Birikim’in 1995 genel seçimlerinin değerlendirildiği 81. sayısında (Ocak 1996), Ümit Cizre Sakallıoğlu “Alacakaranlık Kuşağı Seçimleri” yakıştırmasını yapmıştı. 18 Nisan seçimleri için, zifirî karanlıktan söz etmek gerekecek - “Alacakaranlık Kuşağı”, “Elm Sokağı” gibi, korku ve dehşet hislerimizle oynayan dizilere yapılacak atıflar da artık hafif kalacaktır. Seçimin başka bütün sonuçları ve gösterdikleri bir yana, MHP’nin gerçekten “tarihî” bir seçim galibiyetine erişmiş olması, öyle veya böyle “sol” bir dünya görüşüne sahip olan herkesi, her şeyden öte “şahsî” düzeyde algılanan bir yenilgi duygusuna boğdu. Kemal Can’la birlikte Devlet Ocak Dergâh’ı[1] yazdığımızdan beri vurgulamaya çalıştığımız, MHP’yi -şabloncu yaklaşımlara kısılmaktan ötürü- “bilmeme” zaafının, sol muhitlerdeki şaşkınlığı ve çaresizlik duygusunu derinleştirdiğini düşünüyorum. MHP’nin bu düzeyde bir oy oranına ulaşması, aşağıda da değinilecek, kendilerince bile beklenmiyordu ama bu sonuç kesinlikle “açıklanamaz”, “gizli” sebeplere bağlı değildir; MHP’nin ve ülkücü hareketin -bütün faşist hareketler gibi- bir yarı-resmî “gayrınizamî iç harp örgütlenmesinden” ibaret olmadığı, bir toplumsal tabana ve dinamiğe dayandığı, artık anlaşılmış olmalıdır.
İyimserlik telkin etmek için değil -buna sebep yok-, MHP’nin bu güce erişmesinin sonuçlarını küçümsemek için de değil -buna hiç sebep yok-, rasyonel ve soğukkanlı bir analizin gereği olarak şunu vurgulamalıyız: MHP’nin bu “rakam”ı tutturması, Türkiye’de politikanın ve rejimin 12 Eylül’de reorganize edilen ve 1991 sonrasında tedrîcen restorasyondan geçen yapısını, karakterini kökten değiştirecek sonuçlar doğuracak değildir. Faşizmin üç düzlemini ayırdetmek gerekir: rejim/devlet biçimi düzlemi, örgütlü faşist hareket düzlemi, sıradan/gündelik faşizm (veya “kök-faşizm”[2])... Türkiye’de devlet rejimi, ‘total’ anlamda faşist olarak tanımlanamaz -2. Dünya Savaşı sonrasında ‘total’ anlamda faşizmin tarihsel devrini tamamladığını düşünüyorum; hele ’90’ların dünyası, son derece eklektik ve “esnek” olan post-faşizmin devridir-, ancak güçlü faşist rejim unsurlarını barındırır (olağanüstü hukukun ve “istisna”nın olağanlığı, millî eğitim ideolojisi...[3]). Örgütlü faşist hareket ise -tıpkı neo-faşizmin evrensel gelişmesi gibi- , büsbütün müstakil bir hareket olarak düşünülmemelidir; ideolojik açıdan resmî ideolojiyle ve vasatî milliyetçi-muhafazakâr ideolojiyle ‘haddinden fazla’ eklemlenmiştir, söylemsel ve ideolojik özgüllüğü sınırlıdır, görelidir; buna bağlı olarak, örgütsel açıdan da klientelist ilişkilere yine ‘haddinden fazla’ gömülüdür. Sıradan faşizmin gündelik hayatta, dilde anlık, kendiliğinden -bazen de gayet “şenlikli” biçimde- uç veren görünümleri ise Türkiye’de hayli yaygındır, MHP’yle kâim değildir. Neticede, politik açıdan böylesine semirmiş bir MHP olmadan da, Türkiye’de faşizmin ögeleri kuvvetliydi, kuvvetlidir. Kuşkusuz şimdi, sadece nicel düzeyde kalmayan bir değişim mümkündür: sözünü ettiğimiz üç düzlemin senkronizasyonu ve yoğunlaşarak eklemlenmesi, elbette ciddi sonuçları olacak, korkulacak bir gelişmedir. Fakat, daha az korkutucu sayılmamak kaydıyla, bu süreçte darbe benzeri bir kopuştan ziyade bir sürekliliğin, ‘ele geçirme’den ziyade ‘sirayet etme’ kipliğinin damgası olduğunu görmeliyiz. Böyle görmek ne değiştirir? Galiba en önemlisi ruh halini değiştirmesi gerekir; meselenin, uzun menzilli ve sabırlı bir uğraşı gerektiren çok cepheli bir mesele olduğunu bilerek davranmayı gerektirir. Bunu söylemek sanırım şu bakımdan da gerekli: 1995 sonrasında sahici bir şeriat icraatı bekleyen “Çağdaş Yaşamcı” tepki ve ürkünün tavsaması gibi, ‘topyekûn faşizm’ hakkındaki tahayyüllerden türeyen dehşet sahnelerinin gerçekleşmemesi halinde şimdi yaşanan kaygı ve alarm halinin tavsaması pek muhtemeldir. Oysa, gerçekleşecek ‘kötü’ şeyler pekâlâ tahayyül edilen korkunçlukların altında kalabilir; ve bunun da -‘sakın ola ki’- herhangi bir rahatlamaya yol açmaması gerekir!
