“Mayıs 1968’de hep sözler şeylere tercih ediliyordu, ama sonunda sözler karşısında şeyler baskın çıktı!..”
Regis Debray
I
Üretim ilişkilerini değiştirmeyi amaçlayan hareketlerin “sistem karşıtı” olarak tanımlanması halinde, Mayıs 1968’in tarihsel kaydında böyle bir önceliğin olmadığını biliyoruz. Ancak içinde hasıl olup ortaya çıktığı “hayat evreni”ni dönüştürmek üzere kendisi için mahiyet olarak farklı ve yeni bir temel arama çabası, Mayıs 1968’i klasik anlamını aşan bununla birlikte tümüyle “sistem karşıtı” bir hareket olarak vasıflandırmaya yetmektedir. Sözü edilen hareket, hayatın yaklaşık dört yüzyıldan beri alışılagelen sürecine, bu sürece hâkim sistemin işleyiş mantığına aşina gelmeyen, ama kendi içinden çıkan bir muhalefetin ilk ve belki de son temsilcisi olma özelliğini hâlâ sürdürmektedir denebilir.
Batılı semantik dünyası içinde Mayıs 1968 “yeni sol” olarak adlandırılsa da, söz konusu hareketin düzen karşıtı içeriğini kapitalizmin sınırları ile tanımlamak ve anlamlandırmanın eksik bir girişim olarak kalacağını söylemek gerekmektedir. “Anarşizan” ve anti-otoriter gibi görünen bir “öğrenci hareketi” olarak hâkim demokratik sistemle beraber, bu sistem içinde kurumlaşmış her şeye ve bütün sol yorumlara meydan okuması; esasen derinde yatan ve bizzat “hayatın ilişkilerini” topyekûn değiştirmeyi arzulamış bir içeriğe sahip olmasının neticesidir. Kendine birincil hedef edindiği “hayatı değiştirme” arayışı, aynı zamanda onu Batı-dışı kültürlerin sol parantezine alınmış yorumlarında bulduğu muhalefet potansiyeli ile buluşturmuş; söz konusu buluşmanın mantığı, ona klasik solla olan farklılığını ortaya koyma imkânını sağlamıştır. Klasik solu aşmayı hedefleyerek onun başından beri savunageldiği kabullerin aksine, bizzat hayatı dönüştürmenin gerekli olduğu, bunun da dünün reddiyle değil; sadece üretim/mülkiyet ilişkilerine “indirgenemeyecek” kadar önemli ve tarihin yasalarından çok iradi bir tercih içerdiğini kabul etmesiydi.
Yaşanmış bir geçmişi reddetmeksizin aşmak ve cari hayat tarzının hâkim “mod”larını değiştirmek talepleri ile yüklü Mayıs 1968’i önemli ve farklı kılan bir diğer husus ise; onun birinci dereceden iktidarı ele geçirmeyi hedeflememiş olmasıdır. Aksi halde meşrûiyetini iktidar odaklı olmaktan elde edecek bu mücadele, ya yeni bir devlet aygıtının inşâsı için veya kendince denetlenmesi istenen bu aygıtın nasıl ele geçirileceği meselesinde düğümlenmiş olacaktı. Kendisinin de içinden çıktığı yüzyılın bilinen “geleneği” ile örtüştüğü söylenemeyecek bu tercih daha başlangıçta onu, örgütlü ve kurumsal olma hususiyeti ile sistem karşıtı hareket olma kimliği taşıyan klasik anlayıştan ayırmıştır. Elbette ki, Mayıs 1968 sadece topluma hâkim kurumsal yapıların dönüşümü üzerinde odaklaşmamış; belirsizliklerle dolu olmasına rağmen aynı zamanda bununla, toplumun gelecek tahayyülünü dönüştürmek istemişti. Bu sebepten dolayı kendinden önceki ve kendisiyle beraber ortaya çıkan “Üçüncü Dünya”daki hareketlerin iktidar merkezli değişim talepleri ile; Mayıs 1968’in toplumsal hayatın kültürel evrenini veya zihinsel/düşünsel dünyasını değiştirme isteği birbirlerinden mahiyet olarak daha başlangıçtan itibaren farklılaşmıştır.
Hareket, şüphe yok ki, güçlü bir özgürlükçü damara sahipti ve bu da kuramsal düzlemde savunulagelen sol “geleneğe” uygundu; bununla birlikte, “liberal gelenek” de daha sonraları bundan payına düşeni almakta tereddüt etmeyecektir. Ne var ki, taşıdığı özgürlükçü damar yanında onu “duygusal” ve “heyecanlı” kılan anti-rasyonalist hususiyeti, sol gelenekle felsefi temelde uzlaşması mümkün olmayan bir mahiyete sahip kılmıştır. Her şeyin o eski belirlenerek gelen haliyle kabul görmemesi ve bir itirazla karşılaşmakta oluşu; başlangıcından itibaren toplumsal ilişkilerin hâkim rasyonel diyalektiğini hayatın pratiğinde dönüştürmek istemesi; bütün bunlar Mayıs 1968’in rasyonalist diyalektik içinde artık “düşünmek” istemeyişine de delil sayılır. Hattızatında içinde yaşanan toplumsal gerçekliğe ilişkin bilincin kırılma dönemi olarak ortaya çıkan Mayıs 1968 ve onun tahayyül dünyası, düşünme biçimi; insana ve topluma ait meselelerin artık üretim ilişkilerine/araçlarına indirgenemeyeceğinin farkındadır. Belki de bundan dolayı Mayıs 1968’in Marx’ı, Leninist olmaktan çok Maocu’dur. Ne var ki Batı’da Mao’nun sosyalist olmaktan çok, modern zamanların Konfiçyus’u olarak görülmesini de, “Üçüncü Dünya”nın 68’i için tarihsel bir ironi olarak kabul etmek gerekmektedir.
II
Yaklaşık 17. yüzyıldan bu yana devrim olarak isimlendirilmiş toplumsal hareketler, modern fikirlerden beslenerek, “geleneksel” kavramı ile tanımlanmış toplumlar ve onların kültür/hayat evreninde oluşarak meydana geldi. Bununla mukayese edildiğinde Mayıs 1968 tek istisna olma hususiyeti ile dikkat çeker. Çünkü o, bütün kökleriyle beraber modern toplum içinde beslenerek oluştuğu halde, aynı kültür/hayat evrenini ve bu evrene ilişkin anlam dünyasını değiştirmek gibi -ne kadar başarılı olduğu önemli değildir- bir hedef taşıdı.
Sistem karşıtı hareketler olarak Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan 1917 ve 1949 yıllarının iki sosyalist devleti, yine “geleneksel toplumu”n dünyasında oluşup meydana gelirken, aynı şekilde kendilerinden önceki toplumsal hareketlerle ortak özelliği paylaştılar. Bu devletler eliyle sosyalizm adına yapılan reel uygulamaların nihayette “sisteme” bir alternatif olmadığı yaşanarak anlaşıldı. Acaba Mayıs 1968’in sosyalist tasarımı ve gelecek umudu ile bunlar arasında ne kadar örtüşme ve ne kadar farklılık bulunmaktaydı. Daha açık bir yargı ile bunlar arasında söz konusu edilecek herhangi bir karşılaştırma, mahiyeti ilgilendiren bir hususiyet taşıyacağı sebebiyle Mayıs 1968’i öncekilerden daha başlangıçta ayrı tutmak durumunda bırakmaktadır diyebiliriz.
Bununla beraber söz konusu uygulamaların bir alternatif olamamasının belki de önemli sebeplerinden biri de; seçilen “yol” ve ait olduğu “alan”dan çok, sosyalist düşüncenin epistemik temelleri ve “tarihsel kazanımlar” süreci içinde nihayette “modern proje” bağlamında “sistem içi” bir muhalefet olmasıyla ilişkili olduğudur. Zaten mayıs 1968’de söylenmek istenen de buydu; mevcut hayata hâkim bu “proje”nin kendini meşrûlaştıran kaynak ve kendi geleneksel imkânları ile restore edilemeyeceğini; onun ancak mahiyette dönüştürülmesi halinde insanın “tek boyutlu”luktan kurtulması ve özgür olması mümkün olabilecektir...
