Milliyetçi Hareket Partisi 27 Mayıs’ın ertesinde doğdu, iç savaşla yükseldi; Bülent Ecevit 12 Mart’ta doğdu, Kıbrıs savaşıyla yükseldi; Anavatan Partisi 12 Eylül’de doğdu, PKK boğuşmasıyla büyüdü.
Şimdi Türkiye, NATO’nun kuruluşunun ellinci yılında, tarihin en kanlı doğum günü kutlamalarında Kosova’da savaşırken 28 Şubat’ın bir araya getirdiği bu üç harika çocuk, imparatorluğun yedi yüzüncü, cumhuriyetin yetmiş beşinci yılına yakışır bir bileşkeye ulaştı: Esnafla çiftçinin başını ipin ucunda sürükleyerek kurulan 1960’ların ‘toplumsal’ cumhuriyeti, işçi sınıfının kanıyla dolu kalemlerin onardığı 1970’lerin ’demokratik’ cumhuriyeti, bütün toplumsal sınıfları kaskatı bir ulusçulukla boğan 1980’lerin ‘parlamenter’ cumhuriyeti, büyük kentsoyluların, esnaflarla memurların, lumpenproletaryanın oybirliğiyle, çoktan hak ettiği karşılığı aldı: Kopkoyu bir faşizm.
Kentsoyluluk kılıcı tanrılaştırmıştı, şimdi kılıç onun başının üstünde. Kentsoyluluk devrimci basını yerle bir etmişti, sıra kendi basınına geldi. Kentsoyluluk halk toplantılarını polis zoruyla dağıtmıştı, artık kendi salonları polis gözetimi altında. Kentsoyluluk sıkıyönetimi yasalaştırmıştı, şimdi kendisi sıkıyönetim altında. Kentsoyluluk mahkemeleri askerileştirmişti, bundan böyle kendisi o mahkemelerin önünde. Kentsoyluluk insanları yargılamadan gömmüştü, şimdi yargılanmadan gömülme sırası kendisine geldi. Kentsoyluluk toplumdaki kıpırdanmaların hepsini devlet gücüyle bastırmıştı, şimdi kendi kıpırdanışları baskı altında. Kentsoyluluk banka hesaplarını kullanarak kendi siyasetçilerini, kendi aydınlarını boğmuştu, şimdi siyasetçileri, aydınlarıyla birlikte kendisinin de sesi kısılıp hesapları yağmalanacak.
DİSK başkanını TÜSİAD destekli DSP’nin buyruğunda ‘Ekonomik ve Sosyal Konsey’in ulusal birliğine gönderen, ‘Bir Dakika Karanlık’ girişimini ‘brifing’ destekli basının komutasına bırakan işçi sınıfı, artık esnafla birlikte ülkenin en gerici kesimi olduğunu kanıtladı. Örgütlü faşizm Susurluk’ta yeniden su yüzüne çıkar çıkmaz korkuyla evlerine kapanıp birbirlerine ürkek ışıklarla göz kırpanlar yalnızca Elazığ’dan değil, ülkenin bütününden gereken karşılığı aldılar. ’Şahinleri’, ‘güvercinleri’, ‘atmacaları’, ‘büyük ülke’nin bütün kutsal silahlarıyla nerede bir aykırı ses varsa bastıran basın şimdi korkunç bir şaşkınlıkla, ülkeyi kendi elleriyle sunduğu yeni erkin demeçlerini baskıya yetiştirmeye çalışıyor.
Kentsoylular, esnaf, köylü, işçi sınıfı, aydınlar, ülkenin ayrımsız bütün sınıfları oybirliğiyle faşizmde ulusal birliği seçti.
KAHVE İLE NARGİLE
Bir gün bu kopkoyu faşizmden sağ çıkarsam kendime ne söyleyeceğim?