Bu girişten sonra, şimdi, MHP’nin bu oy kuvvetine nasıl eriştiği, kuvvetini nasıl kullanacağı üstünde duralım - biraz da MHP’nin yükselişiyle ilgili yaygın değerlendirmelerdeki aymazlıklar üzerinde...
MHP’NİN YÜKSELİŞİNİN SEBEPLERİ VE MUHTEMEL SONUÇLARI[4]
MHP’lilerin en hayalcileri, 18 Nisan seçimlerinden % 14 civarında bir oy oranı ve 40-50 milletvekili çıkartmayı bekliyorlardı. % 18 oy ve yaklaşık 130 kişilik bir Meclis grubu, MHP yöneticilerini de şaşırttı. “Aşırı ılımlı”, uyumlu demeçler vermelerinde bu şaşkınlığın ve duruma uyum sağlamakta çektikleri güçlüğün de payı var. MHP yönetimi şimdi, bir yandan rejim, ordu, sermaye, medya vb. nezdinde ılımlı, hoşgörülü, uzlaşmacı, velhâsıl “birlikte çalışılabilir” bir “normal” parti resmi çizme; bir yandan da, özellikle gençlik ve taşra tabanının “azgınlığını”, onların “neşesini” de kaçırmadan kontrol altına alma ödeviyle karşı karşıya. (“Merkez”in kontrol etmekte güçlük çekeceği taban unsurları arasında, seçileceği öngörülen 40-50 kişinin dışında hesapta olmadan seçilen ve teşkilâtın bağrından gelen bazı milletvekilleri de var.) Elde ettikleri güçle, kendilerinden saymadıklarına tahammül etme külfetinden kurtulduğunu düşünen ülkücülerin doğal güdüsünün, bulundukları her yerde “sevmeyenleri” “terk etmeye” zorlamak olacağını kestirmek zor değil. MHP yönetimi, bu “güdü”yü tatmin edecek veya hiç değilse telâfi sağlayacak güç alanları (kadrolar, nüfuz bölgeleri, para kaynakları...) isteyecek şimdi - önce, “aşırı ılımlı” bir nezaketle, olmazsa “bizim tabanımız çok dinamiktir, tutamıyoruz” diye tehditkâr bir çaresizlik edasıyla...
MHP’nin ikinci parti olması herkes için sürpriz oldu ama, barajı rahat rahat geçecekleri biliniyor olmalıydı. Zira MHP, aslında 1995 genel seçimleri arefesinde % 10-12’lik bir oy potansiyeline sahipti. O genel seçimlerde bir “kaza”; Türkeş’in tepeden inme aday belirleme politikası ve şehirli “ılımlı” seçmene güven vermeye dönük “liberal-merkezci” ve “laik” çizgiyi fazla vurgulaması, özellikle Orta ve Doğu Anadolu’daki geleneksel milliyetçi-muhafazakâr MHP kadrolarını ve tabanını küstürdü, bu da DYP’ye ve özellikle RP’ye doğru bir “oy kaçgunu”na yol açtı. MHP’nin bânisi olduğu gibi 1990’lardaki dirilişinin de mimarı olan Türkeş, “Yeni Çizgi”siyle Batı’da ve Akdeniz kuşağında yeni bir seçmen potansiyeline erişerek oylarını ikiye-üçe katlamış, buna karşılık MHP, Orta ve Doğu Anadolu’daki geleneksel oy depolarında gerilemeye veya duraklamaya uğramıştı.[5] 18 Nisan sürprizinin sırrı, bu kez senkronizasyonun sağlanabilmesinde yatıyor.
