubunu arttırmaktaydı. 1923’teki başlangıç nüfusunun taşıdığı geçmişteki acıların izlerinin yok olması için yeni nüfus kuşaklarının (yani doğumların), uzun yıllar boyunca birbiri ardına bir üst yaş grubuna geçmesi ve piramitte giderek en üstlere çıkması gerekmektedir. Bu durum da yaklaşık 1960’larda gerçekleşebilmiştir.
Aynı süre içinde, ölümlülükteki düşüş (bütün yaşlardaki hayatta kalma oranlarındaki yükselme), nüfusun hızlı artışına neden olmuştur. Nüfus, 1923’te 13 milyondan 1965’te 31 milyona, 1995’te 61 milyona çıkmıştır.[11] Ülke nüfusunun artış hızı 1950’li ve 1960’lı yıllarda yılda yüzde 2.8 ile en yüksek düzeyine erişmiştir.
EVLENMELER
Doğurganlıktaki değişmelerle bağlantılı olan bir başka etken de evlenme süreci ile bireylerin (ilk) evlenme yaşındaki önemli değişikliklerdir.
Nüfus sayımlarından hesaplanan “gerçek” durum, grafikte görülmektedir. Buradaki eğilimler kısmen şöyle yorumlanabilir: 1950’lerden önceki yıllarda yaş endeksinde görülen düşüşü, 1920’lerde erkeklerin terhis edilmelerinden sonra aile yaşamına dönüşüyle bağlantılıdır ve bu dönemde emek-yoğun tarımın hem aileler, hem de ülke açısından ekonomik kalkınmanın ana motoru oluşunun sonucudur. Bu yıllar artan ve o düzeyde seyreden yüksek doğurganlık dönemidir.
Erkeklerde 1940’lardaki ani çıkış, savaş yıllarındaki seferberlik nedeniyle, erkeklerin evlilikten geçici olarak uzaklaşmasından kaynaklanmaktadır. O yılları takiben, 1950’lerden bugüne kadar yaş endeksinde görülen 4 yıllık artış, evlilik sürecinde birkaç değişmeye işaret etmektedir. Erken yaşlarda ailelerin düzenlediği evliliklerdeki düşüş, gençlerin eğitim ve evliliklerini düzenlemek için daha çok zaman harcamaları ve yine gençlerin kentsel ve sanayileşmiş çevrelerde ekonomik açıdan kalkınmak için bir işe yerleşmenin zaman aldığını kavramalarıdır.
ÜLKE NÜFUSUNDAKİ YAPISAL DEĞİŞMELER
İstatistiksel kolaylık açısından tek tek sözünü ettiğimiz bütün bu değişmeler zaman içinde, ülke nüfusunun yapısında büyük değişmelere yol açmıştır. Burada, 1935 nüfus sayımından başlayarak nüfusun üç yaş grubunda gerek göreli olarak, gerekse kendi içlerinde nasıl artış olduğunu aşağıdaki grafikte göstermek istiyorum. Grafikte ayrıca bugünden 21. yüzyılın ortalarına kadar uzanan bir nüfus tahmini de bulunmaktadır. Bu da, nüfus yapısında (yaş ve cinsiyet) bu kadar süre içinde olacak değişiklikleri görmemizi sağlayacaktır.
Yaşlı nüfus 1980’den önceki yıllarda yok denecek kadar azdı; çünkü nüfusa 1920’lerden itibaren katılanların ileri yaşlara erişmesi için uzun yılların geçmesi gerekiyordu. Zamanla ve yaşama umudu arttıkça yaşlı nüfus giderek daha artacak ve ülkenin nüfus konularında daha çok sözü edilecektir. Yaşlı nüfusun siyasette, koşullar çalışmalarına elverdiği ölçüde işgücünde, özel ve kamu sağlık hizmetini kullanmada önemli rolü olacaktır. Kendilerine sosyal güvenlik kurumları mı, yoksa ailelerin sağlayacağı özel düzenlemeler içinde mi bakılacakları sorusunun ele alınması gerekecektir.
1980’lere kadar, ailede her küçüğe veya 15 yaşından küçük gence bir yetişkin üretici (genelde baba veya anne) düşmekteydi. Bu ilişki, demografik gelişmedeki iki nokta nedeniyle çarpıcı biçimde değişmektedir: Yakında, 15 yaşından küçük her kişiye iki yetişkin üretici düşecektir. Doğurganlıktaki düşüş alt yaş gruplarının aşağı yukarı durgunlaştığı noktaya ulaşmıştır; bu yaş grupları yenilenmekte, ama sayıları aynı kalmaktadır. Halbuki üretici yaştakiler hızla artmaktadır. Grafiğe bakıldığında hızdaki artışı, daha sonraki yıllarda ise hızın azaldığını görmek mümkündür.
Anne-babalarının, çocuklarına ekonomik ve toplumsal yatırım yapma gücü artmıştır. Sadece demografik veriler bile bu gücün iki katına çıktığını göstermektedir. Ailenin reel gelirindeki herhangi bir artış her çocuğa yatırılacak kaynak potansiyelini de arttıracaktır. Bu, Türkiye nüfusunun gelecekteki niteliği açısından umut verici bir işarettir. Bugün anne-babalar, çocuklarının eğitimi için geçmişe göre çok daha fazla olanaklar sağlama peşindedir ve bunun maliyetini de ödemektedirler. Hepimiz bunu mikro-demografik düzeyde, kişisel tecrübelerimizden veya çevremizdeki örneklerden bilmekteyiz. Aileler, hem kendileri hem de ailenin gelecek kuşaklarının daha nitelikli yetişebilmesi amacıyla, daha az sayıda çocuk sahibi olmaya başlamıştır.