Diğer yandan toplumsal hareket ve sistem karşıtlığı meselesinde farklı bir kökenden gelen; bundan dolayı ayrı bir tahlil ve değerlendirme konusu olması gereken “İran İslâm Devrimi”nin, Mayıs 1968 sonrasında vuku bulan bir hareket olarak; köken ve idealleri cihetinden farklı, ama doğup geliştiği dünyanın “geleneksel” olma hususiyeti, sözü edilen toplumsal hareketlerle onu buluşturduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki, hareket kaynağı ve kendini meşrûlaştırdığı epistemik hususiyeti ile “sistem dışı” durmasına ve/veya olmasına rağmen, 1979 İran İslâmi Devrimi’nin verdiği “sinyaller” ve giderek kendini tanımlama “biçimi”, bu tanımlamayı yaparken kullandığı siyasal/uluslararası/ekonomik/kültürel/stratejik düzeydeki kavramsal araçlarıyla, 20. yüzyılın kendinden önceki devrimleri ile aynı “kaderi” paylaşma ihtimallerini arttırmaktadır.
Söz konusu ettiğimiz kendinden önceki devrimlere benzer şekilde ve Mayıs 1968’in, her şeye rağmen “Batı kültürünün” içeriğine az da olsa kattığı, hayatın dönüştürülmesine dair önemli vurgusunu unutur gibi; dayatılan bir hayat biçiminin dönüştürülmesinden ve dolayısı ile ona alternatif olmaktan çok, epistemik ve “inanç” üstü bir işlev görmek üzere, teknolojinin aktarım ve geliştirimine sonsuz öncelik; devrimi korumak, ya da korumak adına aşırı kurumsallaşma ile beraber askerî/teknolojik birikim; nihayette de geleceğe yönelik bütün umut ve iddiaların içeriğinin boşalarak işlevsiz kalması ve sonuçta önceden denenmiş bir “kader”in parçası olmak... Diğer bir ifade ile ait olduğu köken ile talip olduğu gelecek arasında sıkışıp kalmak; aşma yolunun “hâlâ” bulunamadığı dayanılmaz gerilim içinde, özneden giderek nesneleşmeye uzanan bir süreci yaşamak, ihtimaller arasında bulunmaktadır!..
III
Mayıs 1968, 20. yüzyılın tarihiyle görülecek hesapları olan kuşakların sahnede yer aldığı zaman kesiti sayılır. Bu zamanla beraber Batı’da, “kuralların ve kurumların dünyası”nda artık açık ve yaygın olarak sorgulanan bir “şey(ler)” vardır. Hareket bu “şey(ler)i” tartışan; yani “gerçeklikte”, “hayatta”, “devlette” ve “dünyada” bir yanlışlık olduğuna inananların hoşnutsuzluğu olarak ortaya çıktı ve gelişti.
Elde ettiği teknolojik kazanımlar ve endüstriyel bir toplumu yaratmış olma bağlamında 20. yüzyıl “akıl çağı” ise, -ki bunun modern aklın çağı olduğuna dair şüphe bulunmamakta- bu yüzyılı aynı zamanda endüstriyel/refah toplumunun inşâ ettiği “tek boyutlu insan”ın kendi aklına karşı yenilgisinin de çağı saymak gerekmektedir. Mayıs 1968’i bundan dolayı yaşadığımız yüzyılı inşâ etmiş olan toplumsal/kültürel dünyanın içinden çıkan; mahiyetinde hem bu yenilgiyi kabul etmeyerek başkaldıran, hem de bu yenilgiyi yenilgi olmaktan çıkarmayı hedef edinmiş, ama belirgin bir “ufka” sahip olmayan girişim/hareket saymak gerekmektedir.
Yaptığı mücadele biçimiyle içinden çıktığı çağın geleceğine dair “imâlarda” bulunan Mayıs 1968, bundan dolayı bir taraftan oluşmakta olan teknolojik/elektronik bir dünyanın kendi iç dinamikleri ile daha rahat şekilde evrilmesine bir “geçit”; diğer taraftan da insanın “gerçeklikle” yeni bir diyalog kurmak üzere, kendi insanî deneyimi olarak ilişkilerinde “akıl”dan “duygu”ya geçişinin mümkün dünyasını kurma imkânlarını belirsizce tayin etme girişimi saymak gerekmektedir. Orada ne bulacağını açık seçik şekilde bilmemiş olsa bile “duygu”ya geçiş, yeni tür bir özgürleşme biçiminin de toplumsal deneyimi sayılır. İnsanı, toplumu, hayatı dönüştürmeyi ve söz konusu özgürleşmeyi akılcı bir tepkide aramamış olması ile bu yeni “duygusallık” veya “duygu” eksenli arayış yaptığı etkilerle, sonraları daha sarih bir şekilde ortaya çıkacağı gibi; “insanın” konumunu değiştirmek, buna koşut olarak “tabiatı” da dünden farklı tarzda imtiyazlı bir statüye yerleştirmek istemişti.
Açık ve çok belirgin olmasa da bu umutla yüklü Mayıs 1968 öncelikle Batı’nın bir bakıma bütün ideolojilerini bünyesinde barındıran “Promethean ideoloji”nin sonunun geldiğini ilân edecek bir başlangıç oldu. Doğduğu toplumsal/düşünsel “geleneğe” uygun düşecek tarzda öncelikle yine “insan merkezli” bir hususiyet taşımasına rağmen; merkeze aldığı “insan” kavramı, içerik anlamında Batı’daki hâkim insan anlayışına göre farklıydı. Onun söz konusu ettiği insan kavramında irrasyonel bir “gen” bulunduğu söylenebilir. Klasik anlayışta insanın daha iyi ve mutlu yaşama hakkından bahsetmek, hayatın maddi/teknik/refah şartlarını daha iyi hale getirmek şeklinde anlaşılmaktaydı ve bu anlayışın hasılası olarak da endüstriyel toplumun “tek boyutlu insan”ı ortaya çıkmıştı. Halbuki şimdi Mayıs 1968’de, söz konusu edilmeye başlanan yeni insan anlayışında maddi/teknik/refah şartlarının hâkim kurgusunda yanlışlık bulunduğu, hayatı iyileştirmenin ancak bu kurguya itiraz etmekle sağlanabileceği söylenerek; nihayette refah toplumunun ortaya koyduğu “hasılaya” karşı muhtevaya dönük bir eleştiri söz konusuydu ve bu da hâkim kurgu tarafından “irrasyonel” olarak değerlendirilecekti.
Aydınlanma geleneği olarak akıl, toplumu kurmuş, diğer bir ifade ile toplum akıl merkezli rasyonel bir dönüşümün hasılası sayılmaktaydı. Halbuki Mayıs 1968’de ve Lynne Segal’in ifadesi ile “zihnin mevcut duruma uyarlanmaması gerektiği, çünkü toplumsal gerçeklikte bir yanlışlık olduğu” söylenmekteydi. Bu “yanlışlığa” inanan Mayıs 1968 kendini dayatan toplumsal gerçekliğin gücü karşısında, yeni bir gerçeklik üzerine kurulabilecek bir hayat biçimi için gerekli olan dönüşümü sağlamak üzere aklın belirlediği “güvenlik alanı”ndan, duygunun “spontane cesareti”ne sığınmakta tereddüt etmemiştir. Böylece güçlü bir muhalefet potansiyeli olarak hayata ve onun pratikteki biçimine karşı kurulmuş bir pusu oldu; toplumsal dönüşümü ve buna bağlı olarak özgürleşmeyi akılcı bir temelde aramadığı için, akılla onaylanmış birçok değer, kurum, ilişki ve onların anlam dünyası bu nedenle ciddi sarsıntılar ve dönüşümler yaşamaktan kurtulamadı.