Türkeş’in ölümünden sonra kentli/modern/laik (veya (“liberal-ülkücü”) “yeni çizgi”yi iyice kalınlaştırmaya oynayan Oğul Türkeş’e karşı Devlet Bahçeli ve ekibinin yönetime gelmesi, MHP’de bir “öze dönüş” havası yarattı. Devlet Bahçeli yönetimi, 1996-99 döneminde bütün gayretini içe dönük çalışmaya verdi, tabanın “gönlünü aldı” ve örgütü konsolide etti. 1995 koşullarında barajı geçmeye yetecek olan yaklaşık % 10-12’lik bir potansiyeli sağlama almak, MHP’nin temel taktik hedefiydi ve bunda başarılı oldu. Hızla meşrûlaştıkları, popülerleştikleri 1991-sonrası dönemde ortaokul ve liselerde büyük bir etki kurmuşlardı, şimdi o kuşakların seçmen yaşına gelmesi de bu potansiyeli sağlamlaştırdı. (Kamuoyu yoklamaları, seçimde ilk kez oy kullanan seçmenlerin % 30 ilâ 40’ının MHP’ye oy verdiğini ortaya koyuyor.)
Unutmamalı ki içe dönük çalışmaya, konsolidasyona ağırlık vermek, MHP-içi politikanın da bir gereğiydi. Zira “Başbuğ”-sonrasında, olaylı kongrelerin ardından, Bahçeli yönetimi öncelikle kendi konumunu güvencelemek için “teşkilatın içi”ni halletmek zorundaydı. 1990’larda büyüyen yapıda, devlet içindeki bağlantılarını, para kaynaklarını veya “kitle”sini güce tahvil eden ve bir hayli özerkleşen birçok “reis” türemişti ve MHP yönetimi, bu reislerin biat etmesini veya hiç değilse koordinasyonunu sağlamak için epey çaba sarfetti. MHP yöneticilerinin yemin-billah güvence verdikleri “teşkilattan mafyayı temizleme”, “Ülkücü Ocakları’nı disiplin altına alma” işinin veya pek medenî bir faaliyet olarak takdim ettikleri “parti okulu”nun ardında, reislere merkezin otoritesini kabul ettirmeye dönük bir iç güç mücadelesi vardır. Devlet Bahçeli, kurulan yeni hiyerarşide başlangıçta “eşitler arasında birinci” mevkiindeydi - seçim muzafferiyetinden sonra iç iktidarını tabiî ki sağlamlaştırmış oluyor. Ancak Bahçeli “genel başkan” etiketini tek ve esas “Başbuğ”luk pâyesine dönüştürmeye yönelecek gibi görünmüyor - sadece ‘naturası’ veya müktesebatı değil, -tekrarlayalım- üzerinde durduğu örgüt yapısı ve güç ilişkileri buna elvermediği için.
MHP’nin 1996-99 döneminde tamamen içe kapanmasının getireceği zaaf, kendini doğal tabanı dışındakilere anlatamamak olabilirdi. Nitekim yıllardır olduğu gibi bu seçim kampanyasında da MHP’nin herhangi bir somut politik meseleyle ilgili somut bir “projesi” yoktu. (Bu imajı vermek için yayımlanan envâi çeşit konudaki kitapçık, sadece “doktriner” bir parti olmanın icabını yerine getirmek içindi.) Ancak -en geç 28 Şubat’tan beri- Türkiye’de politikanın iflas etmiş ve yerini “idare teknikleri”ne bırakmış olması, MHP’nin bu zaafını bir zaaf olmaktan çıkardı. MHP, öncesinde olduğu gibi, 18 Nisan seçimlerinde de somut politik önerilerle, tercihlerle değil, sadece “kimlik politikasıyla”, insanların “Türklüğüne” hitap ederek sahne aldı - ötesini-berisini düşünmeyen, insanlara da “ötesini boşverin” diyen, cinnet derecesinde bir “milliyetçilik”le... Ama zaten 18 Nisan seçimlerine giden süreçte kim memleketin temel politik meselelerini (Susurluk skandalını, “hukuk devleti”nin bir palavraya dönüşmesini, gelir eşitsizliğinin ülkeyi birkaç ayrı ülkeye bölmesini, devlet laikliğini... ve tabiî Kürt meselesini) tartıştı, bunlarla ilgili somut hedefler önerdi ki? Bütün partiler bir kimliğe ve imaja oy istiyordu. Bütün iştirakçilerin somut politik söz ve tavır yerine imaj ve kimlik sergilediği vasatta, MHP’nin 1996-99 dönemindeki suskunluğu, bir “yıpranmamışlık”, hattâ kendilerinin muhteşem bir pişkinlikle telâffuz edebildikleri gibi “kirlenmemişlik, dürüstlük” yanılsaması olarak iş görebildi.