Öte yandan işgücü, üretici grubun açısından bakıldığında oldukça zor bir dönemden geçmektedir. Bunun nedeni, bu yaş grubundaki hızlı artıştır. Yıllık işgücü artış hızı bir süredir artmaktadır ve 1993’te yılda yüzde 3.0’a erişmiştir. Bu şimdiye kadar görülen en yüksek artıştır. Bu hız yakında düşmeye başlasa bile bu oldukça yavaş olacak ve 2005 yılına yüzde 2.0’ye inecektir. Dikkat edilirse bu yaş grubunun geçmişte doğurganlığın henüz yüksek oluşundan ve ölüm hızlarının da düşmesinden kaynaklanan hızlı büyümenin etkisini taşıdığı görülecektir. Bu durumu, bunun yarısı kadar olan tüm nüfustaki artıştan ayırmak gerekir. Bu yüksek artış, kişiler açısından daha çok rekabet yaratmakta ve toplu sözleşmelerde zorlu pazarlıklara yol açmaktadır. 1980’lerde Özal döneminde olan tamamen böyle bir durumdu ve kısmen demografik bir nedene dayanmaktaydı.
Özel girişimciler açısından ise işgücü fazlası yararlı bir durumdur. 1980’lerde ekonomik üretimdeki hızlı artışların bir nedeni de kuşkusuz bu işgücü fazlasıydı. Daha çok emek-yoğun olan bütün üretim sistemlerinde böyle bir dönem işverenler (blucin, tekstil üreticisi, turizm, ulaştırma, vb) açısından büyük bir fırsattır; 1990’lı yıllarda ortaya bazı sorunlar çıkmıştır; çünkü makro-ekonomik politikalar emeğin kullanılmasında gerekli olan kurumsal düzenlemeleri destekleyebilir veya müdahalede bulunabilir. Türkiye’nin 1990’lardaki ekonomik sorunlarının işgücündeki bu fazlalığın tam anlamıyla kullanabilmesini engellediği söylenebilir.
Devlet açısından da işgücü fazlası yararlıdır. 1980’lerde olduğu gibi bir ihracat patlamasını gerçekleştirebilir veya 1990’lardaki gibi askere alınanların sayılarını arttırabilir. Emek, işveren ve devletin konuya bakışı, sonunda işgücündeki hızlı artış 2025 yılında 0.0 (sıfır) noktasına erişinceye kadar düştüğünde değişmeye mahkûmdur. Bu değişme, bütün demografik değişmelerde olduğu gibi yavaş da olsa, daha az emek-yoğun ve nitelikli emek gerektiren işler ve üretim sistemlerine doğru bir yöneliş olmasını gerekmektedir. Sözünü ettiğimiz bu demografik “itme” ancak bir kerelik bir oluşumdur ve tekrarlanması mümkün değildir.[12]
Bu fırsatları ve sorunları yaşayan tek ülke Türkiye değildir. Burada durumun bir fırsat mı, yoksa bir sorun mu olduğunu, konuya kimin açısından baktığımız belirleyecektir. İktisatçı Dowrick (1992) Doğu ve Güneydoğu Asya’daki yüksek büyüme hızlarını, “emek yoluyla” geçici ama önemli bir itici güç oluşturan, azalan doğum “hızlarına” bağlamaktadır. Bu durumun o bölgelerde daha önceden meydana gelmesi, demografik koşulların daha önceden ortaya çıkmasından kaynaklanmıştır.
Hikâyenin karanlık olan yanı, Türkiye’deki eğitim düzeyinin son derece yavaş gelişmesidir. Bu da, emeğin beceri ve deneyimini arttırmada bir engeldir. Eğitimdeki başarının çok yavaş gelişmesi de demografik etkenlerle ilgilidir. Bugüne kadar, nüfus artışı eğitim sistemine giderek artan sayıda eğitilecek bireyler katmış ve buradaki temel hedef eğitileceklerin sayılarını genişletmek olmuştur ama kalite ön plana çıkmamıştır.
İşgücüne dahil olan bireylerin eğitim düzeylerinin nasıl geliştiğine bakmak için aşağıdaki bazı istatistikler yardımcı olabilir. Bu istatistikler en azından lise mezunu olabilecek yaşlar olan 20-24 yaş gruplarına aittir. 1990’da erkeklerin sadece yüzde 28’i, kadınların da ancak yüzde 19’u bu eğitim düzeyindedir. Bu yüzdeler kuşkusuz 20 yıl önceki, yani 1970’teki yüzdelere göre (yüzde 12 ve yüzde 6) çok daha iyidir. Demek ki, eskiden çok daha az eğitim görmüş -çoğu ilkokul mezunu- olan işgücü, daha genç yaş kuşaklarıyla yenilendikçe daha çok gelişecektir.
KENTLEŞME VE KENTLERDEKİ DOĞURGANLIK
Nüfus yapısının başka bir yönü, nüfusun mekânsal dağılımıdır. Bu konuyu iç göç ve kentleşme çerçevesi içinde ele alacağız.
Ülkenin sanayileşmesinde devletin benimsediği ilk projeler, belli kentler ve belli sanayiler üzerinde odaklanmıştı. Örneğin İstanbul’da cam, deri, içki ve sigara üreten büyük fabrikaların işçiye gereksinimi vardı. Bu da kırsal alanlardan herhangi ciddi bir “itme” olmaksızın kente göçe yol açmıştır. Kent nüfusu 1950’lere kadar çok yavaş biçimde artmıştır. Tarımdaki büyüme, nüfus artış hızını karşılayacak güçte olmayınca, ekonomik nedenle kente göç son derece önem kazanmıştır. Kentlerde 1950’lerden itibaren bir patlama başlamıştır. Bu olguyu göstermek için aşağıda DİE’nin raporundan (1995) bir tablo sunulmuştur (s.18). Son sütundan, artık herkesin bildiği bir gerçek olan, Türkiye’nin daha çok kentsel bir toplum haline dönüştüğü görülmektedir. Kentsel nüfus oranı 2000 yılına gelindiğinde büyük bir olasılıkla yüzde 65 veya 70’e ulaşacaktır.