İnsan ve toplumun zihniyet dünyasını yeniden kurmak ümidiyle akıldan duyguya geçişin “sokaktaki çığlığı” olan Mayıs 1968, dolayısı ile modern aklın üzerine düşmüş bir damla sayılır. Hasıl ettiği dalgalar aklın belirlenmiş rasyonel sınırlarının dışına taşarak önce hayatın kendini üzerinde inşâ ettiği ilkelerin anlamını dönüştürdü; sonra da 20. yüzyıla kadar var olmuş “ideolojilerin sonu”nu* ilân ederek 1989’da “Berlin Duvarı”na çarptı. Daha yakın bir zamanda ise “söz”ün yerine “kendini” ikame ederek uzun zamanlardan beri “taşlaşmış” hale gelen Westminister Kilisesinde; ilahi bir kaynaktan edindiği bilgi ve ilhamla belki de muhatap aldığı kent/site düşünüldüğünde duygu ve saflığın sembolik düzlemde hem en güzel bir ifadesi, hem de en güzel tarzda kendine çağırdığı İncil bölümlerinden biri olan “Korintoslulara Mektuplar”ı, sosyalist bir başbakanın dilinden söyleterek yeni bir “güc”e dönüştü.
IV
Batı dünyasının hayata dair ve düşünsel/felsefi geleneğindeki hâkim dikotomilerden biri de “düşünce” ve “duygu” ayrımıdır. Düşüncenin, tanzim etmenin, kural koymanın ya da genel olarak hayata ilişkin faaliyetin “alanı” akla; his, heyecan, kendiliğindenlik ve moral değerlerin “alanı” ise duygu/kalbe ait olduğu kabul edilir. Nitekim Hıristiyan dininin geldiği ilk zamanlarda söz konusu “alanlar” arasındaki gerilimin doğurduğu, belki Hıristiyanlık cihetinden talihsiz fakat verimkâr tartışmalarda da benzer şekilde yine buna rastlanır. Kadim düşünce insanın düzen arayışına esas olan ve insana ilişkin bütün meselelerin kaynağında ve çözümünde sadece aklın bulunduğunu kabul ettiğinden, yeni gelen din/düşünceye yani Hıristiyanlığa karşı bunu savunmaktaydı. Hıristiyanlık ise buna karşılık mevcut dikotomiyi veri olarak alıp tersten hareket ederek; insanın ve ona ilişkin meselelerin moral/duygu/kalp merkezli olduğunu ve çözüm kaynağının da yine burada aranması gerektiğini savundu ve/veya savunmak durumunda kaldı.
Şüphe yok ki, Mayıs 1968’in yeni bir “iletişimin” imkânını bulmak üzere söz konusu ettiği duygu/kalp boyutunun değerler dünyası, elbette Hıristiyanlığa ait verili “moral alan”ın belirlenmiş ilkeleriyle açıkça farklı hususiyetler taşımaktaydı. Bu sebeple Mayıs 1968’de cereyan eden olayları Hıristiyanlığın geliş zamanındakilerle benzeştirmek burada söz konusu değildir. Bununla birlikte Mayıs 1968’in sloganları, mücadeleyi ve “kargaşayı” aşan boyutuna bakıldığında yine de siyasal boyutu yanında moral ve etik boyutu olması ve bunu da ısrarlı şekilde savunması ihmal edilemeyecek kadar önem taşımakta ve dikkat çekmektedir. Onun söz konusu ettiği “dünyanın reddi”, aslında hayata hâkim düşünce biçiminin reddiydi ve bunun içinde eylem, etik ve moral ilkeler içinde her şeyi belirlemeliydi.
Söz konusu moral/etik boyut hakikatte içi boşaltılmış bir hayat biçimine karşı belirli bir muhtevaya öncelikle dikkat çekmek ister. Ona göre söz konusu muhteva, düşünsel dünyanın akılcılaştırılmış/rasyonel temelde aşırı şekilde kurumlaştırılması ve bunun hâkim kültürel dünyanın bir hususiyeti haline gelmesinden dolayı, insanı yeni iletişim ve özgürleşme yollarının imkânlarını aramaya mecbur bırakmaktadır. Aşırı nispette akılcı/kurumsallaşmış düşünce ve inancın uzun olmayan süreçler içinde nihayette içinin boşalmak ile neticelenmesi; diğer bir ifade ile anlam ve normatif hususiyetin kaybı, evvela insanın kendisiyle kuracağı iletişim imkânlarının yeni baştan tanzimini mecbur hale getirir. Duygu eksenli yoğunlaşma, ihtiyaç duyulan iletişimin imkânını sağlayacak bir kaynak olarak, bundan dolayı öncelik kazanır. Mayıs 1968 için duyguya yaslanmak insanın sadece kendisiyle spontane ilişki kurmasının ve özgürleşmenin imkânı değil; bir taraftan değişime başlangıç olacak “güvenli” bir nokta; diğer taraftan da “endüstriyel toplum” ve “tek boyutlu insan”ı aşma imkânı olacaktır.
Endüstriyel toplum biçiminin ve ona ait iletişim araçlarının sayıca ve yaygınlaşma alanı olarak kazandığı yoğunluğun etkileri zihni altüst ederken, aklın rasyonel dünyasından duygunun “hesaba-kitaba” girmez dünyasına sığınmak, yeni bir alternatif olmak üzere kolaylaşmıştır. Duygunun dünyasında hazır şekilde bulmanın mümkün olduğu sürekliliği, zihnin “tek boyutlu” dünyasında bulmak artık giderek imkânsızlaşmaktaydı. Toplumun içinde, ama kendini toplumdan soyutlamaya çalışan insan için akıldan duygu dünyasına “dönmek”, yeni bir psikolojik güvenlik alanının da imkânı olmuştur. Mayıs 1968’de “ayaklanan” öğrencilerin sürekli olarak “psikolojik boyut”a vurgu yapmaları bu sebepten boşuna sayılmamalıdır.
Başlangıçta Mayıs 1968’e önderlik yapan kabul, aklın duygu ile beraber hareket etmesi gerektiği şeklindedir. Fakat, eğer bu olmuyor ve bir tercih yapmak gerekiyorsa, bu durumda “duygu”yu tercih etmek kaçınılmaz olacaktı; çünkü duygunun akıldan daha iyi bir “yol gösterici” olduğuna inanılmaktaydı. Aslında Mayıs 1968 öncesi yaşanan tecrübelerin hasıl ettiği bir tohum olarak bu, 1960’larda sözü edilmeye başlanan “endüstriyel toplum” insanı ile beraber oluşmaya başlamış bir düşünceydi. Mayıs 1968’e göre mesele yeni bir özgürleşmenin yoluydu, ama bu klasik bir özgürleşme sorunu değildi; belki insan düne nazaran görece özgür bile sayılabilirdi; ne var ki aynı insan hedef ve gayesinin ne olduğu hususunda düne göre daha fazla kendinden emin olamamaktaydı. Akılcı/rasyonel bir toplumun insanını çaresiz bırakan da bu belirsizlikti; çünkü Mayıs 1968’e göre dünya “iki yüzlü” bir dünya haline gelmişti; bu da aklın başarısızlığının ifadesiydi. Akıl, ya “şeytanın hizmetinde” ya da bilimin bir “aracı” halinde “savaş endüstrisinin hizmetinde” bulunmaktaydı.
Bununla birlikte duyguya geçiş aklın işlevsiz kalacağı, rasyonelliğin ortadan kalkacağı anlamına gelmemektedir. Sadece bireyin yaşam tercihlerinde “canının istediği” gibi davranma denemesinin imkânını ve meşrûiyetini yaratır. Söz konusu deneme topluma hâkim rasyonel kuralları, duygu eksenli yeniden tanzim etmek gibi bir boyut taşıdığı kadar; aklın belirlenmiş “fiziksel sınırlarının” dışına taşmak gibi yeni bir özgürleşme imkânının da ele geçirilmesini sağla(yabili)r. Bundan dolayı akıldan duyguya geçiş veya “paradigmatik kopuş”, ilk defa “öteki” -özellikle Batı-dışı toplumlar ve onların insanları/kültürleri- ile karşılaşmayı, kurulu tarihsel biçiminden farklı bir düzleme çekmiştir ve ilk defa eski ilişkinin anlamsızlığı ile, kurulacak yeni ilişkinin mahiyeti üzerinde yeniden düşünmeyi gündeme getirmiş oldu.