28 Şubat sürecinin politikayı fiilen tatil edişinin MHP’yi güçlendirmesi üstüne ne kadar durulsa azdır - artık ezberlediğimiz “şehit cenazeleri”, “PKK faktörü”, “Apo’nun yakalanması” faktörlerinin oturduğu çerçeve budur çünkü. 28 Şubat’ın seçim aritmetiğine yansıyan sonucu, Kemal Can’ın saptadığı gibi, RP/FP seçmenini Çiller’in kopartmış, MHP’nin toparlamış olmasıdır. Başörtüsü vb. dindarları “mağduriyet” hissine sokan meselelerde RP/FP’nin geri adım atarak sinmesiyle ortada kalan bir yüzergezer milliyetçi-muhafazakâr seçmen kitlesi, bir süre DYP’nin/Çiller’in bu konulardaki cengâverce çıkışlarından etkilendi. Ancak Çiller bu potansiyeli sürekli markaj altında tutacak bir söyleme ve örgütsel yeteneğe sahip değildi. Ayrıca merkez sağdan beklenen pragmatist, işbitirici ve mutedil performanstan uzaklaştı. Bu kitlenin, dindarlığın öncelikle devlet otoritesine ve “millî değerlere” can verecek bir güç kaynağı olarak tanınması anlamında hedeflediği “devlet-millet barışması” için, MHP çok daha uygun göründü. MHP’nin 1994 yerel seçimlerinden beri RP’ye kaptırdığı Orta ve Doğu Anadolu’yu geri almasını sağlayan bu “genel” milliyetçi-muhafazakâr kitle, “oy patlaması”nın anahtarıydı. Türkeş döneminde göze batıcı bir medyatiklik ve “şirin görünme” gayretkeşliğiyle yürütülen “yeni çizgi”nin, 1996’dan sonra, yerleşik kadroları ‘huylandıran’ farfarasından arındırılarak konsolide edilmesi de MHP’nin Batı’daki ivmesini yitirmemesini sağladı ve bu kısmın başında bahsettiğimiz o stratejik senkronizasyon meydana geldi.
Orta ve Doğu Anadolu’da şimdi MHP’yle ‘reaksiyona giren’ milliyetçi-muhafazakâr tepki oyunun, Ahmet Küskün’ün Birikim’in bu sayısındaki yazısında işaret edildiği gibi, sosyal-sınıfsal bir motivasyonu da olduğunu gözden uzak tutmamak gerek. Burada, ’70’lerde MHP-MSP arasındaki meddüceziri belirleyen örüntünün sürdüğünü görebiliriz. ’70’lerde Orta-Doğu Anadolu’nun gelişmeye çalışan orta ölçekli müteşebbisleri MSP’yi, proleterleşme sürecindeki eski orta sınıflar MHP’yi besliyordu. 1977 seçimlerinde, politik kutuplaşmanın etkileri yanında, girilen iktisadî tıkanma konjonktüründe yeni “Anadolu sermayesi”nin gelişme perspektifinden umut kesen bir orta ve üst-orta sınıf seçmen kitlesi, MSP’den MHP’ye kaymıştı. Benzer bir süreci bugün gözleyebiliyoruz. RP/FP, “Anadolu kaplanları” lâkabıyla anılan ve bugün daha güçlü bir sermaye grubu oluşturmaya yönelen bir burjuvaziye ve onun iktisadî himayesi altındaki kesimlerin sözcülüğünü yapıyor; MHP ise Orta-Doğu Anadolu’nun, globalleşen pazar ilişkilerinin kıyısına itilen geri bölgelerinin ve bu sürece tutunamayan alt-orta sınıflarına, emekçi, işsiz, lumpenproleter ve ‘deklase’ kesimlerinin... Görülüyor ki, RP’nin politik yenilgisi, “Anadolu kaplanları”na atfedilen umudu da bulutlandırdı ve -“kent yoksulları” değil!- “Anadolu/taşra yoksulları”nın bir haylisi, MHP’ye yöneldi. MHP, DYP’nin hevesle sahip çıktığı “KOBİ”lerden bir destek bulmakla birlikte, esas olarak “Anadolu/taşra yoksulları”nın tepkisini, öfkesini yansıtıyor. Milliyetçi tepkiye, öfkeye transfer ederek yapıyor bunu. Adresi “PKK”, “bölücüler”, “vatan hainleri” olarak kodlanan bu tepkinin nesneleri; “Anadolu”yu dışlayan, kendilerine kayıtsız kalan “merkez”dir, “yüksek burjuvazi”dir, riyakârca “insan hakları”ndan dem vururken şehitlerin ve garibanların çektiği sıkıntıya bigâne kalan “Batıcı/züppe aydınlar”dır, İstanbul’un Sodomvâri imajıdır, bu imajı çoğaltışıyla imrenmeyle karışık bir ahlâkçı tepkiyi besleyen medyadır - kısacası, aynı terminolojiyi kullanmasa da, devletçi-Kemalist faşizan otoriteryanizminin ideal tertibi: “enteller-liboşlar-şeriatçılar-Kürtçüler”...