Kırsal nüfus ise artık artmamaktadır. Görüldüğü kadarıyla, kırsal alanlardaki doğal artış (doğum ve ölümler arasındaki fark), kırsal nüfusun kente göçüyle telafi edilecektir.[13] Yani, köylerdeki doğumlar, ölümlerden çok da olsa göç eden kişilerin ya gruplarında -genelde genç yaşlardakiler- kente göç edenler bu artışı dengeleyecektir. Bunun, kırsal nüfusun doğumlarla artması üzerinde de bir etkisi olmaktadır; çünkü göç eden kişiler evlenip kente göçtükten sonra çocuk sahibi olmaktadır. Köy ve küçük kasabalardaki ilkokullar terk edilmekte veya yarı yarıya boşalmaktadır. Ülkede terk edilmiş köy ve kasabalar bile bulunmaktadır. Öte yandan göç alan kentlerde, özellikle de yüksek iç-göç oranlarına sahip kentlerdeki eğitim ve sağlık hizmetleri, gelen nüfusun yarattığı baskılarla baş edememektedir.[14]
Nüfus kırdan kente, 1.) nüfusun fiziksel olarak yer değiştirmesi ve 2.) kırsal yerleşmelerin büyüyüp 10.000 nüfus sınırını aştıktan sonra kentsel sınıfına girmesiyle aktarılır. Fiziksel yer değiştirme, 1985-1990 sayımları arasında yılda 670.000’dir. 1950’lerde başlayan büyük çaptaki kırdan kente olan iç göç, başlangıçta yılda 240.000 dolayındaydı. Sayı artmakta ise de, şimdilerde en üst düzeyde olduğu ve bundan sonra büyük bir olasılıkla düşmeye başlayacağı söylenebilir.
Türkiye’de büyük kentlerdeki, nüfus belki daha küçük kentlerde bile, bunu bilemiyoruz, 1950’lerden önce de doğurganlığını kontrol etmekteydi ve düşük doğurganlık düzeylerine sahipti. Nüfusun tarımla uğraşan kırsal alanlardan sanayileşmekte olan kentlere göçünün bir sonucu da genç kuşakların, doğurganlığın kontrol altında seyrettiği bir çevreye gelmiş olmasıdır. Bu kuşaklar da düşük doğurganlığı benimsemiştir. Bunu, İstanbul’da doğurganlığın zaman içindeki durumuna bakarak göstermeye çalışalım.
İSTANBUL
20. yüzyılın başlarında İstanbul’da toplam doğurganlık hızı 3.85 çocuktu (Duben ve Behar 1991, s. 162).[15] Bir kuşakta doğum ile olgunluk yaşları arasındaki ölümleri çıkarırsak belki de net üreme, yenilenme (replacement) düzeyinden daha fazla olabilir ama elimizde ölümlülüğe ilişkin bilgi olmadığından bu fazlalığın çok olmadığını sanıyoruz. 1940’larda doğurganlık hızı 2.41 çocuk olmuştur (Shorter ve Macura 1982, s.51). Yine çocuk ölümlerini çıkardığımızda, İstanbul’daki doğurganlığı yansıtan sayılar, o yıllardan 1990’lara kadar 3.0 çocuğa yaklaşan ama 3.0’e hiç ulaşmayan hafif bir artış göstermekte, bir süre aynı düzeyde seyretmekte, 1980’lerde başlayan bir düşüşle 1990’larda nüfusun yenilenme düzeyine veya onun da altına düşmektedir. İstanbul’daki artış ve sonraki düşüş, kuşkusuz 1950’lerden sonra çok sayıda gelen ilk kuşak göçmenlerin nüfusa katılmasıyla ortaya çıkmaktadır. Daha yakın tarihlerde de İstanbul’a büyük sayılarda göçmen gelmiş olmasına karşın, bu gelenler, zaten doğurganlıklarını azaltmaya başlamış olan anne-babaların ikinci kuşağıdır.
Biraz basit bir söyleyişle, bu yüzyılda İstanbul’daki nüfusun kendisini, kendi doğurganlığıyla yenilemediğini söylemek mümkündür. İstanbul’un nüfusu, artışına ya hiç, ya da çok az katkıda bulunmuştur. Kent, göçle gelen kişilerin doğumları ve oluşan yeni kuşakların katkısı ile büyümüştür. Dolayısıyla, İstanbul’a net olarak (gelenler eksi gidenler) yılda ortalama 133,000 kişi geldiğini[16] dikkate alırsak bu kişilerin kendilerinin en az iki katı kadar artış sağladığını düşünmeliyiz; çünkü doğurganlıkları kendilerini yenilemeye yetecek kadar yüksek düzeydedir. Bu süreç olmasa, İstanbul’un 1950’lerde bir milyonun altınan 1995’te neredeyse 8 milyonluk bir kente dönüşmesi mümkün olamazdı.
Göçmenler ve çocuklarının nüfusa nasıl katıldığı, İstanbul’un 1995 yaş piramidine bakarak görülebilir.[17] Ortalarda yoğunlaşıp genç yaşlardaki fazlalığı yansıtan piramit, net iç-göçe işaret etmektedir. Altta, ilk üç-beş yıllık yaş grubu, nüfustaki doğurganlığın ürünü olan çocuklardır ve açıkça anlaşılacağı gibi üstte görülen anne-babalarını, onların da doğurganlığı henüz tamamlanmamış bile olsa yenileyecek kadar kalabalık değillerdir. Piramidin üstü ise incelmiştir. Çünkü bu yaş gruplarına göçle yeni bireyler eklenmemektedir ve bu bölümün artması ancak genç ve orta yaştakilerin hayatta kalıp bu yaşlara ulaşmasıyla mümkün olacaktır.