V
İkinci Dünya Savaşı sonrasında 20. yüzyılın insanı tarihin ilerleme eksenli determinist bir süreç izlediğine olan inancını yitirmekle kalmadı; imana dönüştürdüğü bilinen birçok doğrunun da “doğru” olmaktan çıktığına yaşayarak tanıklık etti. Süreç bilgiden/bilimden başlayarak, dünyanın doğru kurulup kurulmadığına; doğru bir hayatın nasıl yaşanır kılınacağına dair bir dizi soruyu da beraberinde getirmiş olmaktaydı.
1960’larla beraber “bilgi/bilim” ve “tarih”e ilişkin anlayışın/kavrayışın yapısında önemli ve çarpıcı değişiklikler meydana gelmişti. Bilimin içinde bulunduğu “mutlaklık” hali bu yıllardan itibaren yara almaya başlamış; kesinlik bildirirken artık “paradigma”ya dönüşmesi söz konusu olmaktaydı. Değişiklikler aslında 1945’lere kadar gelen hâkim bilgi anlayışı için önemli bir çatlamanın kendini yüksek sesle dillendirmesiydi. Yaşanmaya başlanan “ekoloji” ile birlikte “ilerleme” düşüncesinin hayatın pratiğinde anlamdan yoksunlaştığını görmek, aynı zamanda yaşanan hayatın içini de boşaltmaktaydı. Böylece 1960’lar, Aydınlanma merkezli ve yüzyılları bulan geçmişe sahip “ilerleme” fikriyatı için sonun başlangıcı oldu. “Sosyal teori”nin bunun neticesi olarak almış olduğu yara; öte yandan dünya genelinde yaşanmakta olan sosyalist mücadelenin kendi tarihi içindeki inanılmaz yoğunluğuna ve bu düşünceye duyulmakta olan ilgi ve sempatiye rağmen, klasik sol düşüncenin de en azından teorik düzlemde ciddi kırılmalara uğramasını kaçınılmaz kılmaktaydı.
Dolayısı ile sözü edilen yıllardan itibaren birikmiş olan bilgi, düşünce ve ideallerin hayatın içinde tecrübe edilme sürecinin sıcak noktasını teşkil eden Mayıs 1968 başladığında, hâkim zihniyet dünyasına ait birçok mesele kendinden önce yeni baştan tartışılmış; bu tartışma ile beraber birçok mesele hayatın pratiğinde başlangıçtaki anlamını yitirmiş; bir kısmına duyulan inanç, bir kısmına bağlanan umutlar ciddi aşınmalara uğramıştı. Tarihselciliğin Sefaleti ya da en azından Bilimsel Devrimlerin Yapısı geçmişin bilgiye/bilime dair kabullerinin temellerini ciddi sarsıntılara uğratmakta; açmakta oldukları umulmadık gediklerle akademik dünyanın “gerçeklik fabrikasyonu”na sekte vurma ihtimalleri doğurmaktaydı. Böylece akılcılaştırılmış süreçlerden geçirilen 19. yüzyılın kültürel dünyasının tarih tarafından çatlatılmış bilgi anlayışı ile beraber “ilerleme” düşüncesi terk edilmeye zorlanmış; bilimin hakikati bildirmenin tek imkânı olduğuna ilişkin büyüsü bozulmaya başlamış; doğruyu söyleme hakkı artık elinden alınır duruma gelmişti.
Hâkim bilgi/bilim paradigmasının sarsıldığı döneme denk düşen bir zaman “aralığı” olarak Mayıs 1968, dolayısı ile her türlü rasyonel faaliyetin menzili dışına çıkmak gibi potansiyel bir güce sahip olarak ortaya çıktı. Bu sebeple Mayıs 1968’i önemli kılan “sisteme” karşı bir hareket şeklinde niteleyerek, “dışsal saldırı” özelliği taşıyan bir olaya indirgemek asla mümkün değildir. Tersine, 1960’lardan itibaren içten içe mayalanarak ya da tüterek gelen bir dönüşüm talebi olarak görmek gerekmektedir. Mayıs 1968 hâkim akılcılık anlayışının veya iktisadî ilişkilerin ötesinde kurulabilecek anlam dünyasına geçiş için bir girişim olmak kadar, böyle bir geçişin kendini olanca gücüyle doğrudan dışa vurmasıydı.
VI
1960’lı yıllar yaşadığımız çağın mevcut anlam yapısını değiştiren II. Dünya Savaşı ve onun ardından başlayıp gelen dönüşümün önemli noktası olma hususiyeti taşımıştır. Söz konusu yıllar Batı’nın savaş sonrası dünyayı paylaşma yorgunluğunu üzerinden attığı, yaraların sarıldığı ya da “endüstriyel toplum” ve “refah devleti” kavramlarının ortaya çıkarak yaşanır hale geldiği zamanlar değildir sadece; bunlarla eşzamanlı olarak teknolojik/elektronik bir dönemin, -özellikle Amerika için- “karşı kültür” hareketinin, Hippiliğin/Çiçek Çocukları’nın ve Vietnam Savaşı ile tanışmanın da yıllarıdır.
Başlayan bu yeni dönem için Vietnam nasıl ki teknolojik/elektronik bir savaşın ilk tecrübesi olduysa; kurallar ve kurumların belirlediği bir toplumsallık ve hayat biçimine karşı girişilmiş “içe dönük protesto”nun ilk tecrübesini de Hippilik temsil etti. Hayatın pratiğinde otoriteden arınmanın imkânını arama girişiminin ilk ve güçlü bir deneyimi olarak Hippiliğin ortaya çıkması, Batı toplumu için oldukça yeni bir şeydi. Sözü edilen protestoyu bir “usûl” olarak içeriğine katarak kendini ifade etmeye çalışan bu yeni tutum; aynı zamanda yeni tür ve/veya protest müzik olarak aynı teknolojik/elektronik imkânları kullanarak kendini anlatmaya çalışmaktaydı. Hippilik şimdi duygunun yeni ifade biçimi/araçları içinde öncelikle “haşhaş” ile tanışma, “gönlünce yaşamak” ya da “seks devriminin” başlangıcı değildi; bütün bunlarla birlikte hayatı değiştirmek isteyen bir tavır ve Uzakdoğunun mistik felsefeleri ile tanışma girişimi olma özelliği taşımaktaydı. Bu durum zaten savaş sonrası Batı’da yaygınlık kazanan egzistansiyalist felsefe ile kendine bir kalkış noktasını önceden bulmuş durumdaydı.
Yeni mistik tutumu benimseyen insanların, “kuralcı/kurumlaşmış tüketim toplumu” ve egemen hayat biçiminin “kokuşmuşluğu” içinde kendi özel dünyalarına çekilerek protesto içerikli kişisel doyum arayışları; “iki-yüzlü” bir hayata karşı cinsel özgürlüğün savunulması ve seks devrimiyle elde edilen yeni tecrübelerle beraber Batılı, özellikle Amerikalı gençler için savaşın anlamı değişmişti; onlara göre artık insan vücudunun çıplaklığı “gerçeğin” kendisini, hâkim sistem ve onun iktidarı tarafından yürütülen Vietnam Savaşı ise “yalanı” temsil etmekteydi. Bundan dolayı gençler tüketim toplumu ve tüketmeyi hazza dönüştüren kültürünün karşı koyulmaz çekiciliğine, onun kuralcı/kurumlaştırılmış dünyasına karşı direnmek üzere; denebilir ki aynı itirazı hayat biçimi düzleminde Hippi olarak, müzik düzleminde Rock/Beatles olarak dile getirmiş olacaklardı. Diğer bir ifade ile hayatın hâkim tarzına Hippiler doğal olanın/“hayatın dilini”, Rock/Beatles “müziğin dilini”; sürecin sıcak hale dönüştüğü nokta olan Mayıs 1968 ise “sözün dilini” kullanarak itiraz etmiş, karşı koymaya çalışmışlardır. Başka türlü yaşamanın imkânını arama çabası, temellerini de sevgi üzerine kurmak istemekteydi; bu istek “var-oluşçu” bir arayış olarak kendini aynı zamanda “devrimcilikle” özdeşleştirecekti. Herbert Marcuse’e göre sanayi toplumu tarafından “tek boyutlu” hale getirilen insanın kurtuluşu “maddi olmayan ihtiyaçlar tarafından şekillendirilecek bir devrimle” ancak mümkün olabilecektir.