MHP’nin Batı’da ve esas itibarıyla Akdeniz’de ehemmiyet kazanan yeni potansiyeli ise, Kürt göçüyle ve kentlerde Kürt adacıklarının varlığıyla doğrudan ilgili görünüyor. Bu coğrafyada MHP’nin söyleminin -Akdeniz şeridinde, kendi tahsilli orta sınıflarını yetiştiren ve kentlileşen Türkmen topluluklarının ‘görünürlük kazanmasıyla’ da ilintili olarak- etnisist anlamda bilhassa ırkçı bir renge büründüğünü; öte yandan, Kürt göçmenleri “kültürel gerilikleri” nedeniyle de aşağılayan bir kültürel ve sınıfsal yeni-ırkçılık damarıyla buluştuğunu söyleyebiliriz.
MHP’nin yükselişini “şehit cenazeleri”nin estirdiği “milliyetçilik rüzgârı”yla açıklayan siyasal mühendislik (ya da meteorologluk) formülleri yine revaçta. Kuşkusuz bir yandan gerçekliği olan süreçlere dikkat çeken, ama yanıltıcı kalıp-sözler bunlar... Öncelikle, “milliyetçilik rüzgârı”nın PKK çıktığı için esmediğini, Türkiye’nin milliyetçilik açısından kuruluşundan beri bir “fırtına vadisi” olduğunu unutmayalım. “Cumhuriyet ideolojisi”nin sürekli tehdit algısı ve teyakkuz motifleriyle işlenen kronik milliyetçi endoktrinasyonuna ilâveten, 1980’lerde ve ’90’larda -özellikle ’80’ler/’90’lar dönümünde- Türkiye’de milliyetçilik söylemleri çeşitlenmiş, çoğalmıştı ve tam anlamıyla bir ideolojik hegemonya kurmuştu zaten.[6] Milliyetçilik “trend”i, “şeriatçılık”/“irtica” trendinin yerini alan bir rüzgâr yönü değişikliği değildir; milliyetçilik, “şeriatçılık”/“irtica” denen süreci de etkisi altına alan ve onun faşizan yönünü oluşturan ana akımdı zaten. İslâmcılık milliyetçi-muhafazakâr ‘konsept’in içinde yer alırken de milliyetçi belirlenim altındaydı, 80’lerden sonra çizmeye çalıştığı müstakil bir politik hattı tutturamadıkça da öyle kaldı.[7]
“Şehit cenazeleri”nin, “PKK faktörü”nün vs. milliyetçiliğe yol açmasının, suyun 100 derecede kaynaması doğallığında bir hadise olarak tasvir edilmesi, milliyetçiliğin nasıl içimize işlediğini gösteriyor. Yıllardır memleketin dört bir yanında gencecik ölen insanların cenazelerinin kaldırılıyor olması, onbinlerce ailenin evlât kaybı acısıyla yaşıyor olması, insanları “yaradılış” gereği, sevk-i tabiî ile milliyetçileştiren bir doğal âfet midir ki? (Nitekim bazı CHP’liler, bu “rüzgâr”dan, heba edilmiş, “kaptırılmış” bir doğal kaynak olarak söz ediyorlar. Deniz Baykal da bundan dört sene kadar önce, partililere, şehit cenazelerine CHP bayraklarıyla katılma talimatı verdiğini söylememiş miydi?) “Şehit cenazesi”nin, bundan muazzep olan insanları muhtelif tepkilere yöneltmesi ihtimal dahilindedir: çocuklarının ölümüne sebebiyet veren “karşı taraf”a kızabilirler, devlete kızabilirler (askere aldığı gençlerin ölüm riskini azaltabilecek önlemlerin ihmal edildiğini düşündükleri için, meseleyi politik yoldan çözmediği için ya da meseleyi askerî yoldan bir “nihâî çözüm”e kavuşturmadığı için, değişik biçimlerde kızabilirler), ölenlerin hep yoksul ve tahsilsiz taşralılar olmasından dolayı memleketteki eşitsizliğe ve adaletsizliğe tepki gösterebilirler, naif bir biçimde savaş olgusunun kendisine kızabilirler, kadere lânet edebilirler, vb., vb. ... Milliyetçi bir hınçla bilenmek, mümkün ve muhtemel tepkilerden biridir. Gerek mağdur ve muazzep olanların acıyla başetmeleri açısından ve başkalarının da mağduriyete, kayba uğramalarını önlemek açısından, gerekse ahlâkî açıdan en “doğru” tepki biçimi olduğu da çok tartışma götürür.