Daha önceden ülke nüfusu için sözünü ettiğimiz nüfusun kendisinin nüfus artışını etkileyen iç güç (momentum), İstanbul nüfusu için de geçerlidir. Ancak, bugün göç tamamen dursa, bu iç güç, nüfusu 10 milyon’dan fazlasına çıkarmaya yetmeyecektir. Ondan sonra da, yenilenme oranının altına düşen doğurganlık nedeniyle, İstanbul nüfusu düşmeye başlayacaktır.
Kentlerdeki doğurganlık -salt İstanbul’unki değil- kontrol edilmektedir. Kentleşme diye adlandırdığımız kentsel orandaki artış, giderek daha çok nüfusu, yaşamını sürdürebilmek için doğurganlığı kontrol altına almasına gerek duyduğu ekonomik ve toplumsal ortamlara taşımıştır. Bu da Türkiye’deki doğurganlığın düşmesine katkıda bulunmuştur. Türkiye, en azından 20. yüzyılın başlarından beri kentsel merkezlerde düşük doğurganlığın bulunduğu özel bir karakter taşımaktadır.
DEMOGRAFİK YAPIDAKİ DEĞİŞMELER NASIL ORTAYA ÇIKTI?
Doğurganlık konusuna üç kuramsal çerçevede bakılabilir. Birinden elde edilen sonuçlar diğerlerini dışlamamakla birlikte, toplumsal değişmelere ilişkin farklı kuramsal açıklamaları kabul edenler, birini diğerlerine göre daha inandırıcı ve kapsamlı bulmaktadır. Bu kuramsal çerçeveleri şöyle belirtebiliriz: 1- Biodemografik görüş, 2- Demografik geçiş ve modernleşme bakış açısı ve 3- Değişik kültürel bakış açılarının bir arada toplanması.
Bio-demografik açıdan bakıldığında, doğurganlıktaki düşüş, gebeliği önleyici yöntem kullanımı ile (gebelikten korunma) düşüklerin (gebeliğin isteyerek sona erdirilmesinin) sonucu olarak görülmektedir. Eğer doğurganlığın düşürülmesi bir politik hedef olarak benimsenmiş ve bunun nasıl gerçekleşeceği yönünde sorular soruluyor ise bio-demografik görüşe göre, bireylere ne yapacakları konusunda bilgi vermek, korunma yöntemlerinin kullanımını teşvik etmek ve gereken tıbbi desteği sağlamak gerekmektedir. Bu bakış açısında toplumsal sorular fazla dikkate alınmaz.
Görüldüğü gibi doğurganlıktaki düşüşün başlarında (1963) tıbbi yöntemler ya yoktu, ya da kullanılmamaktaydı. 1993’e gelindiğinde ise bu yöntemler önem kazanmış ve RİA ile Hap toplamı, toplam yöntem kullanmanın yüzde 38’ini oluşturmuştur. Ancak çoğu geleneksel diye anılan ve erkeklerin kullandığı yöntemler yüzde 52 ile yine en çok kullanılan yöntem olmaktadır.
Düşüklerin Türkiye’de uzun bir zamandır uygulanmakta olduğu bilinmekte, fakat buna ilişkin elde yeterli bilgi bulunmamaktaydı. Şimdi, araştırma verileri gebeliklerin yüzde 18’inin isteyerek yapılan düşüklerle sonlandırıldığını göstermektedir (Hacettepe 1994, s.52-33). Bu yüzde, zaman içinde hafif bir düşüş göstermektedir. Bu, değişik nedenlerden kaynaklanmış olabilir ama bir tanesi belki de gebelikten korunma yöntemlerinin daha başarılı biçimde kullanılıyor olmasıdır. Kürtaj 1983’te yasallaşmıştı ama bu hizmeti sağlayanlara göre yasa, uygulamada önemli bir değişiklik meydana getirmemiştir. Yasanın en büyük yararı, sosyal sigorta ve devlet hastane ve kliniklerinde kürtaj hizmetlerinin kurulmasını emretmesi olmuştur. Yasa, kürtajın yapılması için başvuran evli kadınların kocalarından imzalı belge getirmesini gerekli görerek, doğum kontrolü konusundaki kararlarda erkeğin gücünü daha da pekiştirmiştir.
Bio-demografik görüşün sorduğu temel soru, erkeklerin kullandığı gebeliği önleme yöntemlerinin (geri çekme) doğurganlıktaki düşüş döneminin hem başlarında hem de sonunda en çok kullanılan yöntemler olduğunun nasıl açıklanabileceğidir. Başlardaki durum pek şaşırtıcı değildir; çünkü başka yöntemler mevcut değildir ve doğurganlığın da kontrol edilmesi gerekmektedir. Fakat şimdi durum daha karmaşıktır. Eğer değişmeyi teknoloji sağlıyorsa, modern yöntemler neden daha çok kullanılmamaktadır?
Bütün bu yöntemler, uygulamanın kadın veya erkek bedeni ile tıbbi veya mekanik olarak ilişkili olmasına bakılmaksızın, kadının katılımını gerektirmektedir. Bir yöntemin biyolojisi, “sorumluluğun kimde olduğunu”, ya da doğumların toplumun normal gördüğü sayıda tutulmasını kimin (kadın mı, erkek mi, her ikisi de mi) sağladığını söyleyemez. Bu konu, cinsiyet (gender) ve doğum kontrolünün toplumsal olarak nasıl düzenlendiğini inceleyerek ve bunu da uygun bir bağlama yerleştirerek ele alınmalıdır. Bu da, aşağıda tartışacağımız kültürel analiz alanına giren bir sorundur.