Sözü edilen protest ve direnme girişimlerini, akılcılaştırılmış ve evrenselleştirilmiş bir “hakikat” anlayışından “neşet ettirilen” gerçekliğin ve buna göre tanzim edilmiş kültürel dünyaya karşı hayatın içinden sessiz bir itirazın, zihni tecrübe ve oluşum sürecini hazırlayan önemli unsurun Amerika’da ortaya çıkan “karşı kültür” hareketi olduğu söylenebilir. Savaş sonrasında hayatı değiştiren, onu yaşanır olmaktan çıkartan “endüstri toplumu”nun belirginlik kazanması, hayatın bütünlüğünün kapitalizmle beraber bir işlemek/üretim sürecine dönüştürülmesini getirmişti. Toplumsallığın “ekonomik ilişkilere”, hayatın ise “iş”e indirgendiği bir “var-oluş” biçimine itiraz etme ihtiyacı, kaçınılmaz olarak mevcut kültür/hayat evreninin tamamı üzerinde düşünmeyi ve onu dönüştürmeyi gerektirmekteydi. Bundan dolayı “karşı kültür” hareketi maddi yönü öne çıkartan pazara ait bireyin ve onun dünyasına ait kültürün eleştirisi olarak ortaya çıktı.
Kendinden sonraki dönemin düşünce hayatını önemli boyutlarda etkileyen “karşı kültür” hareketi; savaş sonrasına, 1950’lere uzanan ve Batı/Amerikan kültürünü sorgulayan bir hususiyet taşımaktaydı. “Materyalist” Batı kültürüne karşı ruhi/manevi yaşantıyı öne çıkarmaya çalışan bu hareket; zihni özgürleştirmenin ilk deneyimi olarak özellikle Amerika’da 1960’lardan itibaren sinemadan müziğe uzanan sanat dallarını etkilemiştir. Ayrıca bu yıllarda başlayan Vietnam Savaşı da mevcut kültürün ve onun şekillendirdiği hayatın sorgulanmasını kolaylaştırmış; çıkış yolunun manevi/ruhsal bir tecrübe ile bulunabileceğine yönelik ciddi umutların tohumlarını ekmişti.
Ne var ki, 1960’ların ikinci yarısından itibaren genel yaygınlık kazanan “karşı kültür” hareketinin çok geçmeden “market” tarafından kâra dönüştürülmesine şahit olundu. Sistemin meşrûiyetini sağlayan hâkim kültürün kâr amaçlı mantığı ve bunun hasılası olarak her şeyi satışa sunması, aynı zamanda hem kendi temellerini gençlik kesiminin zihninde ciddi şekilde aşınmaya uğrattı, hem de çok geçmeden gençlik kitlesini ailelerine ve siyasal iktidara karşı yabancılaştırdığı görüldü. Sisteme yönelik eleştiri kültürünün yine sistem tarafından “piyasaya” sunulması; yeni bir dönemin, iletişim araçlarının hâkimiyet döneminin de artık başlangıcı sayılırdı.
Toplumsal gerçekliğin kâra dayalı içsel mantığı, hâkim kültür ve bilginin rasyonel hususiyetini güçlendirmesiyle önemli bir noktayı teşkil eder. Toplumsal ilişkiler, siyasal aygıt/sistem, “market”le cari diyaloğun rasyonel hususiyeti; gençliğin Mayıs 1968’de bilginin/düşüncenin özgür bir “market”i olarak üniversiteye karşı, sürmekte olan mevcut “diyaloğun” mahiyetini değiştirmek üzere, harekete geçmesini kolaylaştırmıştır. Bu sebeple denebilir ki, Mayıs 1968’le gelişen “sol” hareketler -öncelikle Amerika’da- kendi doğal faaliyetlerini aklı temel alarak yerine getiren toplumsal kurumlara yönelik olmuştur. Zira öğrenci kesiminde toplum kurumlarına “terapi”nin bir çözüm olamayacağı; tüm kurumların yapısal düzeyde dönüştürülmesi gerektiği fikri giderek yaygınlaşan bir kabul halini almaktaydı. Üniversite bu kurumların en başında gelmekteydi; çünkü öğrenciler tarafından dile getirilen kültürel değişim talebinin akla “muhalif” olmak gibi hususiyet taşıması, üniversitenin ise aklı “temsil” etmesi önemli bir başlangıç noktasını teşkil etmiştir.
Mayıs 1968 hareketinin bundan dolayı üniversiteyi dönüştürmeye ve demokratikleştirmeye yönelik taleplerle ortaya çıkması sadece gençlik kesiminin üniversitede kümelenmiş olması değildi; bunda aklın ürettiği rasyonel kültürün bizzat kendisini dönüştürmeye yönelik bir gayeyi içeriklendirmiş olması önemli nokta sayılır. Bu sebeple dönüşüm ihtiyacının öğrenciler tarafından ve üniversite eksenli ortaya çıkmış olmasını, sözü edilen “mekân” ve onaya ait “kesimle” sınırlandırmaya kalkmak, dile getirilen taleplerin mahiyet ve boyutunu yeteri kadar anlamamak manasına geleceği söylenebilir. Mayıs 1968’in öğrenci hareketi olmanın ötesine uzanan bir boyut taşıması; öğrencilerin daha derinlerde yatan bir talebi/ihtiyacı dile getiren “gönüllüler” olarak ortaya çıkmalarındandır.
İktidar ve kültür arasındaki ayrılmaz ilişkinin önemi, yeteri kadar tecrübe edilmeden anlaşılmasının zor olabileceğini söyleyebiliriz. Bunun yanında otoriter/totaliter bir hayat biçimine karşı çıkmayı gaye edinmiş herhangi bir tavır, kaçınılmaz olarak “kültür” ile yüz yüze gelmek durumunda kalacaktır. Marksizmin yüzyılı aşan mirasından türetilmiş bir muhalefet olarak Mayıs 1968’in sınıf eleştirisi içermesine rağmen, özünde ekonomik/siyasal olmaktan önce kültüre/hayata ilişkin bir itiraz olması, onu siyasetten kültüre geçmenin aynı zamanda tecrübesi olarak anlamayı gündeme getirmekte; bu durumda ise artık kültür ve kimlik üzerinde tartışmak siyaseti öncelemeye başlamış olacaktır. Bu bağlamda Mayıs 1968, “hayat ve iktidar” ilişkisini tecrübe etmiş bir toplumun kendine has hususiyetine dikkat çekerken, aynı zamanda bu durum kendini Batı-dışı 68’lerden mahiyete karşılık gelecek şekilde bir ayırımla, karşı karşıya bırakır. Sözü edilen “kültüre” hâkim durumdaki aklın/mantığın aşılması ve “öteki” ile kurulacak ilişkinin imkânlarını oluşturmak üzere, Çin’de vuku bulan “Kültür Devrimi” umut olarak önemli bir yere sahiptir. Ne var ki, tanışma sonrasında Kültür Devrimi’nin büyüleyici boyutu çok geçmeden onları Batılı bir Vietkonga dönüştürmüş olur. Paris sokaklarında, “biz dünyayı reddediyoruz, ama hain değiliz; biz düşüncenin Vietkonglarıyız” diye haykırmaları, duygusal bir boyutta uluslararası solun birleşik hale gelmesine de katkıda bulunmuştur.