“Gördün mü bak, hepsi geçip gitti. ‘Hayır’ demedin, doğru, ama ‘Evet’ de demedin. Susmakla, direnişe katılmış bile sayılırsın. Üstelik belki de en onurlu, en etkili direniş biçimiydi seninki. Her yerde hep baskın olmak isteyen erki yok saymaktan daha güçlü bir karşı koyuş olabilir miydi?”
“Peki, düpedüz korktun. Canını sakınmak, çoluğunu çocuğunu esirgemek, ananı, babanı, kardeşini düşünmek zorundaydın. Geçinmek zorundaydın, onun için iyi geçindin, ne var?”
“Sen sınıfının sıradan tepkileriyle davrandın. Bağışlanmasa da açıklanabilir bir durum.”
“Yapayalnızdın. Seslendin ama işiten çıkmadı. Elinden başka ne gelirdi?”
“Ayrıca hangi birine karşı koyacaktın? Bir, iki, üç, daha çok faşizm’den birine diklensen ensende öbürünün soluğu. Köşende sessizce oturup kazananla son oyunu oynayacağın günü beklemek en doğrusuydu.”
Bir gün bu kopkoyu faşizmden sağ çıkarsam kendime ne söyleyeceğim?
1933’te Freiburg’da “Alman Üniversitesinin Kendini Evetlemesi” üzerine bir söylevle rektörlüğe başlayan Martin Heidegger gibi “İşbirliği yapmadım” mı diyeceğim? Yıllarca İtalyan radyosunda Mussolini’yi öven Ezra Pound gibi “Ben yalnızca anayasayı savundum” mu diyeceğim? Almanlarla işbirliğini savaşın sonuna dek sürdüren Pierre Drieu La Rochelle gibi “Biz yenildik, kendim için ölüm cezası istiyorum” mu diyeceğim?
1942’den önce yazdığı Yahudi karşıtı yazılar önüne konduğunda, “Bakın bunlar da vardı” diye gözden kaçanları da anımsatan Maurice Blanchot gibi “Yazdıklarımın bağışlanır yanı yok” mu diyeceğim?
Bugün, bu kopkoyu faşizmin ortasında kamuya ne söylemeliyim? 1940’ta Pireneler’de canına kıyana dek Avrupa’yı bırakıp gitmeyi içine sindiremeyen Walter Benjamin gibi “Burada savunulacak konumlar var” mı demeliyim?
Fransa’da ölüm cezasının kaldırılması tartışılırken görüşü sorulduğunda Jean Genet’nin söylediği gibi “Beyazların içişleri beni ilgilendirmez, ben Cezayir’de yaptıklarına bakarım” mı demeliyim? Bertolt Brecht’in “hekim” meselindeki gibi “Hastalık varsa ben yalnız hastalıktan söz ederim” mi demeliyim? Michel Foucault gibi “Ben yalvaçlığa soyunmak istemiyorum; lütfen oturun, söyleyeceklerim önemli” mi demeliyim?
“Alman İşçi Partisi İzlencesine İlişkin Çıkmalar’ın sonunda Marx’ın yazdığı gibi “Söyledim, ruhumu kurtardım” mı demeliyim?
Ya sus kurtul, ya söyle kurtul. Demek “can”la “ruh” böylesine uzak biribirinden. “Faşizm söylemeyi yasaklamak değil, söylemeye zorlamaktır” demişti Barthes. Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’ndaki Andronikos gibi ölene dek konuşmak mı benim cezam, yoksa şimdi konuşmayıp ölene dek susmak mı? “Her zaman doğruyu söylemek gerekirse de doğruyu her zaman söylemek gerekmez” mi? “Doğa”nın bana verdiği bu ödülden çıldırıp yitmemek için biribiriyle konuşan iki insan gibi mi kalacağım, yoksa Deli Dumrul’a uyarak “Alacaksan ikisini birlikte al, bırakacaksan ikisini birlikte bırak” mı diyeceğim?
Dixi, sed non. Söylemek kurtarmıyor.
Yine de bir gün bu kopkoyu faşizmden sağ çıkarsam kendime okkalı bir sade kahve ile bir nargile söyleyeceğim.