Demografik geçiş görüşü, modernleşme kuramının yakın bir akrabasıdır. Demografik geçişin temel ilkeleri, bu söyleme dayanmaktadır. Başlangıç noktası, doğurganlık davranışının durağan olduğu varsayılan “geleneksel” bir toplumdur. Henüz bu noktada bile Türkiye örneğinde sorun çıkmaktadır; çünkü düşük doğurganlık İstanbul gibi yerlerde çok önceden görülmüşken, başka yerlerde çok daha sonra ortaya çıkmıştır. Ayrıca, Cumhuriyetin modernleşme politikalarının yaklaşık ilk 30 yılı boyunca doğurganlık, sürekli yükselmekteydi. Her ne kadar Türkiye’nin her köşesine ne kadar ve hangi hızla yayıldığı konusu tartışılsa bile, pek çok resmî kurumun kurulması, sanayi hamleleri, Latin alfabesinin kabulü, yeni medeni yasalar, ulaşım vb. gibi yenilikler günlük hayatı mutlaka etkilemiştir. Geçiş kuramına göre modernleşme, doğurganlığı düşürecek, arttırmayacaktır. Bu durum, başka ülkelerdeki doğurganlığın düşmesini açıklamada da sorun yaratmaktadır.
Yine de kuramsal çerçeveyi 1950’lerden sonraki dönemi açıklamak için kullanmak mümkündür. Modernleşme sürdükçe, daha az çocuk sahibi olmak için toplumsal-yapısal teşvikler harekete geçmektedir. Aileler yeni ve “modern” koşullar içine girmektedir (bunları sadece sıralıyoruz). Üretim sistemlerinde aile işinde çalışmaktan ücretli işe geçiş; çocuklara harcanan zaman ve parayı arttıran zorunlu eğitim ve iş için eğitim zorunluluğu; kadınların statülerinde daha az çocuk istedikleri “doğal” bir eğilime yol açtığı varsayılan gelişmeler; çocuk sağlığında, çok çocuk doğurulmasına gerek duyurmayan gelişmelere; kadın ve erkek için çocuk sahibi olmalarının yerine geçecek, daha iyi ev veya tüketici mallarına sahip olmak gibi başka seçeneklerin ortaya çıkması ve doğum kontrolü kullanma konusundaki bilgi ve olanakların yayılması.
Modernleşmenin aynı zamanda, kendi de modernleşme süreci içinde olan tıbbi sistemin sağlayacağı teknolojik olanakları da yaratması beklenmektedir. Bu son nokta ancak Üçüncü Dünya ülkeleri için geçerlidir; çünkü aynı şey demografik geçiş süreçlerini çok daha önceden tamamlayan ülkeler için söz konusu değildir. Özetle, bütün bu değişmeler çocuk sahibi olmanın maliyetini arttırmakta, kısa dönemde sağladığı parasal yararları azaltmakta ve kişilere daha küçük aileli ve aile dışında para ve zaman harcayacakları yaşam biçimleri içeren yeni seçenekler sunmaktadır.
Bütün bunlar, bir dereceye kadar, Türkiye’de yaşanmıştır, ama kadının statüsü konusu hâlâ bir sorun olmakta devam etmektedir. Dolayısıyla, doğurganlıktaki düşüşü açıklayacak pek çok etken vardır. Bu görüşün yetersiz kalan yönü, yetişkinleri karar alabilen ve çevrelerindeki yapısal değişimlere göre tepki gösteren bireyler olarak görüp, bu bireylerin içinde bulunduğu kültürlerini ve geçmişlerini dikkate almamasıdır. Bu yaklaşım doğurganlıktaki düşüşe etki eden tüm faktörleri açıklayamadığı gibi birçoğunu da hiç dikkate almaz. Aynı zamanda bu düşüşün zamanlamasını da açıklamada yetersiz kalmaktadır.
Geçiş kuramının ilkelerinden biri demografik davranışların zamanla bir noktada birleşip homojen bir duruma geleceğidir. 1960’ların sonuna gelindiğinde Türkiye’deki doğurganlık her yerde düşüyordu. Genellikle Doğu Anadolu’nun tamamen farklı olduğu düşünüldüğü için özellikle o bölgenin verilerine bakmamız gerekiyor. Acaba geçiş kuramının öngördüğü homojenleşme bu bölgedeki verilerde görülüyor mu?
Doğu Anadolu’daki toplam doğurganlığın başlarındaki düzeyi son derece yüksektir. 1960 rakamları Güneydoğu’daki illerde 8 ile 9 çocuk arasındadır (Shorter ve Macura 1982, s. 53). O günden sonraki dönem için illere göre dağılımı gösteren yeterli verilerin bulunmamasına karşın, bölgesel rakamlar oldukça güvenilirdir. Aşağıdaki tabloda, Güneydoğu ve Sivas dahil diğer Doğu Anadolu illerini içeren doğurganlık verileri görülmektedir. Makro düzeydeki bu verilerden, doğurganlıktaki düşüşün Doğu’da, 1970’lerde başladığı açıkça görülmektedir.