Bununla beraber Çin Devrimi’nin püriten; ama bu püritenizmi sahip olduğu Taocu dünya görüşüne rağmen bütün toplumsal alana yaymak isteyen totaliter umudu, kullanmaya çabaladığı “rasyonel mantık”ın hasılası olarak oldukça yeni sayılırdı. Fakat sözü edilen püritenizmin homojenleştirme istek ve çabasının görmek istenmeyişi; Mayıs 1968’in bizzat kendisinin de birincil hedef olarak hâkim kültür dünyasının değişimini amaçlamış olmasından kaynaklandığı söylenebilir. Mesele sadece devrimci bir ahlâk ve sanat inşâ etmek değildi; bu cari olanın kendi karşıtlığı içinde yeniden üretilmesi anlamına gelecekti; mesele bunların da içinde olduğu kültür/hayat evreninin değiştirilmesi olarak anlaşılmalıydı. Bu işe girişmenin “irrasyonelliği” ise Çin Kültür Devrimi’ni karşı koyulmaz şekilde cazip kılmaktaydı. Öte yandan Maoculuk toplumsal hayatın nihayette total bir tarzda yeni bir yapıya dönüştürülmesi umudu taşımış olsa bile, başlangıçta Mayıs 1968 tarafından toplumsal ilişkilerin diyalektiğini hayatın içinde dönüştürmek imkânı olarak görüldüğü söylenebilir. Doğu felsefelerinin kendine has metafiziği ve aşkınlığının sunduğu yeni kavrayış biçimleriyle bu diyalektiğin pratik yansımalarının olacağı umut edilmişti.
VII
Mayıs 1968, teknik/elektronik devrimle şekillenen endüstriyel hayatın öngördüğü toplumsal ilişkileri çözmek ve değiştirmek; “meta anlatıların” hiyerarşik yapısı dışında yeni ilişki biçimleri, yeni tür bireysel özgürlük alanı/mekânları bulmak ümidiyle yola çıkmıştı. Endüstriyel bir toplumda yaşamanın neye karşılık geldiği deneyiminden kalkarak; bürokrasinin, teknolojinin, ekonominin hegemonyası altındaki insanın sürekli denetlenen “tek boyutlu” halini aşmak üzere, günlük hayata hâkim ideolojinin tarihsel bağlamını dönüştürmek istemişti. Buna karşılık kendinden ilham alınarak ortaya çıkan Batı-dışındaki 68’ler ise; -muhtevayı ihmal ederek- onun çözmek ve dönüştürmek istediklerini, kendi toplumlarında inşâ etmenin mücadelesi olmak özelliği taşımıştır.
Kendi toplum düzeyimizde yaşamakta olduğumuz, hareket halindeki her şeyi doğumdan ölüme kadar kayıt altına almayı mümkün kılan teknolojik/elektronik devrimin ve bu devrime ait araçların sunduğu imkânlarla bireysel ve toplumsal özgürlüklerin aynı zamanda nasıl tehdit altına girmekte olduğunu daha yeni yeni anlamaya başladığımız söylenebilir. Her şeyden önce toplumsal ve özel hayatın/mahremiyetin sınırlarının ilk defa tartışma konusu olmaya başlaması sebebiyle, bu sınırların nereye kadar taşınabileceğinin; söz konusu sınırların nerede başlayıp nerede biteceğine ancak toplumun karar verebileceğinin; bunun neticesi olarak “demokratik toplum taleplerinin” yoğunlaşarak dile getirilmesinin daha yeni yeni söz konusu edilmesini; Mayıs 1968 ile, Batı-dışı/bizim gibi toplumların 68’i arasındaki mahiyet farkının anlaşılmasını kolaylaştıran süreçler olarak görmek gerekmektedir.
Batı-dışı toplumlarda cerayan eden “öğrenci hareketlerinin” Mayıs 1968’i mahiyete ilişkin yönü ile yeteri kadar anlayabilmeleri/“yaşayabilmeleri” ancak kendilerinin de -şimdilerde bizim yaşamakta olduğumuz gibi- söz konusu deneyim ve katılımlar sonrasında mümkün olduğu söylenebilir. Kendisine ait köken itibariyle endüstriyel topluma yönelik bir hareket olarak Mayıs 1968’in hususiyetlerini, kendi muhtevasına doğal olarak katamayan Batı-dışı “hemcinsleri” daha başlangıçtan itibaren “form”un dışında onunla benzerlik şansı bulamamış ve bu toplumlarca gerçek bir “tercümesi” yapılamamıştır. Formlar, kitlesel gösteriler, kılık kıyafet hep form’a yönelik benzerlikler olarak kalmıştır!..
Pozitivist/rasyonalist değerlerin hiyerarşik ve otoriter yapısına itiraz ederek; bir hayat biçimini dönüştürmek isteği ve hâkim toplumsal gerçekliğe ilişkin bilincin kırılma dönemi olarak ortaya çıkan Mayıs 1968, Batı-dışı toplumlarda tarihsel bir ironi olarak aynı toplumsal gerçekliği inşâ etmek üzere çaba sarfetti. Örgütlenmenin rasyonel biçimi, parti ve bürokrasi ile tanışmaya başladı; işçi sınıfı, sınıf analizi, strateji gibi yeni kavram ve kurumlarla beraber klasik solu mevcut gerçekliği anlamanın, açıklamanın ve bu gerçekliği yeniden inşâ etmenin rasyonel/biricik imkânı olarak Leninist pratiği önemli buldu. Batı’daki Mayıs 1968, teknolojiye, otoriteye, bürokrasiye, hiyerarşiye karşı çıkarken bilginin ve hayatın dönüştürülmesine ilk hedef olarak vurgu yaptı. Batı-dışında ise tersine, bilimin açıklama iddiasının hegemonik içeriği ile, nüfus planlaması, kalkınma, ilerleme, endüstrileşmenin imkânları ve kurumlarının hayata geçirilmesi talep edildi; partinin rasyonel siyasetlerini “Proletarya”ya yansıtmanın imkânlarını tartışma ile meşgul oldu. Bu nedenle kendi toplumlarının endüstrileşmesi ümidi ile yüklü Batı-dışı 68’in, endüstriyel değerlerin yoğun şekilde bombardıman altında tutulmasını, “Mayıs 1968”in romantik havasından kurtularak tahlil etmesi mümkün olamadı. Bundan dolayı Mayıs 1968’in Marx’ı, Batı’da “Maocu” olurken, Batı-dışındaki 68’de “Leninci”ydi.
Batı’nın endüstrileşmiş toplumsallığını “sosyalistleştirilmiş” hali ile tahayyül etmek, sözü edilen romantikliği besleyen önemli bir “zihniyet” biçimi olarak görmek mümkündür. Ne var ki, bu kabul Mayıs 1968’in hayatın diyalektiğini dönüştürmeyi neden istemiş olduğunu anlamamıza bir yandan engel olmakta; öte yandan da bedeli oldukça pahalı ödenmiş bir hareketin* yaşadığımız ülkede başından itibaren neden sadece “iktidar alanı”na indirgenmiş olmasını anlamamızı da kolaylaştırmaktadır. Batı’daki düşünüldüğünde, bizdeki 68’in içeriğinin sadece “fakirlik” ile dolu olmasının, diğer bir ifade ile rasyonel/pozitivist bir düzen ve değerler inşâ etmek üzere kullanılma isteği, onu Kemalizm ile ortak payda da biraraya getirmiş oldu. Ne de olsa Kemalizm’de iktidarı ele geçirmenin önemli unsurları mevcuttu ve toplumu değiştirme yöntemi olarak da yeteri kadar rasyonalist/pozitivistti.