Velhâsıl, milliyetçiliğin iradî bir olay, bir politika, bir ideoloji olduğunu unutmayalım - unutturulmasını geçiştirmeyelim. Türkiye’de geniş kitlelerin gitgide milliyetçileştiği ve “şehit cenazeleri”nin bu milliyetçileşme sürecinde bir etken olarak işlev gördüğü bir vakıadır; fakat milliyetçi zihniyet ve davranış kalıplarının, milliyetçi ideolojinin, milliyetçi politikaların, milliyetçi kampanyaların meydana getirdiği bir vakıadır bu, kendiliğinden gerçekleşen bir şey değil. Türkiye’deki millî eğitimi, resmî ideolojiyi, özellikle son yıllarda medyanın teşvik ettiği gündelik/popüler milliyetçiliğin etkisini hesaba katmadan “şehit cenazeleri MHP’yi yükseltti” teranesini okumak, ancak tahsille (kuşkusuz millî bir eğitim altında) mümkün olabilecek bir cehalet örneğidir!
Bir de “şeriatçılık” ve “irtica”nın gündemden çıkmasına sevinen “laik cumhuriyetçiler” var. “Dinî değerlerin istismarı”nın sona ermesinden memnunlar - “millî değerlerin” istismarından (şehitlerin ve ailelerinin politik gösteri nesnesi yapılarak ziyadesiyle istismar edildiğini düşünmüyor olmalılar) o kadar rahatsızlık duymuyorlar. Hattâ -başta birçok Kemalist-, MHP’nin, “manevî değerlere” bağlı olması hasebiyle “irtica”ya karşı daha etkili -mesela Yaşar Nuri Öztürk’ten ya da Ecevit’i düşünürsek Fethullah Gülen’den bile etkili!- bir panzehir olabileceğini umuyorlar. Bu doğrultuda MHP’ye öğütler veriyor, onun devlet merasim salonuna kabul edilmek için FP’den illâ uzak durması gerektiğini telkin ediyorlar - galiba o salondaki protokol de şimdilerde bunun üzerinde duruyor. MHP’nin irtica meselesiyle ilgili tutum dışında başka birtakım özellikleri de olduğunu hatırlayanlar ise, iç rahatlatıcı güvenceler vermekle meşgûl. Yüksek medya organları, bıyıksız, düzgün konuşan, “Ocak”larında internet bulunduran MHP’lilere bakarak, MHP’nin “eskisi gibi” olmadığına seviniyorlar. MHP’nin -İP’in seçim propagandistlerine yönelik öğütleriyle kuvvetli benzerlikler taşıyan- Beşerî Münasebetler kitapçığının tos vurarak selâmlaşmayı -herhalde zarurî haller dışında!- men eden, kılık-kıyafet hükümleri içeren içeriği, bir medenîleşme arzusunun nişânesi sayılarak “hoş” bulunuyor. (Kılık-kıyafete, hal ve davranışa her sahada nizam vermeye çalışan bir rejimde, sıradanlaşmış/gündelikleşmiş faşizm alışkanlıklarıyla, bu “medenîleştirme” biçimi niçin yadırgansın ki?)
Bu nokta, “eski MHP”- “yeni MHP” mevzuu, sol açısından da üstünde durulması gereken bir noktadır. Türkiye’de Kahramanmaraş olaylarını, 7 TİP’li gencin öldürülmesini ve “eski MHP” sicilindeki nice olayı bilmeyen kaç kuşak yetiştiğini unutmamak lâzım. Fakat “eski MHP”yi bilmek şart mıdır? “Yeni MHP”nin nesi eksik? Dışarıdan getirttikleri fedailerle üniversitelerde satırlı saldırılar gerçekleştirenler; Abdullah Öcalan’ın sığındığı İtalya’ya karşı resmî teşvikle yürütülen “millî infial” kampanyasında insanları linç edenler; “ya sev ya terket” sloganını akıl edenler; Susurluk “kahramanları”nı destanlaştıranlar kimler? Bunlara bile gerek yok - herhangi bir MHP gösterisine bakınca, “hoşgörü” ve “toplumsal barış” mı görürsünüz? MHP’yi “deşifre etmek” için rivayet kipinde konuşmanın, gereksiz olmanın yanında, pratik ya da taktik açıdan da yersiz olduğunu düşünüyorum; bugünün aklı baliğ olmuş insanlarına, tarih anlatmadan, faşizm kuramlarından alıntılara, itirafnamelere ve dehşetengiz perde arkası olaylarına başvurmadan MHP’nin ne olduğunu izah edemeyen bir “anti-faşist ideolojik mücadele”, solcular arası bir hizmet-içi eğitim bahsi olmaktan başka işe yaramıyor.