Toplam Doğurganlık: Doğu Anadolu
1960 8.3
1978 6.9
1983 6.7
1988 5.6
1993 4.4
Devlet İstatistik Enstitüsü’nün İç, Güney, Kuzey ve Batı olarak adlandırdığı diğer dört bölgenin doğurganlıklarında, Doğu’ya göre biraz daha yüksek olan, yüzde 50 ile 60 arasında bir düşüş görülmüştür. Ancak, benim görüşüme göre, düşme hızında Doğu Anadolu’nun özel bir durum olduğunu gösteren yeterli bir fark yoktur. Kuşkusuz her bölgedeki doğurganlık düşüşü, ayrıntılarına baktığımızda diğerinkinden farklı görünecektir. Ancak geçiş kuramı bu tür farklılaşmayla fazla ilgilenmemektedir.
TARİH, KÜLTÜR VE BİREY
Doğurganlıktaki düşüşü inceleyen birçok bilim- adamı, bu düşüşü siyasal ve ekonomik ögeleri kullanarak açıklamanın çeşitli yollarını önermiştir.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, devlet doğurganlığın artmasını özendirmekteydi ve kırsal alanlarda -kentte daha az olan- doğurganlık hızı yüksekti. Yasalar, gebeliği önleyici yöntemlerin ithalini, üretimini, dağıtımını ve yöntemler hakkında eğitim yapılmasını suç sayıyordu. Yasa ve resmî beyanlar böyle olsa da kişiler kendi olanaklarıyla doğum kontrolü yapmakta, hattâ bazen isteyerek yaptıkları düşüklerle kendilerini tehlikeye atmaktaydılar.[18] Parası olan da doktor tarafından kürtaj yaptırma olanağına sahipti. Aileler, Cumhuriyet’in ilk yıllarında kırsal alanlarda olduğu gibi ailelerindeki azalmaları telafi etmek ve üretim için işgücü sağlamak için beş, hattâ sekiz çocuk istediği durumlarda devlet ile uyum içinde görünüyordu.
Sanırım, devletin bir politika benimseyip emrindeki gücü kullanarak halkı aynı doğrultuda hareket etmeye zorladığını söyleyebilmek çok zordur. Devletle bireylerin uygun çocuk sayısı konusunda benzer kararlara vardığı ve aynı sonuca ulaştığı, yani yukarıdan aşağıya bir ilişkiden çok bir uzlaşmanın var olduğunu söylemek, daha inandırıcıdır kanısındayım.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra bu uzlaşma büyük ölçüde bozulmuştur. Uzlaşma doğurganlığını kontrol etmekte olan kentsel nüfusta zaten ortadan kalkmıştı. Ancak toplumda, ekonomik, toplumsal ve yaşanılan yer açısından, pek çok değişme olmakta ve kentleşme hız kazanmaktaydı. Uzlaşmanın kalkması demek kişilerin kendi istekleri doğrultusunda yerel kültürlerini daha fazla doğum kontrolü lehinde etkilemesi ve bu oluşumla doğum kontrolünü destekleyen yeni bir kültürü yaratmalarıdır. Bugünün terminolojisiyle “geleneksel” diye anılan, ama statik ve değişmez bir davranış örüntüsü biçiminde bir geleneksellik taşımayan doğum kontrolü, geri çekme ve diğer geleneksel yöntemler bunda önemli bir rol oynamıştır. Kişiler, ellerinde bulunan kaynakları kullanarak, kendi seçtikleri amaçlara ulaşmak için hareket etmişlerdir.
Başlangıçta en önemli yöntem olan erkek yöntemlerinin yine en önemli yöntem olması da özellikle dikkat çekicidir. Bu yöntemler düşük doğurganlığa ulaşmada etkin rol oynamıştır. Bu 30 yıllık süre içinde doğum kontrolünde görülen temel değişme, vajinaya konan ilaç, yıkama, kapak vb. yerine RİA ve ağzından alınan hap kullanılması gibi kadın yöntemleri denilen yöntemlerin daha tıbbi hale gelmiş olmasıdır. Sağlık kuruluşları eczaneler de dahil olmak üzere, “modern” yöntemleri sunmak bakımından daha iyi donanıma sahip oldukça, kullanımda da artış görülmüştür.
Devlet politikasındaki dönüm noktası, 1965’te çıkarılan yasayla Sağlık Bakanlığı’nın, yöntemleri araştırmak ve onaylama, gönüllü aile planlamasını kolaylaştırmak ve Bakanlık hastane ve kliniklerinde bu hizmetleri sunmakla yükümlendirilmesiyle olmuştur. Devlet, daha önceden korunma yöntemlerinin akışına kapalı tutulan bazı kapıları açmış, ama tıbbi korunma yöntemlerinin artması için kendi kuruluşlarında çok az hizmet sağlamıştır (Behar, 1980). 1983’te devlet bir adım daha atarak kürtajı, cezai yaptırımlarını kaldırarak, serbest bırakmıştır. Ayrıca ebe ve hemşirelerin daha çok eğitilerek (Bakanlıkça en çok tutulan yöntem olan) RİA uygulamalarında çalıştırılmalarına izin vermiştir. Ancak, eldeki bütün verilere bakarak, 1980’lerde 1960 ve 1970’lere göre daha da geçerli olmak üzere, doğum kontrolünün şimdiye kadar devlet tarafından çok az destek gördüğünü söylemek yanlış olmayacaktır.
Fakat, toplumsal olaylara bütüncül bir bakış açısıyla bakmak yerine onların bireyler tarafından nasıl sorun haline getirildiği ve yaşandığı üzerinde durulursa ilginç ve beklenmeyen pek çok soru ile karşılaşılabilir.