Öte yandan aynı durumu bugün “İslâmcı” düşünce için de geçerli saymak mümkündür. Türkiye 68’inin, yeni bir yaşam, özgürlük ve hayat biçimine dair içinde fazla zenginlikler taşımayan hattâ barındırmayan duruşu ne kadar çaresiz olduysa; aynı rasyonel/pozitivist değerler ve kurgu/proje için çaba sarfetmek isteyen Müslümanların da aynı sürecin/çizginin ileri bir momentini hem temsil, hem de inşâya çalışmaları o nispette anlamsız durmaktadır. İslâm’ı, terk edilmek istenen bir tecrübenin kurumlarına ve kalıplarına dökerek bir hayat tarzı kurma arzusu, Mayıs 1968’in Üçüncü Dünyacı bir zihniyetle tekrarlanmakta olduğuna ilişkin imâlar taşıdığına delil sayılabilir.
VIII
Dünyanın düşünce ve kültür düzeyinde küreselleştiğinin ilk somut habercisi Mayıs 1968 oldu. Ulus-devlet sınırları içinde hâkim iktidarlarca vurgulanarak gelen farklılıkların, artık “nicel” ve form’a yönelik kaldığı; kazanılan ortak “nitelikler” içinde yeni bir evrilmenin yaşanmaya başlandığını gösterdi. Buna karşılık II. Dünya Savaşı’na kadar uzanan kendinden önceki kısa tarihi ve 1960’lardaki değişimi göz önüne alırsak, Mayıs 1968 ne üretim ilişkilerinin mahiyetini, ne dünya sisteminin politik kurallarını ne de modern devletin yapısını değiştirdi. Ama başından beri Mayıs 1968’in böyle bir amaç taşımadığını da biliyoruz.
Sosyal hayata hükmeden tek dinamiğin “ekonomik ilişkiler” olduğunu varsayan zihniyetin kendini de içine alarak onu aşmak isteyen muhtevasıyla toplumu dönüştürmeyi sadece ekonomik ilişkilerin yeni baştan tanzimi olarak değil; bunu hayat evreninin hâkim kültürel dokusu başta olmak üzere bizzat yaşamın kendisini yeni kültür kodları ve araçları ile yapmak istemesi söz konusuydu. Halbuki ona göre klasik sol bunu, sınıf mücadelesi kalıpları içine çekerek açıklamaya, anlamlandırmaya ve geleceğe dönük öngörülerde bulunmaya çalışmıştı.
Yabancılaşma söz konusu olduğu kadar, “tek boyutlu” duruma düşmüş olmayı veya ortaya çıkmaya başlayan yeni “unsurlar” olarak çevre ve feminizm sorunlarını; basitçe üretim ilişkilerine dolayısı ile kapitalizme “indirgeyerek”, hattâ kapitalizmin dönüştürülmesi neticesinde ortadan kaldırılabileceğini söylemek, Mayıs 1968 için artık açıklayıcı bir “yol” sayılamazdı. Rudi Dutschke’nin ifadesiyle şimdi; “sosyalizmin eski kavramlarını eleştirel bir bakışla askıya alma”, “sistemin bireyler üzerindeki denetiminin sorgulanması”, “bürokrasinin prangalarından toplumun kurtarılması” ve bunları gerçekleştirebilmek için “devrimci bilim”in ortaya çıkması gerekmekteydi. Hayatın kurumsal yapısı, hâkim kültürü ve dili başta olarak bünyenin bütününü muhtevada dönüştürmek üzere; Mayıs 1968’in tek tek bireylerin egzistansiyal(ist) temelde topyekûn bilincini değiştirmek arzusunu, Marksizmin temellerindeki “rasyonalist kusur”a bir itiraz olarak görmek mümkündür. Mayıs 1968’in “kapitalist toplumu” “form”dan önce, diğer bir ifade ile solun yüzyıllık mirasının içinden çıkarak sınıfsal ilişkilerin, üretim biçiminin de ötesinde ilk defa içeriği ile gündeme getirmiş olması, önemli hususiyetlerinden birini teşkil etmekteydi.
Ne var ki, Mayıs 1968’in dile getirdiği evrilme süreci, insanın kaderini kendi elinde taşıdığı veya tarihin önceden bilinebilir olduğuna dair inancın, çelişkili şekilde toplumsal bir kader ve/veya imkân olmaktan çıktığını somut hale dönüştürürken, günümüz insanı için aynı zamanda var-oluşsal bir anlam arayışı ağırlık kazanmaya başlamıştır. Sözü edilen yeni arayış bir taraftan ilk dönemin Hıristiyanlık anlayışı ile aynı mekânda temasa geçmenin imkânını hazırladı, diğer taraftan da Hıristiyanlığın reformasyon sonrasında yorumlanmış tecrübesini anlam kaybına uğratmış oldu. Böylece Uzakdoğu’nun “mistik” havası artık Batı üniversitelerinde dikkate alınır duruma geldiğinden; bu felsefelerin kendine has metafiziğinin sunduğu yeni “kavrayış biçimleri” söz konusu olmaya başlamıştır.
Öte yandan Mayıs 1968’in “gerçekçi olun, imkânsızı isteyin” sloganı, hem rasyonel tahayyülü topyekûn eleştiri konusu etmesinin bir ifadesi, hem de kendisine zenginlik katan yeni bir boyut saymak gerekir. Muhtevada taşıdığı bu boyutluluk ya da akıldan duyguya geçişin bütün kültürel uzama dağılmış hali; Mayıs 1968 sonrasında kendilerini daha somut olarak ifade etmeye çalışan “feminizm” ve “ekoloji” arasında kalmakla yetinmek istemeyen bir dönüşüm sayılır. Şu var ki, feminizm ve ekolojinin tartışma gündemine girmesi aynı zamanda Aydınlanmanın rasyonel geleneğinde çatlama yaratmıştır. Kadını “özel alan”a ait kılarak “kamusal alan”ın “akla” ve erkeğe göre tanzimiyle; bunları birbirlerinden yalıtmaya çalışarak kurumlaştıran toplumsallık anlayışı şimdi, yeni veya “dişil” bir itirazla karşı karşıya gelmekteydi. Haddizatında “ekoloji”nin tartışma gündemine gelmesi, Aydınlanmanın tabiata karşı varsaydığı “antagonist çelişkiyi” geçersiz kılmakta; bununla beraber tabiata karşı açmış olduğu “egemenlik savaşı”nı da anlamsızlaştırarak, hâkim paradigmayı ciddi şekilde çatlatmaktaydı/veya önceden oluşmuş çatlamayı kristalleştirmiş oldu.
Bununla beraber solun içeriğinde taşıdığı ve aydınlanma ile gelen özgürlükçü damar Mayıs 1968 ile beraber şüphe yok ki, kendine ait hususiyetiyle dünyanın diğer bütün kültürlerinin muhtevasına kendini az ya da çok katmış oldu. Bu özgürlükle beraber, “diğerleri” için mahiyetinde yeni unsurlar taşıyan Mayıs 1968’in Batı-dışında bu kadar çabuk ve yaygın bir alanda yankı ve katılım bulmasını, onun akıldan duyguya geçişin temsilcisi olmasında aramak gerekmektedir. Bundan dolayı bütün olaylar boyunca her düzlemde özgürlüğe çağıran “sivil” ve duyguya dayalı bir “dil” kullandığını, en azından bu dönem öncesi ve sonrasındaki şarkılarda görmek mümkündür. Sonraki zamanlarda Batı-dışı toplumlarda da gecikmeli olarak görüldüğü gibi; akıldan duyguya geçiş yeni özgürlük boyutuyla hâkim değerlere folklorik bir içerik katarak rasyonel/pozitivist modern otorite ilişkisini sabote etti; folklorik hususiyetin ulus-devlete ait bütün “kutsallıkları”* kapsadığı ve bu sebeple Mayıs 1968’in birçok hususta olduğu gibi ulus-devletle olan hesabını daha kapatmadığı açığa çıkmış oldu.