MHP yönetiminin sahiden ‘normal’ bir parti olarak kabul görmek, politik aygıta ‘entegre olmak’ istediğine ve bunun için verebileceği her türlü tavizi vermeye hazır olduğuna kuşku yok - ancak bu ‘ehlileşme’ isteği ile, ehlileştirilecek olanın ‘karakteri’ ve istekleri arasında ciddi bir uyuşmazlık var. (Ayrıca, ehlileşmenin/yumuşamanın da sınırları var tabiî: “Ya sev ya terket”in ehlileştirilmişi, “ya sev ya da şu kenarda dur, gözüme görünme”den ilerisi olabilir mi?) Bütün faşist hareketlerin yaşadığı gerilimdir bu: sistem nezdinde kabul görmek için kontrolü altında tutması gereken tabanın saldırganlığını, kör reaksiyonunu gemleme meselesi. Bu gerilim, “taban”ın maddî talepleriyle klientalist politik sisteme de yansıyacak ve bir bakıma entegre olarak yumuşarken, bir yanıyla da tatmin-talep dengesine bağlı olarak yükselebilecek. Bütün memleketle birlikte MHP’nin kendisi de şimdi bu yüksek gerilim sahasına giriyor.
...VE DİĞERLERİ
Seçimin aslî sonucu MHP’dir; seçimin başka gösterdikleriyle ve esasen yine sağla ilgili bazı tartışma notları düşmekle yetineceğim.
• Monoblok bir varlık, bir “kişi” gibi düşünülen “seçmen”e atfedilen bilgeliklerden belli başlı birisi de, “seçmenin Türkiye’nin bölünmesine izin vermeyeceğini” söylemiş olmasıdır! (Örneğin Oktay Ekşi, Hürriyet, 20 Nisan) Oysa -Umur Talu gibi daha az sayıdaki başka bazı gazete yazarlarının dikkat çektiği üzere- o “seçmen” memleketi kalın çizgilerle bölmüş bulunuyor. Üçü de büyük ölçüde mütecanis, bir HADEP coğrafyası, bir MHP coğrafyası ve bir DSP coğrafyası var. Bu üç coğrafyayı, Kürt milliyetçiliğinin, ırkçı Türk milliyetçiliğinin (ve/veya Orta-Doğu Anadolu FP’siyle beraber muhafazakâr Türk milliyetçiliğinin) ve görece ılımlı Türk ulusalcılığının renklerine boyamak mümkündür. Başka bir görüş açısından bu üç coğrafya, özel ve ‘sıkı’ bir rejimle idare edilen bir bölge, iktisaden “kenar”a itilmiş ve kültürel olarak taşralaşmış bir çöküntü bölgesi ve yüzü Batı’ya dönük modern bir refah bölgesi olmak üzere ayrışmıştır. Elbette geçişleri, ara-bölgeleri hesaba katmıyor, kabalaştırıyoruz; lâkin Türkiye’nin resmî birlik-bütünlük ve sınır-toprak saplantılarının hafsalasının almayacağı bir ayrışma içinde olduğu görülmelidir. Bu ayrışmayı aşmanın, sözkonusu saplantılarla değil, toplumsal dayanışma ve “beraber yaşama” perspektifi açısından ihmal edilmeyecek önemde olduğunu düşünüyorum.
• Yine Ahmet Küskün’ün belirttiği gibi, “merkez sağ” ve “merkez sağın çökmesi” terimleri artık anlamsızlaşıyor. Merkez, Yeni Sağ çağında -bütün dünyada- oynaklaşmıştır ve liberalizmle muhafazakârlığın hiçbir zaman olmadığı kadar esnek ve pragmatik bir bileşimine dayanır. Buna bağlı olarak, “radikal sağ” etmenleri “merkez”e boca eder... Dolayısıyla, radikal sağ-merkez sağ ayrımları silikleşmektedir; “radikal sağ”ı hem ehlileştiren ama hem de meşrûlaştıran ve merkezleştiren bir süreçtir bu. Devlet Bahçeli’nin “siyasî yelpaze” ile ilgili soruları “MHP merkezin tam odağındadır” diye cevaplaması bu bakımdan ‘mugalâta’ değil, gayet gerçekçidir. Türkiye’de bu sürecin mantıkî uç noktasına vardığını görüyoruz - Türkiye’nin ‘kendine mahsusluğu’ ile evrenselliğinin mükemmel bir buluşması...[8] Garip ama, siyasî yelpazenin ‘klasik’ düzeninin hüküm sürdüğü altın çağlarda, uçların ideoloji ifrazatını işlemden geçirerek idare eden eski tip merkez sağ partiler; hayatta kalmayı sürdüreceklerse, bugün yeni-merkez olma iddiasındaki uçlara nüfuz etmelerini sağlayacak bir özgün ideolojik -ve/veya imajiner- imalatta bulunmak zorundalar. ANAP ve DYP’den söz ediyorsak, şimdiki halde bu yeteneğe sahip görünmüyorlar. Türkiye’de Yeni Sağ’ın ana bayii olmuş olan ANAP, şimdi, eski tip merkez sağcılığın ideolojik renksizliğini ifrata vardırmış durumda; Çiller DYP’si ise, uçlara nüfuz etmesini sağlayacak ideolojik ve imajiner üretimin fazla acemi bir karikatüründen ibaret kaldığı için maya tutturamıyor. Bu durumda Türkiye’de merkez-sağ, münhal tutulamayacak bir rejim kurumu olarak, belki bir süre belirli bir partiyle değil de “dışarıdan destekle”, medyayla, belirli figürlerle yaşatılacak. Bu süreçte, stabil bir merkez-sağ aygıta dönüşmesi zor görünen MHP de merkez-sağcılık “iş”ini bir süre taşeron usulüyle yürütmek durumunda kalabilecektir.