Bir örnek vermek gerekirse; tıbbın, neden daha çok çiftin doğum kontrolü için tıbbi yöntem kullanmalarına yol açamadığı sorulabilir. Bunun bir yanıtı, tıbbın aslında bu konuyla ilgilenmediği şeklinde olabilir. Bu konuda sadece aile planlamacıları, o da kadın korunma yöntemleri konusunda olmak üzere, çaba göstermektedir. Bunu anlamak için Türk tıbbının kendine özgü kültürü incelenmelidir. Bizim, çok derinliğe inmeyen etnografik çalışmamız, kadın ve erkeğin kendilerinin, bedenlerine zarar vereceği düşüncesi ile tıbbi yöntemlerden çekindiğini göstermektedir. Kişinin çocuk sayısını kontrol etmesi, sağlığını koruması, doğurganlığını düzenlemesi ve cinsel etkinlikte bulunması; salt bio-teknolojik veya demografik düzeyde ele alınacak konular değildir. Bunları yapanlar, hedefledikleri amaçların ne olması gerektiğine, iyi ve kötü davranışın ne olduğuna, kadınla erkeğin birbiriyle nasıl ilişki kurup anlaşacağına ve çocuk sahibi olmayı veya olmamayı nasıl anlamaları gerektiğine kendi düşüncelerine göre karar verirler. Üremelerinin toplumsal nedenlerini daha yakından incelenmedikçe, doğurganlığın düşürülmesinin nasıl ve kimin için hedeflendiğini ve modern teknolojiye fazla gerek duymadan da nasıl başarıldığını anlayabileceğimizi sanmıyorum.
Barlow, Robin. 1994. “Population growth and economic growth: Some more correlations.” Population and Development Review 20 (1): 133-165.
Behar, Cem. 1980. Türkiye’de Nüfus Planlaması Politikasının Nüfussal Etkinliği (1965-1980): Bir Uygulama Denemesi (The demographic effectiveness of population planning policy: a policy trial). Doçentlik tezi. Boğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi.
Bulut, Ayşen ve Nahid Toubia. 1994. Hastanelerde Gebelik Sonlandırma Hizmetlerinin İşlerliği ve Etkinliği (Efficiency and Functioning of Services for Hospital Termination of Pregnancy), İstanbul Üniversitesi Çocuk Sağlığı Enstitüsü.
Coale, Ansley J. 1969. “The decline of fertility in Europe from the French Revolution to World War II’ S. J. Berman, Leslie Corsa ve Ronald Freedman (der.), Fertility and Family Planning: A World View içinde. Ann Arbor: University of Michigan Press, s.3-24.
Coleman, Samuel. 1993. Family Planning in Japanese Society: Traditional Birth Control in a Modern Urban Culture. Princeton.
Devlet İstatistik Enstitüsü. 1991. 1989 Turkish Demographic: Survey. Publication No.1483. Ankara: SIS.
Devlet İstatistik Enstitüsü. 1995. The Population of Turkey. 1923-1994: Demographic Structure and Development, with Projections to the Mid-21st Century. Ankara: SIS.
Dowrick, Steve. 1992. “Technological catch up and diverging incomes: Patterns of economic growth 1960-88”, Economic Journal 102: 600-610.
Finkle, Jason L., ve C. Alison McIntosh (der.). 1994. The New Politics of Population: Confict and Consensus in Family Planning. Supplement to Vol 20, 1994 of Population and Development Review.
Greenhalgh, Susan. 1990. “Toward a Political Economy of Fertility: Anthropological Contributions”, Research Division, Working Papers No.12. New York: The Population Council.
Greenhalgh Susan. 1994. “Anthropological Contributions to Fertility Theory”, Working Papers: Research Division, No. 64, New York: The Population Council. Forthcoming içinde S. Greenhalgh (der.) Situating Fertility: Anthropology and Demographic Inquiry. Cambridge: Cambridge University Press, 1995.
Hacettepe Institute of Population Studies. 1989. 1988 Turkish Population and Health Survey. Ankara.
Hacettepe Institute of Population Studies. 1994. Turkish Demographic and Health Survey, 1993. Co-authors: Ministry of Health, General Directorate of Mother and Child Health and Family Planning, and Macro International, Demographic and Health Surveys. Ankara: Ministry of Health.
Hodgson, Dennis. 1983. “Demography as social science and policy science”, Population and Development Review, 9 (1): 1-34.
Knodel, John, ve Etienne van de Walle. 1979. “Lessons from the past: policy implications of historical fertility studies”, Population and Development Revies, 8 (2): 217-245.
McNicoll, Geoffrey. 1994. “Institutional Analysis of Fertility”, Research Division Working Papers No.62, New York: The Population Council.
McNicoll, Geoffrey. 1980. “Institutional determinants of fertility change”, Population and Development Review, 6: 441-462.
Özbay, Ferhunde, ve Frederic C. Shorter. 1970. “Turkey: Changes in Birth Control Practice, 1963 to 1968”, Studies in Family Planning, 51: 1-23.
Santow, Gigi. 1993. “Coitus Interruptus in the Twentieth Century”, Population and Development Review, 19 (4): 767-792.
Shorter, Frederic C. 1985. “The Population of Turkey After the War of Independence”, International Journal of Middle East Studies, 17: 417-441.
Shorter, Frederic C., ve Miroslav Macura. 1982. Trends in Fertility and Mortality in Turkey 1935-1975, Washington: Committee on Population and Demography, U.S. National Academy of Sciences, National Academy Press.
Tarzi, Pakize İ. 1992. Anılar (Memoirs), İstanbul.
Watkins, Susan C. 1986. “Conclusions”, A.J. Coale ve S.C. Watkins (der.), The Decline of Fertility in Europe içinde, Princeton, s. 420-449.
White, Jenny B. 1994. Money Makes Us Relatives: Women’s Labor in Urban Turkey. University of Texas Press, Austin, Texas.