20. yüzyılın başlarında devletin insan mutluluğu karşısındaki tutumunun varsayıldığı gibi hiç de olumlu olmadığı gerçeği daha belirgin bir hal almıştı; 1945 sonrasıyla beraber bu olgu ciddi hayal kırıklıkları ile güçlendi. Mayıs 1968’in eleştiri konusu ettiği otoriter/bürokratik iktidar biçiminin ifadesi olan modern devletin iki yüzü bulunduğunu biliyoruz. Bunlardan birisi, toplumu -idari, kültürel, siyasal, ekonomik, sanatsal- her yönüyle homojenize eden baskıcı yüzüdür; diğeri de meşrûiyetini toplumda bulan ve her defasında dikkate aldığını hatırlatma ihtiyacını duyduğu demokratik yüzüdür. Mayıs 1968 ile devlet ulusal sınırlar içinde cereyan eden olaylarla beraber kendi klasik otoritesinin ilk defa zaafa düştüğüne şahit oldu. Bundan dolayı Mayıs 1968 devlete, topluma yönelik egemenlik araçlarının ve alanının yeniden tanzim edilip geliştirilmesini istemeden de olsa “hatırlatmış” ve devlet ikinci yüzünü öne çıkartarak, birinciyi yeni şartlara -teknolojik/elektronik imkânlara- uygun düşecek tarzda daha fazla güçlendirmenin bahane ve imkânını bulmuş oldu.
Öte yandan, Mayıs 1968 her şeyden önce modern toplum ve devletin karmaşık entellektüel yapısı ile karşı karşıya gelme tecrübesi olduğu kadar, toplumu değiştirmenin “tek boyutlu” bir mesele olmadığının da aynı zamanda anlaşılmasıydı. Buna karşılık örgütlenme düzeyinde ve araçlarda yetersiz kaldığını anlayan devletin, doğmakta olan yeni elektronik şartlara kendisini ne kadar çabuk uydurabileceğini görmek de mümkün olabilmiştir. Mayıs 1968 ile devlet, kendisini güçlendirir ve giderek daha sofistike hale getirirken; kendi kurumları ile beraber kültürel kurumları, onlar içindeki öğrencileri, gençleri,* nihayet de kendi dışında kalan her şeyi “yeniden değerlendirme”ye tâbi tutarak, toplum üzerindeki denetimini giderek yoğunlaştırmasına şahit olundu. Ancak devletin yeniden yapılanmasına koşut olarak bu kurumun ve onun mekanizmalarının daha iyi “çalışmasına” rağmen; Mayıs 1968’in, içinde devletin de bulunduğu “kültürel uzamı” dönüştürme kıvılcımını yakmış olması onun bu çabasını büyük nispette zaafa uğratmış ve kendine ait mevcut “hudutlar”da bir “erime” eşzamanlı olarak yaşanmaya başlanmıştır. Yaşanan sürecin elbette ki devletin vatandaşları üzerinde yansımaları da kaçınılmaz olmuştur.
Mayıs 1968 şüphe yok ki -öyle bir hedefin önceliğinde olmadığını unutmadan- devleti değiştirme gücüne ulaşamamıştır; fakat buna “gerek” kalmadan, topluma/bireye egemen yaşamı değiştirmenin alışılmışın dışında farklı bir “bakma” biçimi ile mümkün olabileceğine ilişkin bir deneyimin de başlangıcı saymak gerekmektedir. Bu hangi türden olursa olsun, topluma hâkim -kapitalist veya sosyalist- üretim ve bu üretimin öngördüğü ilişkilere ve parçalanmış bir özne durumuna düşmüş olmasına rağmen, “birey”in kendini yeniden gündeme getirmesi anlamına gelmekteydi.
IX
Günümüz insanlarının en azından bir kısmı giderek dini emir/hükümlerden çok, artık kalplerinde kendilerine sıcak gelen ve bunu hayatlarında yaşamak isteyen bir “inanç” peşinde koşmayı daha cazip bulmaktadırlar.** Ne var ki, bu “inanç” aynı insanlara yaşadıkları toplumsal evrende, -sözgelimi hayata dair; yanlış ve doğruya ilişkin- açık seçik “ayırımlarda” bulunma imkânını sunamamakta; ama buna karşılık mevcut gerçeklik ile sessiz bir çatışmayı sürekli olarak kendisi ile beraber hasıl etmektedir. Mahiyeti belirginleşmemiş söz konusu çatışma aynı zamanda birey için mevcut siyasal/sosyal düzenden kopmanın “içe dönük” ortamını ve meşrûiyetini oluşturmaktadır. Bir süreden beri tecrübe edilmekte olan bu “duygu”nun yeni kişisel kavrayışlar sağlamasını önemli bir imkân sayarak; Mayıs 1968’in dönüştürdüğü “kültürel uzam”da bunu insanların kendilerini içine kapattıkları rasyonel aklın “maddi çerçevesi”ni aşmaları olarak görmek mümkündür.
Esasen uzun bir tarihsel tecrübe ve mücadele ile beraber, rasyonel aklın maddi temelinin, diğer bir ifade ile “şeyler”in anlam dünyasının Batı’da kendini müşahhas hale getirdiği bilinmektedir. Mayıs 1968 ile “duygu”ya geçiş, söz konusu bu temel üzerinden kalkarak kendini gerçekleştirmeye çalışmıştı; ancak kendine ait/kendisi için nasıl bir “maddi” temel inşâ edeceği ve/veya edebileceği ise bugün belirsizliğini korumaktadır denebilir. Fakat sözü edilen belirsizlikten dolayı Regis Debray gibi Mayıs 1968 sonunda, “sözler karşısında şeylerin baskın çıktığını” söylemek de oldukça zor görünmektedir!..
X
Söz kendi yerini “şeyler”e terk ederken her zaman yaptığı gibi onları oyuna getirir; şeylerin konumlandıkları yerlerini aynı zamanda değiştirmiş olur. “Şeyler”in ait olduğu anlam dünyası “söz”de saklı olduğundan, şeyler değişen yer(lerin)in sözün içeriğindeki anlam dünyasına bağımlı olduğunu ise “nedense” hep unutur!..*
Mayıs 1968 sözün dilini kullandı ve söz... Birikim, Mayıs 1968: Neydi Ne Kaldı?, sayı 109, Mayıs 1998.
Toplum ve Bilim, Mayıs 1968, Bahar 1988.
Cogito, Mayıs 1968, sayı 14/1998.
Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, cilt 5, İletişim Yay., 1988
I. Wallerstein vd., Sistem Karşıtı Hareketler, Metis, 1995.
A. Heller, F. Feher, Post Modern Politik Durum, Öteki Yay., 1988.
T. Roszak, Bilincin Evrimi, İnsan Yay., 1995.
T. Roszak, The Making of A. Counter - Culture, N.Y., 1960.
Z. Brzezinski, Between Two Ages, Penquia, 1978.
A. Gouldner, The Dialectic of Ideology and Technology, Oxford Unv. Press, 1976.
(*) Burada “ideolojilerin sonunun geldiğini” ilan eden “ideoloji”nin tuzağına düşmeden; bu, yeni bir ideolojinin var olamayacağı; ya da var olan ideolojilerin restorasyonunun mümkün olamayacağı anlamına gelmemektedir.
(*) Mayıs 1968 boyunca Fransa’da sadece bir kişinin öldüğü hatırlanırsa; bunun gerçekten pahalı bir bedel olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.
(*) Sözü edilen kutsallıkların tüketimini; 1981’deki “yüzyıl” kutlamaları ile başlayan; stadyumlardaki sloganlarda devam eden; arabalardaki “çıkartma”larla aksesuar haline dönüşen sembollerde yaşayarak gördük.
(*) Gençlerin “potansiyel suçlu” kategorisi içinde algılanmasının giderek bir “geleneğe” dönüştüğü artık bilinmektedir.
(**) Bunun daha “görünür” bir şekilde Kraliçe Diana’nın cenaze merasiminde yaşandığına şahit olduk.
(*) “Söz” ile “şey” arasındaki ilişkiyi burada, klasik materyalizm ve idealizm “dikotomisi” içinde algılamamak gerektiğini hatırlatmak istiyorum.