• FP, Ahmet Küskün’ün belirttiği gibi “merkez-sağcılaşma” sürecini tamamlamak zorunda mı, zaruret gereği ya da seçerek bu rotayı mı zorlayacak? Bazı kanatlarının ve akıldânelerinin -ve apayrı bir kategori olarak İ. Melih Gökçek’in- azmettirdiği gibi, milliyetçi-muhafazakâr reaksiyonerlik dozunu artırarak MHP’ye ‘yetişmeye’ mi çalışacak? Yoksa, “kent yoksulları”yla, taşra muhafazakârlığıyla, devletlû siyaset erkânıyla, radikal İslâmcılıktan müdevver kentli “profesyoneller”le olan ve artık galiba esas olarak yorgunluk üreten ülfetlerinden edindiği tecrübeyi süzgeçten geçirip, “yine - yeniden” bir muhalif “üçüncü yol” arayışına çıkmaya takati olacak mı? Veya, galip ihtimalle, bu -yahut başka- seçenekleri tartmaya, tartışmaya girişemeden bahtının rüzgârına mı teslim olacak?
[1] Devlet Ocak Dergâh, İletişim, İstanbul 1999 (4. baskı), s. 43-51. Aşağıda da daha evvel Türkiye’de MHP ve sağ üzerine yazdığım (veya Kemal Can’la beraber yazdığımız) yazıları hatırlatıyorum. Sevimsiz görünebilir ama seçim sonrasında kısa sürede yazılmış bu yazının aksaklıklarını, boşluklarını kapatmak açısından yararı olabileceğini düşündüğüm için bu atıfları yapma gereği duydum.
[2] Bu konuda bkz. Tanıl Bora: “Sıradan faşizm: Yurttan sesler”, Birikim 78 (Ekim 1995), s. 78-86.
[3] “Hukuk devletimiz” konusunda bkz. Mithat Sancar: “Yasallık ile meşrûluk geriliminde hukuk devleti”, Birikim 11 (Aralık
[1998]), s. 36-44. Millî iletişim ideolojisine ilişkin mükemmel bir çalışma: İsmail Kaplan, Türkiye’de Millî Eğitim İdeolojisi, İletişim, İstanbul 1999.
[4] Yazının bu başlık altındaki kısmının bir versiyonu, Radikal İki’nin 25 Nisan günkü sayısında yayımlanmıştır.
[5] Bu konuya Birikim’in başta söz ettiğimiz 81. (Ocak 1996) sayısında değinmiştik: Tanıl Bora-Kemal Can: “Bunalım dönemine girerken”, s. 36-42.
[6] Bkz. Tanıl Bora: “Türkiye’de milliyetçilik söylemleri: Melez bir dilin kalın lügâti”, Milliyetçiliğin Kara Baharı içinde, Birikim Yayınları, İstanbul 1995 (2. baskı), s. 95-132, özellikle s. 96-101.
[7] Bkz. Tanıl Bora: “Din ve milliyetçilik: lügât ve gramer”, Türk Sağının Üç Hali içinde, Birikim Yayınları, İstanbul 1999 (2. baskı), s. 97-145, özellikle s. 130 vd.
[8] Türkiye sağında merkez-uçlar ilişkisindeki kaymayı ve değişimi uzunca tartıştığım bir yazı için bkz. Tanıl Bora: “Türkiye sağının ideolojik ve siyasi bunalımı: Oynak merkez - ‘merkez’siz oynaklık”, Birikim 64 (Ağustos 1994), s. 11-23.