[1]Daha önce İngilizce olarak, derginin Bahar 1995, No. 12, s. 1-31 sayısında bulunan bu makalenin yeniden basımına izin verdiği için New Perspectives on Turkey’e teşekkürler. Yazar aynı zamanda Sevinç Kavadarlı’ya çeviri için teşekkür etmeyi borç bilir. [Makale Birikim tarafından kısaltılmıştır.]
[2] Bu rakam toplam doğurganlık hızıdır.(TDH)Güncel bir istatistiktir.Kadınların bulunulan an içinde ne kadar canlı doğum yaptıklarını gösterir. Doğurgan yaşlardaki (15-49) kadınların yaşa özel doğurganlık hızlarının toplanmasıyla elde edilir.
[3]Nüfus projeksiyonları, gelecekte nüfus büyüklüğünün ne kadar ve yaş-cinsiyet yapısının nasıl olacağını, gelecekteki doğurganlık, ölümlülük ve göç eğilimleri hakkında varsayımlar kullanılarak hesaplanan tahminlerdir. Projeksiyonun hesaplanmasında matematiksel bir model kullanılmaktadır. Bu tür projeksiyonlarla, Türkiye gibi büyük ülkelerde gelecekteki 15-20 yıl gibi kısa dönemler için oldukça iyi tahmin elde etmek mümkündür. Beklenmedik gelişmeler, kullanılan varsayımları bozabilir. Böyle bir durumda, daha ileri tarihler için yapılan tahminlerde bazen ciddi boyutlarda hatalar ortaya çıkabilir. Devlet İstatistik Enstitüsü (1995, s.66) dört değişik projeksiyon hazırlamıştır. Bu projeksiyonlarda, toplam doğurganlık hızının (TDH), yenilenme diye bilinen 2.1 çocukluk düzeyine 2000 veya 2005 yılında ulaşacağı varsayılmaktadır. DPT dört projeksiyonun en temkinli (en yüksek) olanını kullanmıştır. Eğilimler konusunda benim kişisel görüşüm Türkiye’nin en geç 2000 yılında 2.1’lik TDH’ına ulaşmış olacağıdır. Bu projeksiyon, nüfusun en çok 95 milyona çıkacağına işaret etmektedir.
[4]Doğuştaki yaşam umudu, yeni doğan bebeklerin ömürleri boyunca sağlık koşulları (yaşa-özel ölüm hızlarına göre) değişmediği takdirde, yaşayacakları ortalama yıl sayısıdır. Doğal olarak, yaşa-özel ölüm hızlarında zaman içinde olan azalmalar yaşamlarını sürdürmekte olanların yaşam umudunu biraz artırabilir. İleri yaşlardaki ölüm olasılıkları, tamamen sayılmasa bile, büyük ölçüde o kişilerin gençlik yıllarındaki sağlık koşullarından etkilenmemektedir.
[5]O konuda fazla ve yeterli bilgi olmadığı için dış göçler dahil edilmemiştir.
[6]Ödül töreni kayıtları ve basın bülteni.
[7]Makalede kullanılan bütün rakamlar, aksine kayıt yoksa, Devlet İstatistik Enstitüsü (1995) yayınındandır. Okurlar, kullanılan kaynak ve yöntemler için o yayına başvurabilirler.
[8]Bu döneme ilişkin bilgi ve yorum için bkz. Shorter (1995).
[9]Bu rakam için 1935-40 dönemine ilişkindir. 1935’ten öncesi için ölümlülük konusunda yeterli veri bulmak mümkün değildir. Bu dönemler için sadece ölüm hızlarının daha da yüksek olduğu varsayılmaktadır.
[10]Bilgi kaynağı, daha önce sunulan kaynağın aynısıdır (DİE; 1985). 1965’ten önceki bebek ölümlülüğü için bkz. Shorter ve Macura (1982, s.64).
[11]Son nüfus sayımı 1990’da yapıldığı için, 1995 için kullanılan nüfus projeksiyonla elde edilmiş bir tahmindir.
[12]Barlow (1994)’de, bu “itme” gücünün azalıp yok olduğuna işaret etmektedir.
[13]Burada sözünü ettiğimiz yöreler, güvenlik nedeniyle göç edilen yerler değildir. Bu konuda yeterli demografik bilgi yoktur. Ancak 1995 ve 1990 nüfus sayımları karşılaştırılınca 1990’dan önce de göç olgusuna rastlanmaktadır. Bkz. DİE (1985, tablo 5-4).
[14]Örneğin, net göçen mevcut nüfusa oranının 500.000’den büyük nüfuslu kentler arasında en yüksek olduğu yer, bir sanayi kenti olan Bursa’dır. Bursa’da, bir yıl içinde bin nüfusa yaklaşık 30 göçmen düşmekte; Bursa’yı yılda bin nüfusta 23 göçmenle İstanbul izlemektedir. Başkent Ankara’nın net göç hızı yılda bin nüfusta sadece 5 göçmendir.
[15]Duben ve Behar, bu hızları sadece Müslüman nüfus için hesaplamışlardır, çünkü yararlandıkları kaynak nüfus defterleridir. Bizim 1923 ve sonrasını yansıtan rakamlarımız, doğal olarak, Müslüman olan veya olmayan bütün nüfusu kapsamaktadır.
[16]Bu rakam 1985-1990 dönemine aittir. Bundan önceki beş yıllık süre içindeki göçmen sayısı yılda 120,000 kişidir.
[17]DİE (1995, 5. Bölüm)’de gösterilmiş olduğu gibi 1990 temel alınarak 1995 için yapılan nüfus projeksiyonu sonucu.
[18]Ünlü kadın-doğum uzmanı Dr. Pakize Tarzi Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaptığı köy ziyaretlerinde isteyerek yapılan düşüklerin oldukça yaygın olduğunu yazmaktadır (Tarzi, 199: s.38).